11.10.2014

ABD ve NATOya güvenerek yola çıkılabilir mi? Gizli ellerin sahipleri kimler? Türkiye kara savaşına zorlanıyor. ABDnin hedefi Esat değil ki! Yeniden AB, NATO ve Yeni Türkiye.

ABD ve NATOya güvenerek yola çıkılabilir mi?

Son zamanlarda NATO birden bire Türkiye’nin koruyuculuğuna soyundu.Türkiye’nin kendini savcunma konusunda NATO’ya ihtiyacı olup olmadığı ayrı bir tartışma konusu ama her fırsatta ,”NATO Türkiye’yi savunmaya hazır” açıklaması yapılıyor.Bu arada ABD’li bir takım yetkililerden de, ”IŞİD Türkiye için direkt tehdit” açıklamaları geliyor. NATO’dan yapılan ile ABD’li yetkililerin açıklamaları birlikte düşünüldüğünde,Türkiye’nin aleni olarak Suriye’de IŞİD’e yönelik kara harekatında tek başına yer alması isteniyor, bunun için teşvik ediliyor.Hemen belirteyim ki,ABD ile NATO’nun birlikte hareket etmesini anlıyorum ama Kılıçdaroğlu’nun Meclis’ten geçen tezkereyi yeterli bulmayıp Kobani’ye asker gönderip IŞİD’i bertaraf edip dönmekle sınırlı yeni bir tezkere gönderilmesini,kendilerinin de destek vereceklerini açıklamasını,yani,Kılıçdaroğlu’nun da NATO ve ABD ile aynı çizgide yer almasını insan anlamakta güçlük çekiyor.

Bu noktada İmralı ve HDP’den yapılan açıklamalar ayrı bir konu.İmralı “Sokaktaki şiddeti bitirin” çağrısı yaparken HDP eşbaşkanı Selahattin Demirtaş da İmralının çağrısına paralel,“Şiddet bu saatten itibaren durmalı” açıklaması yapıyor.Bu açıklamalara bakıldığında sanki şiddet onların isteği ile başlamış, onların isteği ile de duracakmış görüntüsü çıkıyor.Sanki Öcalan ve Demirtaş’ın PKK üzerinde tam bir etkiye sahip oldukları gibi bir görüntü ortaya çıkıyor. Şahsen gerek HDP gerek İmralı’nın PKK üzerinde böylesine bir kontrole sahip olduklarını düşünmüyorum. Gerçekten böyle bir etkileri var ve sokağa çıkın denildiğinde çıkılıyor, çekilin denildiğinde çekiliniyorsa o zaman son günlerdeki katliamlardan da sorumlu olurlar.Böyle bir sorumluk omuzlarına yüklenmiş olanlarla çözüm sürecini sonuna kadar götürmek nasıl mümkün olacak.Bunu söylerken HDP ve İmralı’nın çözüm sürecini istemediklerini ileri sürüyor değilim.Ancak,PKK üzerinde bunların tam bir hakimiyeti olduğu varsayılarak yola çıkılmış ise çözüm sürecinden bir sonuç çıkmayacağını hatırlatmak istiyorum.Çünkü,dünya üzerinde tüm terör örgütlerinin olduğu gibi PKK’nın da dış destekçileri ve bağlantıları vardır.Bu dış bağlantılar ülkemizdeki terörün sona ermesini istemedikleri sürece çözüm sürecinden istenen sonuç alınamaz. Zaten NATO ve ABD’den yapılan açıklamalar dikkate alındığında ABD ve yandaşlarının PKK ile bir dertleri yok.Onlar için şu anda sadece IŞİD tehdidi söz konusu.Bu tehditlere karadan karşı karşıya gelmeyi istemeyen ABD ve yandaşlar mücadelenin kara boyutunu Türkiye’ye havale etmek,bunu da PKK ile birlikte yapmasını istiyorlar.Kaldı ki,son terör olaylarının ilan edilen sebebi de Kobani’deki çatışmalara Türkiye’nin doğrudan müdahale etmemesi olduğuna göre belli ki,bazı iç ve dış çevreler Türkiye’yi kara harekatına sokmak,IŞİD ile karşı karşıya getirme hususunda işbirliği içindeler.Elbette şartlar gerektirdiğinde Türkiye sınırlarının ötesinde de harekata geçebilir.Ama,bu 4 senedir Esat katliamlarını izlemekle yetinenlerin istekleri olmaz/olmamalıdır.Çünkü,Suriye ve Irak’ta yaşananların esas sorumlusu Esat yönetimidir.Çatışmaların sorumlusu cezalandırılmadan o karmaşadan yararlanarak oluşan bir takım örgütlerin yok edilmesi Türkiye’ye ihale ediliyorsa bunu yapanlarla Türkiye’nin birlikte yürümesi herhalde düşünülemez.


Gizli ellerin sahipleri kimler?

Kobani bahane edilerek yurdun çeşitli yerlerinde çıkartılan olayları, ”Yaktılar, yıktılar, yağmaladılar ve öldürdüler” şeklinde özetlemek mümkün. Bu olaylar bir de toplumu öfke patlamasına hazır hale getiriyor. Kiminle konuşsanız televizyon ekranlarına yansıyan görüntülere haklı olarak tepki gösteriyor, öfkeleniyor. İnsanlar, protestoya itiraz etmiyorlar ama dükkânın kepengini kırıp içeriye Molotof kokteyli atarak yakmayı kabul edemiyor. Çünkü bu işin hiçbir mantığı yok. Protesto eylemi ile yakıp yıkmayı birlikte düşündüğünüz zaman mesele protestodan çıkıp terör oluyor. Bu arada dünkü yazımda da belirttiğim gibi Kobani’deki çatışmalarla ilgili olarak Türkiye’yi sorumlu tutmanın mantığını toplum anlayabilmiş değil. Kobani’nin Suriye’nin bir parçası olduğu, oradaki çatışmaların aynı ülkede 4 yıldır devam eden iç savaşın bir parçası olduğunu hatırlatıyorlar. Kısacası, Kobani bahane edilerek başlatılan çatışmaların yakma, yıkma ve yağmaya dönüştürülmesinin mantığı bulunmuyor. İnsanımız bunu anlamakta güçlük çekiyor. Bu noktada sıkça olayların arkasındaki gizli eller akla geliyor. Özel sohbetlerde bu gizli eller devlet ve istihbarat örgütleri bazında isimlendiriliyor da. Ama resmi açıklamalar topluma, ”Oyuna gelme, gizli eller devrede” denilmekle yetiniliyor ve bu gizli ellerin adı konulmuyor. Adı konulmadığı sürece söylenen sözler havada kalıyor, o gizli ellere yönelik bir tavır belirleme imkânı da olmuyor. Kısacası, meydan gerçekten gizli ellere kalıyor, onlar da planlarını uygulamayı sürdürüyorlar.

Sözü edilen gizli ellerle ilgili en fazla açıklama,”Kobani bahanesiyle sokakları savaş alanına çevirip yeni bir tezgahın planını yapan provokatörlere karşı Ankara alarma geçti: Uyuyan hücreler uyandırıldı, yabancı provokatörler sahaya indi. Amaçları çözüm sürecini baltalamak” demekle yetiniliyor. Halbuki, Ankara bu yabancı provokatörleri biliyorsa onlara ve onların bağlı bulunduğu ülkelere yönelik bir yaptırımı hayata geçirmesi, söz konusu yabancı ülkelere karşı bir tavır belirlemesi gerekmez mi? Eğer böyle bir tavır belirlenmiyor ya da belirlenemiyorsa olayların arkasında bir takım yabancı gizli ellerin bulunduğunu söylemek anlam ifade eder mi?

Olaylar çok ciddidir. 24 vatandaşımız hayatını kaybetmiş, toplumda kamplaşma körüklenmiş, tansiyon yükseltilmiştir. Bunun bir adım ötesi iç savaş demektir. Bu gizli ellerin amaçlarının da bu hedefe ulaşmak olduğunu söylemek yanlış olmaz. O zaman bu gizli ellerin kırılması devlete düşen bir görevdir. Tüm bunları devletin bu gizli ellerin arkasındakileri bildiğini düşünerek söylüyorum. Eğer bilmiyorsa o zaman sokaktaki vatandaş ile ülkeyi yönetme konumunda olanların arasında bir fark kalmaz. Ülke sahipsiz kalmış demektir.

Elbette toplum olarak sağduyuyu elden bırakmamak gerekir. Ancak, yabancı ajan provokatörler de istedikleri an ülkemizi ateşe sürükleyecek cesareti kendilerinde bulamamalıdırlar. Bulmaya devam ederlerse birde bakmışız ülkemiz ateşe sürülmüştür. Kısacası, artık bu gizli ellerin arkasındaki devletlerle ilişkilere bir sınırlandırma getirmek, hatta ilişkiler kesilerek yeni ilişkilerin kurulması gerekiyor. Bugünkü dünya şartlarında buna imkân yok deniyorsa ikide bir gizli ellerden söz etmenin anlamı yoktur.

Türkiye kara savaşına zorlanıyor

IŞİD Kobani’ye yüklendikçe bir takım taşeron çevreler Türkiye’yi karadan Suriye’ye girerek Kobani’de IŞİD ile çatışmaya zorluyor. Olaylar ve açıklamalar bunu doğruluyor. Çünkü daha Kobani’de IŞİD hareketi başlamadan Türkiye’de bazıları Kobani düşerse barış sürecinin sona ereceğini açıkladılar. Türkiye’deki süreç ile Kobani arasında böylesine bir bağlantı kurulması barış sürecinin sona ermesini istemekten başka bir anlam ifade etmeyeceğine göre başka türlü değerlendirmek mümkün olmuyor. Bu arada IŞİD’in Kobani’nin bazı bölgelerini ele geçirdiği haberleri üzerine çeşitli illerimizde olayların çıkması, ölümlerin meydana gelmesi Türkiye’nin Suriye’de kara harekâtına zorlandığı düşüncemizi doğrulayan bir başka gelişmedir.

Zaten ABD ile yapılan görüşmelerden sızan haberlerde de Türkiye’nin koalisyon güçleri içinde karada yer almasının istediği biliniyordu. Yani ABD ve yandaşları havadan vuracaklar ama karadan çatışmaların içine askerlerini sokmayacaklar ama hem Suriye ve Irak Peşmergeleri nezdinde kurtarıcı pozisyonuna bürünecek, hem de askerlerini çatışmaya doğrudan sokmamış olacaklar. Ancak artık herkes biliyor ki, kara harekatı olmadan havadan bombalayarak IŞİD ya da bir başka terör örgütü ile başka çıkmak mümkün değildir. Bunun çeşitli örnekleri var.

Peki, Türkiye kara harekâtına sırf Kobani’yi korumak adına girerse ne olur? Bir başka ifadeyle Türkiye’nin böyle bir sorumluğu var mıdır? Türkiye’nin Kobani’yi IŞİD tehdidinden kurtarması ile Barış Süreci arasında bağ kurmanın mantığı nedir? Belli ki birileri ısrarla Türkiye’yi Suriye ve Irak’taki Peşmergelerin yanında IŞİD’e karşı çatışmalarda yer almasını istiyorlar. Bu birileri ise başından beri PKK’nın arkasında yer alan ülkelerdir. Bunların başında da ABD gelmektedir. Çözüm Süreci gündeme ilk geldiği günlerde, “Sürecin istenen sonucu verebilmesi için öncelikli olarak buna ABD’nin razı olması gerekir. Çünkü ABD Türkiye’nin barış ve huzur içinde bir ülke olmasını istemez” demiştim. Hatta terörün arkasındaki eller kırılmadan barış sağlanamaz, PKK barış istese de sonuç çıkmaz. PKK’nın dünyadan bağımsız sadece Türkiye’nin kendine has şartlarının ortaya çıkardığı bir hareket olmadığına dikkat çekmiştim. Son gelişmeler belli ki barış sürecinden Türkiye istediği sonucu almak istiyorsa bizim adımıza Suriye’de çatışmalı diyorlar. Peki, Türkiye bu ilan edilmemiş isteğe uyarak kara harekâtına girmiş olsa gerçekten PKK terör örgütüne verilen destek son bulacak mıdır? Bu soruya şahsen “evet” diyemiyorum. Türkiye PKK terörünün yanında bir de bölgemizde çatışmalara sokularak tam bir çıkmaza sürüklenmek, teslim olması bekleniyor. Çünkü öyle bir duruma sürüklenmiş Türkiye ABD ve Siyonistlerin istediklerini kabul konusunda pazarlık gücüne sahip olmayacaktır.

Bu arada Başbakan Davutoğlu’nun ,”Esatsız bir Suriye olacaksa Türkiye Suriye’ye kara birlikleri gönderebilir” sözlerine, ABD’den ”Hedef Esat değil, IŞİD” şeklinde cevap gelmesi de ABD’nin Suriye ve Türkiye konusunda ne düşündüğünü göstermeye yetmez mi?


ABDnin hedefi Esat değil ki!

Bayram boyunca Suriye sınırımızın hemen ötesindeki Kobani’de çatışmalar devam etti ve ülke olarak tüm dikkatimiz buraya çevrildi. Suriye’de çatışmaların başlamasının ardından ülkemize sığınanların sayısı 1.5 milyonu geçmiş, ülkemizin her köşesine dağılmış iken özellikle Kobani çevresindeki çatışmaların ardından yeni bir göç dalgası başladı. Gelinen noktada ülkemize sığınan Suriyelilerin sayısının 2 milyona ulaştığı belirtiliyor. Çatışmalarda hayatını kaybedenlerin sayısının 200 bini geçtiği, Lübnan, Ürdün ve Irak birlikte düşünüldüğünde Suriyeli mültecilerin sayısı 5 milyona ulaşmış durumda. Kısacası, Suriye’de sadece Esat’ın çevresindeki bir avuç insan yerlerini koruyor, onların dışında her Suriyeli ölümle burun burana yaşamaya mahkum edilmiş vaziyette. Bu noktada ülkemizin göğüslemeye çalıştığı sorumluluk ABD ve yandaşlarını bugüne kadar hiç ilgilendirmediği gibi tüm bu gelişmelerin birinci dereceden sorumlusu olan Esat’a karşı hiçbir hareket söz konusu olmadı. Esat bombaladıkça onu alkışladılar. Ciddi olarak Esat’a karşı bir tavır ortaya konulabilmiş olsaydı katliam bunca yıl sürmez, çatışmalar son bulur, sadece Suriye’de değil Irak da yeni bir yapıya kavuşurdu. Ama, ABD ve yandaşları bunu istemediler. Onlar, Müslümanların birbirlerini katletmesini çıkarlarına uygun buldular.

Bir yandan Irak’ın eski yönetiminin mezhepçi yaklaşımı öbür yandan Esat askerlerinin katliamları sonucunda ciddi direniş odakları oluşmaya başlayıp, bunların içinden IŞİD örgütünün bir anda Irak’ta Musul’u ele geçirip Bağdat’a doğru ilerlemesi, arkasından Suriye’de bazı yerleşim merkezlerini ele geçirmesi üzerine birden bire ABD ve yandaşları Suriye ile ilgilenmeye başladılar. Hatta koalisyon oluşturarak IŞİD’e karşı ortak bir koalisyon oluşturdular. Ne var ki, ABD ve ortakları askerlerini kara harekâtından uzak tutuyor, sadece havadan bombalamayı tercih ediyorlar. Bu yolla IŞİD’in Irak ve Suriye’den sökülüp atılamayacağını bilmiyor olamazlar. Kara çatışmalarını bölgesel güçlere havale edip kendileri havadan atışları sürdürüyorlar. Bu arada çatışmalarla hiçbir ilgisi olmayan sivilleri de vuruyorlar. Buna karşılık Esat’a yönelik hiçbir hamle yok. Sanki IŞİD’e karşı oluşturulan koalisyonun hedefi Esat’ı korumaya yönelik gibi bir görüntü ortaya çıkıyor.

Başbakan Davutoğlu’nun, ”Eğer Esat gönderilecekse asker gönderebiliriz” sözleri ABD ve yandaşlarının planının farkında olunduğunu gösteriyor. Öte yandan farkında olmadan Türkiye’yi kara çatışmalarına çekmeyi planlayan ABD ve yandaşlarının oyunu dikkatten kaçıyormuş görüntüsü ortaya çıkıyor. Şahsen buna ihtimal vermek istemiyorum ama Irak ve Suriye’deki çatışmaların tüm sorumluluğunu IŞİD’e yıkmak sorunun gerçek sorumlularını görmezden gelindiği anlamına gelmez mi? Kısacası, Suriye’de Esat iktidarını koruyacak, Irak’ta bütünleştirici bir yönetim oluşturulmayacak, parçalanmış hali korunacaksa çatışmalar sürüp gidecek demektir. Bundan da ABD ve yandaşlarının memnun olduklarını görmek durumundayız. Kaldı ki, IŞİD örgütü Suriye’de Esat muhalifleri ile çatışırken ABD ve yandaşlarının desteğini alırken hızla ilerleyerek Irak ve Suriye’de belirleyici bir konuma gelme ihtimali ortaya çıkınca dünün destekçileri birden bire karşı cepheye geçtiler. Belli ki IŞİD’e yönelik oluşturulan koalisyonun esas hedefi Esat iktidarını korumaktan ibaret.

Yeniden AB, NATO ve Yeni Türkiye

Cumhurbaşkanından, Başbakanına ve bakanlarına kadar herkes Yeni Türkiye’den bahsediyor. Hem de tüm konuşmalar ABD ile oluşturulacak koalisyonla ilgili tezkerenin Meclis’e sunulduğu günlere rastlıyor. Elbette Yeni bir Türkiye derken herkes içini kendine göre dolduracaktır. Çünkü yeni bir Türkiye için yeni bir dünyaya da ihtiyaç vardır. Yasama yılının açılışında konuşan Cumhurbaşkanı Erdoğan yeni bir siyasetin kaçınılmaz olduğuna vurgu yaparak, ”Yeni Türkiye yeni anayasa” derken sanıyorum sadece iç politikayı değil dış politikayı da işaret ediyordu. Çünkü; günümüzde iç politika ile dış politikayı birbirinden ayırmak mümkün değil. Ancak, isteyerek ya da istemeyerek çevremizde yaşanan olayların tetikleyicisi durumunda olan ABD ile bir koalisyona razı olunurken yeni bir siyaset ya da yeni bir Türkiye’den bahsetmek bir çelişki oluşturmaz mı? Yine, aynı günlerde gazetelerin manşetini NATO’nun yeni Genel Sekreteri’nin, ”NATO, IŞİD’den bir saldırı olursa ortak savunma ilkesini devreye sokarız. IŞİD’e karşılığı NATO verir” sözleri oluşturuyorsa belli ki dış politikada bir değişme ve yenilenme söz konusu olmayacak.

Bu arada Türkiye’nin AB stratejisini açıklayan AB Bakanı ve Başmüzakereci Büyükelçi Volkan Bozkır Brüksel’de bir dizi temaslarda bulunduktan sonra Türkiye’nin AB hedeflerini tekrarladığı açıklamasında ”Yeni Türkiye’nin hedefi yeniden AB” diyerek Türkiye’nin NATO’dan başka AB ile de ilişkilerinde bir değişimin söz konusu olmadığını, hâlâ AB üyeliğinin öncelikli hedeflerimiz arasında olduğunu söylüyorsa belli ki yeni Türkiye ve yeni siyaset söylemden öte geçmeyecek.

Tüm bunların ötesinde bölgemizdeki tüm cinayetlerin ve karmaşanın birinci dereceden sorumluları ile birlikte hareket etmek gibi bir dayatmaya hayır diyemiyorsak yenilik sadece lafta kalacak insanımızda bir şeyler oluyor sanacak.

Kaldı ki, artık PKK gibi ABD tarafından doğrudan oluşturulmuş bir örgüt olmasa bile IŞİD’e başlangıçta bu gün kökünü kazımak için harekete geçmiş görünen ABD ve yandaşlarının uzun süre bu örgüte destek verdiklerini bilmeyen yok. Zaten, Obama’nın, ”IŞİD tehlikesini hafife almışız” sözleri de bunu gösteriyor.

Kısacası, ülkeyi yönetenler düşmanlarla bile bile aynı çuvala girmeye kendilerini mecbur hissediyorlar. Böyle olunca da ilk önce yeni bir dünyaya ihtiyaç var. Bunu da Türkiye’nin tek başına gerçekleştirmesi zor görünüyor. Ancak imkânsız olmadığı da ortada. Bunun için ısrarcı olmak mecburiyeti var.

ABD Başkanı Obama Gülen’in sınır dışı ya da Türkiye’ye teslim edilmesi talebi cevapsız bırakmış, konu iki ülke istihbarat örgütlerine havale edilmiş durumda… Bu karardan bir şey çıkar mı? Şahsen sanmıyorum. ABD ve yandaşları Türkiye’nin taleplerini karşılıksız bırakırken kendi taleplerini bir yolunu bulup hayata geçirtiyor. Suriye’de olaylar başladığında sınırımıza yerleştirilmek istenen ABD’nin Patriot savunma sistemine Türkiye hayır deyince aynı sisteminin NATO adı altında kurulması gibi. Bu şartlarda yeni bir siyasetten söz etmenin de anlamı kalmıyor.

MİLLİ GAZETE / Abdülkadir Özkan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder