Şeytan için bir doğru adam,
Bir milyon görmezden daha büyük bir tasadır.”
"Köstebek" kitabında devlet
kademelerindeki örgütlenmeleri, devletin nasıl ele geçirildiğini,
devlet-paralel devlet çekişmelerini ve açacağı sonuçları kuşkuya yer bırakmadan
belgelerle ispatlıyor.
"Yeni binyılın şeyhlerinin, dervişlerinin, müritlerinin amaçlarının da değiştiği gözlemleniyor. Artık amaç, bir şeriat devleti kurmak değil.
"Yeni binyılın şeyhlerinin, dervişlerinin, müritlerinin amaçlarının da değiştiği gözlemleniyor. Artık amaç, bir şeriat devleti kurmak değil.
Şeriat, iktidarı, parayı, her türlü gücü ele geçirmenin sadece simgesel, klişeleşmiş adı. Mürtecilik yani gericilik de artık salt dinsel anlamda kullanılmıyor.
Bunlara karşı olmak, onaylamamak artık yetmiyor... Her gerçek kamu görevlisinin mağdur olma pahasına, elini taşın altına koyması; devletimizin, tam bağımsızlığımızın geleceği açısından insiyatif kullanırken canının yanmasını, bedel ödemesini göze alması gerekiyor.'
İlk baskısı katledildikten 3 ay sonra yayınlanan bu kitabı okurken, Hablemitoğlu'nun yıllar önce bugünlere nasıl ışık tuttuğuna hayret edeceksiniz.
KÖSTEBEK
1
ÖNSÖZ
Yıl 1925. Büyük
Atatürk, genç Cumhuriyetin yurttaşlarına ve dış ülkelere şu tarihi mesajı
veriyordu: “Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar
memleketi olamaz”... Yıl 2002. Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler,
müritler ve meczuplar memleketi olma yolunda, devrimlerden dönüş sürecinin
sancılarını yaşıyor... Geçtiğimiz yüzyılın başında, İngiliz
işbirlikçisi Derviş Vahdeti, Sait Molla, Dürrizade Abdullah, İskilipli Atıf
gibi mürtecilerin tasfiyesi üzerine Cumhuriyet kurulmuştu. Bugün,
küreselleştiği iddia olunan dünyada, gerçek anlamda küreselleşen Türkiye
vatandaşı mürteciler, İngiltere’nin yanısıra, A.B.D., Almanya, Libya, Suudi Arabistan
gibi ülkelerden yönetilmeye, yönlendirilmeye devam ediyorlar. Yalnız bir farkla
ki, A.B.D.’den gelen kimi müritler, Türkiye’de milletvekili seçilip “türban
krizi” yarattıktan sonra tekrar anavatanlarına geri dönerken, kimi dervişler
de, milletvekili olmadıkları halde, Türk Hükûmeti’ne dışarıdan bakan olarak
girebiliyor, yabancı taleplerinin takipçiliğini yapabiliyor. Ve bu araştırma
konusu olan, yasadışı hocaefendi sanını (!) kullanmayı yeğleyen kimi şeyhler
de, sanki gizli bir mübadele protokolü varmış gibi, kendi ülkesinden yeni vatan
A.B.D.’ne rahatlıkla hicret
edebiliyor... Yeni binyılın
şeyhlerinin, dervişlerinin, müritlerinin ve de meczuplarının amaçlarının da
değiştiği gözlemleniyor. Artık amaç, bir
şeriat devleti kurmak değil. Şeriat, iktidarı, parayı, her türlü gücü ele
geçirmenin sadece simgesel, klişeleşmiş adı.
Mürtecilik yani gericilik de artık salt dinsel anlamda kullanılmıyor.
Tam bağımsız bir devleti ve kazanımlarını ortadan kaldırarak, düyunu umumiye
döneminde olduğu gibi, ülkeyi uluslararası
finans merkezlerinin denetimine sokmak da, geriye gitmek anlamında mürtecilik
olarak değerlendiriliyor. Aynışekilde,
koşulsuz AB teslimiyetçiliğini savunarak, devlet egemenliğini kayıtsız şartsız
ulusa değil, Brüksel’e bağlamaya çalışanlar da, Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın
uzantıları olarak bu anlamda mürteciliği temsil ediyor. Anavatan kavramını Türkiye sınırlarından
çıkarıp, AB sınırlarına mal edenlerin milliyetçi-muhafazakârlığı ile, IMF, Dünya Bankası ve AB çıkarlarının sözcülüğünü, savunuculuğunu
ve de tetikçiliğini yapanların yeni
solculuğu, tıpkı Fethullah Gülen’in ve müritlerinin din ve vatan anlayışı ile
birebir örtüşüyor... Türkiye
Cumhuriyeti, tarihinin en karanlık, en hazin dönemini yaşıyor. Bir tarafta,
Türkiye Cumhuriyeti’ni koşulsuz savunan, Atatürk ilke ve devrimlerinin sahibi
ve takipçisi, aydınlanmacı, tam bağımsızlıkçı,
sömürünün her türüne karşı, evrensel barıştan yana, yurtsever, ilerici, ulusalcı kesim var.
Ancak, ne bir siyasal partiye, ne basın ve yayın kuruluşlarına, ne de
kendilerini destekleyecek ulusal sermaye gücüne sahipler. Ülkenin elden
gidişini sessiz çığlıklarla izliyorlar. İşlerini ve işyerlerini kaybedenler,
üniversite kapılarında bekleyenler, sefalet sınırının altında yaşayanlar, ülke
güvenliğini sağlamaya çalışırken baba ocağına tabut içinde dönenler, Mumcular, Üçoklar, Aksoylar, Kışlalılar ve
olup-biteni izleyen milyonlarca
örgütsüz, dağınık Türk yurtseveri!..
Karşı tarafta ise, ülkeyi etnik ve mezhepsel esasa dayalı olarak bölmeye, yer
altı-yerüstü ekonomik kaynaklarını pazarlamaya, din devleti kurmaya ve halkın
dinsel inançlarını sömürmeye, hatta Cumhuriyet’in başına numara koymaya
kararlı, zengin, güçlü, dış destekli, örgütlü vatan hainleri ve işbirlikçileri
ile peşlerinden sürükledikleri ulusal bilinçten yoksun diğer bir kesim!..
İşte “Köstebek” adlı bu çalışma, içinde bulunduğumuz kapkara dönemde,
devletimizin altının nasıl oyulduğunun, nasıl zaafa düşürüldüğünün binlerce örneğinden sadece birine ışık
tutuyor: Türk Devleti’nin istihbarat birimlerine sızmış, kadrolaşmış
fethullahçıları!.. Şeyhleri A.B.D.’de
yaşayan, ancak kendi ülkesinde Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde yargılanan;
C.I.A., MI6 ve BND gibi yabancı ülke istihbarat örgütlerine taşeronluk yapan
bir cemaate mensup müritlerin, asli görevi kendileri ile mücadele etmek olan
istihbarat birimlerinde kadrolaşabileceğini, devletin gücünü, devleti
savunanlara karşı kullanabilecek düzeye gelebileceklerini kim tahmin edebilir
ki? “Köstebek”, bu ihanet öyküsünün
adıdır. .. Siz, hiç fethullahçıları devlete karşı bir tehdit olarak algılayan,
şikâyet eden ya da onlarla uğraşan bir
PKK’lı, Brüksel ya da Köln merkezli bir terörist ya da bir TÜSİAD üyesi ya da
bir
2
siyasal parti lideri ya da bir ikinci cumhuriyetçi ya da bir
azınlık mensubu ya da misyoner ya da Hükûmet üyesi ya da bir Başbakan gördünüz
mü? Nitekim, fethullahçıları kontr-espiyonaj kapsamında iç ve dış tehdit odağı
olarak tanımlayan ve mücadele konsepti geliştiren gelmiş-geçmiş bir İçişleri
Bakanı, bir Emniyet Genel Müdürü ve bir M.İ.T. Müsteşarı da göremezsiniz,
gösteremezsiniz!.. Haklı olarak
sorarsınız, kendi iç güvenliğini sağlayamayan, sızıntılara engel olamayan bir
ulusal istihbarat birimi, nasıl olur da ülkenin güvenliğini sağlar?!. Bu sorunun yanıtı, doğal olarak olumsuzdur. Önünüzde iki tercih vardır; ya çoğunluğun
yaptığı gibi bu çelişkiye karşı başınızı çevirir, farketmemiş gibi yaparsınız
veya risk üstlenerek araştırmaya ve mücadeleye başlarsınız!.. Fethullahçılar, Türkiye’de Mevleviler,
Bektaşiler, Cerrahiler gibi salt dinsel inancını yaşamaya çalışan bir cemaat
değildir. Uluslararası alanda at koşturan, son derecede tehlikeli
bağlantılarıyla, ekonomik kaynakları ve
eğitim kurumlarıyla, Türkiye’nin yüzyüze olduğu en tehlikeli tehdit
odağıdır. Örgütlenme modeli itibariyle
Türkiye’de bir eşi yoktur; örgütlenme modeli olarak, tamamı C.I.A. denetimindeki Moon, Falun-Gong, Scientology
gibi tarikatlarla benzeşmektedir. Fethullahçılar, mevcut ekonomik kaynaklarını,
yapılabilecek en akılcı ve en değerli alana, eğitim yatırımına tahsis
ettiklerinden, diğer şeriatçı yapılanmalara kıyasla, ülkemizin sadece bugününü
değil, daha çok geleceğini tehdit etmektedirler. İşte bu yasadışı yapılanmanın, eğitimin
yanısıra, en az onun kadar önemli olan
istihbarat alanına yönelmesinde, birtakım stratejik gerekçeler rol
oynamaktadır: 1. Tüm dünyanın pekçok merkezinde uygulanmakta olan terörist ve
de köktendinci ideolojik yaklaşımların yaptığı gibi, devlete ya da yabancı
devletlere karşı silahlı mücadele vererek hedefe varmanın mümkün olmadığını en
kavrayan dinsel organize suç örgütü, Fethullahçılardır. Mevcut sistemi yıkmak yerine, takiyyeyi ön
plana çıkararak, devlet yapısıyla çatışmayacak bir örgütlenmeyle, zaman içinde
devletin stratejik kurum ve kuruluşların içine sızmak ve ele geçirmek, bu
yasadışı yapılanmanın “ılımlı” görüntüsünün altındaki en önemli neden ve
etkendir. 2. Fethullahçılar, istihbarat
birimlerine sızmakla, kendilerine gelebilecek her türlü operasyonu önceden
haber alma, önleme ve de karşı operasyonu başlatma olanağına sahip
olmaktadırlar. Bu durum, onlara sadece
savunma değil, saldırı olanağı da sağlamaktadır. 3. Türk Silahlı Kuvvetleri’ne
sızmakta zorlanan ama buna rağmen yılmaksızın girişimlerini sürdüren
fethullahçılar, istihbarat birimlerindeki kadrolarını, alternatif Silahlı
Kuvvetler olarak algılamaktadırlar. Bu
durum, onların kendilerini güvende hissetmelerine yol açmaktadır. Nitekim, emniyet mensubu fethullahçıların
toplanma ve eğitim merkezlerine “ışık kışlaları”, emniyet içindeki kadrolarına
da genel bir ifadeyle “ışık orduları” denilmektedir. Fethullahçıların emniyet
içindeki kadroları, T.S.K.’ne karşı “denge” sağlama çabalarının bir sonucudur.
Devletin ele geçirildiği, sistemin bütünüyle değiştirildiği, “Çin Seddi’ne otağ
kurulduğu” en son aşamada, alternatif silahlı kuvvetlerin T.S.K.’ne karşı
kullanılması olasılığından, moral anlamda sıkça söz edilmektedir. 4. Fethullahçılar, Türkiye’nin tek özel
istihbarat örgütüne sahiptirler. Devletin istihbarat birimlerinin tüm olanaklarını
kullanan; gizli bilgilerin tamamını elde eden bu yasadışı örgüt, gerek kendi
“hasım”ları ve gerekse, hedef siyasiler, gazeteciler, mafya babaları,
bürokratlar, akademisyenler, askerler ve diğer önemli meslek mensuplarının
“açıklarını” içeren, şantaj malzemesi olarak kullanılabilecek her türlü görsel
ve işitsel bant kayıtlarından, bu
kayıtlara ait çözümlerden, fotoğraflardan her türlü resmi belgeye, hatta
kişisel anekdotlara kadar herşeyi içeren bir arşive de sahip bulunmaktadırlar. Parayla satın alamadıklarına, hatta
korkutamadıkları “hasım”larına karşı, çarpıtılmış, fabrikasyon bilgi
ve belge tanzimi de, bu örgütün ilgi ve uzmanlık alanı içindedir. Aynışekilde, fethullahçılar, kendi
şirketlerine rakip şirketleri bertaraf etmek için bu özel istihbarat örgütünü
kullanmaktadırlar. Bunun için daha çok,
“kaçakçılık” duyumları çerçevesinde şirket merkezlerine yapılan aramaların
yıkıcı etkisinden söz edilmektedir. Aynı taktik, “hasım” vakıf, dernek ve
şahıslar için de uygulanmaktadır. Bu örgütün servis hizmetlerinden kimi
siyasilerin sıkça yararlandığı yolunda duyumlar alınmaktadır. Özel istihbarat
örgütü sayesinde, radikal sosyalist partilerin dışında, seçim barajını aşma
olasılığı kuvvetli olan tüm siyasal partilerde, fethullahçıların aday gösterme
gücünün sözkonusu olduğu bilinmektedir.
Bu örgüt
3
aynı zamanda, “hasım”ların enterne edilmesi,
etkisizleştirilmesi ya da tasfiyesi; yandaşların ise önemli yerlere
getirilmesinde işlevsel rol oynamaktadır. İşte, “Köstebek” çalışması,
fethullahçıların bu az bilinen karanlık yüzüne ışık tutmak amacıyla
hazırlanmıştır. Özellikle Basın Savcılarının şu gerçeği bilmeleri gerekmektedir: Bu kitap,
İçişleri Bakanlığı’nı ya da Emniyet’i tahkir ve tezyif amacıyla kaleme
alınmamıştır. Aksine, kitabın yazılmasında, İçişleri Bakanlığı, Emniyet Genel
Müdürlüğü ve M.İ.T. gibi kuruluşlara, devletin güvenliğini koruma gibi asli
görevlerini hatırlatma ve bu görevlerinin gereğini talep etme amacı ön planda tutulmuştur. Bu kitabı hazırlarken, Fethullahçı
istihbaratçıların “imam” düzeyindeki mensuplarına “moral” amacıyla dağıttıkları
“İstihbarat Evrakı” yazılı dosyalardan (“gizli”, “çok gizli” kaşeli yazışmalar,
soruşturma evrakları, ifade tutanakları, yazılı savunma ve diğer matbu
metinler) çok yararlandığımı belirtmek istiyorum. Ama bunun için de fethullahçılara teşekkür etmem gerekmiyor.
Buna karşılık, fethullahçı kadrolaşmaya karşı mücadele verdikleri için zarar
gören ve bu çalışmada yardımlarını esirgemeyen
“Kemal’in Polisleri”ne minnet duygularımı sunuyorum. Hukuksal yardımlarından dolayı dost ve fedakâr
avukatım Hüseyin Buzoğlu’na ve Av. Neşet Yıldırım’a, “Yeni Hayat” Dergisinin
sahibi Av. Hanifi Altaş’a, ve ayrıca bu alandaki çalışmalarından yararlandığım
Dr. Ümit Emre’ye, M. Emin Değer’e, Ergün Poyraz’a, Zübeyir Kındıra’ya, Sertaç
Eş’e ve Yasemin Güneri’ye teşekkür ediyorum.
Daha dün, T.B.M.M., A.B. ve A.B.D.’nin dayatmaları sonucunda, 30.000’den
fazla vatandaşımızın ölümünden, yüzmilyarlarca dolarlık ekonomik kayıptan
sorumlu Abdullah Öcalan için “idamı kaldıran” ve Türkiye’nin ulus-devlet
özelliğinin temellerine dinamit koyan bir uyum yasa paketini kabul
etmiştir. Hukukun temel kuralıdır,
kişiler için yasa çıkarılamaz. Başta
A.B.D. olmak üzere, hiçbir A.B. ülkesi,
kendi iç hukuku ile ilgili dış dayatmalara izin vermez, veremez. Bu olguya
rağmen Batılı ülkeler, bağımsız Türk yargısına, sözkonusu müdahale ile kabaca
tecavüzde bulunmuştur. Hukukun üstünlüğü ve yargının bağımsızlığı ilkelerinin
bu şekilde çiğnenmesiyle, artık yeni dış
müdahalelere de resmen yol açılmıştır.
Bu zaafiyeti sergileyen T.B.M.M. üyelerinin, Abdullah Öcalan için ne
zaman “af” çıkaracakları, hiç şüphesiz
henüz bilinmiyor. Ama bu arada
fethullahçıların beklentisi de ortaya çıkıyor: Fethullah Gülen, aynı
dayatmacılıkla, belki yarın, tıpkı
Humeyni gibi ve Humeyni işleviyle Türkiye’ye döndürülürse?!. Acaba T.B.M.M. ya da Hükûmet, hayır mı
diyecek?!. Türkiye’deki tüm
ulusalcıları, fethullahçı tehlikeye karşı çok geç olmadan birlikte hareket
etmeye; istihbarat birimlerindeki fethullahçı unsurların temizlenmesi için kamuoyu oluşturmaya çağırıyorum... Dr. Necip Hablemitoğlu. 05.08.2002
Çankaya –
Ankara.
ARMAĞAN: (E) Orgeneral
İsmail Hakkı KARADAYI, (E) Orgeneral Hüseyin KIVRIKOĞLU, (E) Orgeneral Kemal
YAVUZ, (E) Orgeneral Doğu AKTULGA ve
diğer “KEMAL’İN ASKERLERİ”ne... Oramiral Güven ERKAYA’nın aziz hâtırası önünde
sonsuz minnet ve saygıyla...
4
KÖSTEBEK: FETHULLAHÇI
İSTİHBARATÇILAR DOSYASI
Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar
memleketi olamaz; en doğru, en hakiki tarikat, tarikat-ı medeniyedir;
medeniyetin emir ve talep ettiğini yapmak, insan olmak için kâfidir... Mustafa Kemal
ATATÜRK Yaklaşık dört yıldan bu yana, A.B.D. işbirlikçisi Mehmet Eymür gibi yeni
vatanında yaşamını sürdüren ve yasadışı oluşumunu buradan yönetip yönlendiren
Fethullah Gülen, madden ve manen tükenişin sinyallerini veriyor. Sadece o mu?
Elbette ki hayır!.. Türkiye’deki cemaat de, kontrol edilemez düzeyde güçlenen
sivil istihbaratçıların inisiyatif kullanmaya başlamaları, operasyonel sürece
dahil olmaları nedeniyle zor anlar yaşıyor. Fethullahçıların kendilerini
gizlemede ve olumlu imaj çabalarında ön planda yer alan “teröre bulaşmama-kaba
güç kullanmama” ya da “önce ve öncelikle tedbir ve temkin” ilkesinin, cemaat
içindeki “şahin” kanadının marifetiyle terkedildiği anlaşılıyor. Son
gelişmeler, “gözden ırak” Fethullah
Gülen’in, zoraki ayrılık nedeniyle cemaat üzerindeki kontrol gücünü iyice
yitirdiğini; iplerin ise, devlet içine sızmış devlet ve rejim düşmanı kamu
görevlilerinin eline geçtiğini ortaya koyuyor... Fethullahçıların A.B.D.’nin
yanısıra, başta Almanya olmak üzere çeşitli Avrupa ülkelerindeki istihbarat
servisleri ile ilişkileri, etkinlikleri ve örgütlenme faaliyetlerini içeren bir
kitap çalışması halen devam ediyor (1). Müritlerinin “mülkiye, adliye, maarif
vd.” örgütlenmelerini, ancak vakti gelmeden ortaya çıkmamalarını emreden
Fethullah Gülen’in, son gelişmelerden haberi olmadığı önesürülüyor. Şeyhlerini
pasifistlikle, boş tedbirlerle zaman harcamakla, “cemaatin sahip olduğu
potansiyeli lâyıkı veçhile değerlendirememekle” suçlamak yerine eylemi
yeğleyen “şahin” kanat, daha çok devlet
erkini kullanabilecek mevkilere gelmiş kamu görevlilerinden oluşuyor... 1. FETHULLAH GÜLEN’İN İSTİHBARAT TUTKUSU VE
HEDEFİ: SÖYLEMLER
VE EYLEMLER
Fethullah Gülen’in tasavvurundaki “ilâhi nizam”a giden yolun,
iki önemli dönemeci bulunmaktadır: “tedbir ve istihbarat”, “maarif ve şirket”.
Yasadışı fethullahçı yapılanma, bu iki dönemeci aşmış; nihai hedefe doğru, -her
ne kadar şeyhleri A.B.D.’ne hicret zorunda kalsa da- yol almaya devam
etmektedir. Yüzlerce şirketin sağladığı milyarlarca dolarlık bir ekonomik
kaynağın desteğindeki yurt içi ve dışı yüzlerce okul, dersane, üniversite ile
binlerce yurt ve onbinlerce ışıkevi!.. Diğer taraftan, yasadışı yapılanmanın
silahlı gücünü oluşturan; düşmana korku, müritlere dokunulmazlık ve güvenlik
ile ülke imamına ve istişare kurulu üyelerine, devlet kaynaklarından son
derecede önemli ve kesintisiz istihbarat akışı sağlayan -T.S.K.’ne alternatif-
kimi emniyet mensupları!.. Fethullah
Gülen için istihbarat birimlerinde kadrolaşmak niye bu kadar çok önemlidir?!.
En önemli neden, bir türlü yeterince sızmayı başaramadıkları Türk Silahlı
Kuvvetleri’ne karşı silahlı ve de yasal bir güce sahip olmaktır. Adliye ve
mülkiye kadrolaşması ise, bu gücü daha da pekiştirecek ve devletin içten ele
geçirilmesini ya da bir başka ifadeyle
devletin “kansız” teslim alınmasını temin edecektir. Fethullah Gülen ve de genel olarak tüm
nurcular için, Atatürk ve İnönü dönemi polisiye takibatlarından kaynaklanan bir
ürküntü, hatta yaygın korku sözkonusudur. Ancak, iyi (!) bir polisten gördüğü
yardım, Fethullah Gülen’in istihbarat konusundaki ufkunu değiştirmiştir: “Edirne’den gelirken dosyam dolu gelmişti.
Takibe maruz idim. Peşimde daima bir polis bulunuyordu. Fakat Cenab-ı Hak’kın
bir lütfu, bu polis İmam Hatib’in orta kısmından mezundu ve benim de
hemşerimdi. Erzurum’luydu” (2). Bırakalım istihbarat birimlerinde kadrolaşmanın
çok yönlü avantajlarını, sadece telefonların dinlenmesi olgusu bile, yasadışı
fethullahçı yapılanma açısından, başlıbaşına rakipsiz-rekabetsiz bir
5
güç üstünlüğü (siyasal ve ekonomik) sağlamaktadır. Bilindiği
üzere, devlet imkânları ile izlenmesinde kamu yararı görülen ve bir anlamda
stratejik öneme sahip kimi politikacıların, mafya liderlerinin, gazetecilerin,
bürokratların, işadamlarının, akademisyenlerin telefonlarının dinlenmesinin
geçmişi, yeni değildir. Bu yolla elde edilen bilgilerin, organize suç
örgütlerinin eline geçme olasılığı ise oldukça düşüktür; çünkü mafya,
saptandığı kadarıyla dinlemeyi sadece sokaklardaki telefon kutuları üzerinden
yapmaktadır (3). İşte, yasadışı-devlet düşmanı fethullahçı yapılanmanın gücü de
bu noktada ortaya çıkmaktadır. Hiçbir organize suç örgütünün ya da siyasal
yapılanmanın sahip olamadığı bu inanılmaz güç, yukarıda da belirtildiği gibi,
sadece ve sadece yasadışı fethullahçı yapılanmanın uhdesinde mevcuttur. Nasıl
mı?!. 1980’li yılların başlarından itibaren polis okullarına ve Polis
Akademisi’ne sızarak burada kadrolaşan ve daha sonra Personel, Eğitim,
Bilgi-İşlem, Terörle Mücadele, İstihbarat gibi birimlerde kökleşmeye çalışan
fethullahçılar, istihbarat birimlerinin yanısıra, var oldukları her yerde ve
ortamda, şeyhleri Fethullah Gülen’in kaset ve kitaplarındaki “tedbir ve
temkin”, “taktik ve strateji” içeren direktiflerinin gereğini yerine getirerek
bugünkü güç düzeylerine erişebilmişlerdir. Fethullah Gülen’in muhtelif kitap ve
kasetlerinden aşağıya alıntısı yapılan bu direktifler, mebzul miktarda suça
azmettirme, kurnazlık, fırsatçılık, ikiyüzlülük, takiyye gibi ögeler
içermektedir: “Adliye’de, Mülkiye’de veya başka bir HAYATİ MÜESSESEDE bizin
arkadaşlarımızın mevcudiyeti, öyle ferdi mevcudiyetler şeklinde ele alınıp öyle
değerlendirilmemelidir. Yani bunlar gelecek adına bizim O ÜNİTELERDE
GARANTİMİZDİR. Bir ölçüde onlar bizim varlığımızın teminatıdır” (4).
“Türkiye’de önümüzü kestiler. Yürüyemiyoruz, orada durgun sular gibi bir de
gölleşme imajı uyandıracaksınız. Zorlayacaksınız, yerinde yürüyor gibi yapacaksın.
Çünkü durmak, hem de durgunluk paslanma meydana getirir.... bu Mülkiye’de de,
Adliye’de de her zaman sözkonusu olur. Yürümeli, eğer biz tüm nabzı, kalbi
dinledik. Baktık ki, geriye adım attıracaklar, bence adım atmam beklerim,
fırsat kollarım. Yani her şey bir oyundur. Kung Fu gibi bir oyundur. Taek-wando
gibi bir oyundur. Yani her zaman insanın hasmını bir yumruk vurup, yere
yıkmasışeklinde değildir. Bazen hasmından kaçmak bile çok önemli bir
manevradır. Kuvvet dengesi yoksa, kuvvete başvurmayın. Çok iyi planlayacak, ona
göre yürüyeceksiniz. Dışarıdan bizi korkaklıkla itham edeceklerdir. Allah bizim
çaremize bakacak” (5). “Devletle çatışarak bir yere gidemezdiniz. Demek
devletin de, bu çok yüksek gayeleri gerçekleştirmek için belli bir kıvama
gelmesi lazım. Devletin belli ölçüde, o kıvama geldiğini söyleyebiliriz...
Bütün bu farklı kanaatleriniz halihazırdaki zemini değerlendirme açısından,
körü körüne devlet düşmanlığı yapmanızı, devletle çatışmacı bir tavra girmenizi
gerektirmez... Bizler evrensel bir mesajın hizmetkârlarıyız” (6). “Evet,
tırmanma şeridindeyiz; yükümüz çok ağır ve zirvelerde bizi görmeye tahammülü
olmayan bir sürü hasmımız var” (7). “Dava insanlarının münferit hareket
etmeleri son derece sakıncalıdır....davaya zımni ve kapalı bir ihanettir” (8).
“Bu adliye için de aynen söz konusudur. Yani siz hâkim değilseniz, başka
kuvvetler var bu ülkede. Değişik kuvvetleri hesap ederek öyle dengeli,
dikkatli, tedbirli, temkinli yürümekte yarar var ki, geriye adım atmayalım.
Zıplayacaksın, yerinde yürüyor gibi yapacaksın. Çünkü durmak sende durgunluk,
paslanma meydana getirir. Bu açıdan hiç durmamalı. İşler en kötü duruma göre
hesap edilmeli. İyi çıkarsa hızlı yürürüz. İyi bir maratoncu gibi koşarız.
Bakarız ki tıkanmalar var bu defa da zıplarız, yerimizde zıplarız öyle durma
yok bizde” (9). “Arkadaşlarımızın mevcudiyeti İslami geleceğimiz adına bu işin
garantisidir. Bu açıdan Adliye, Mülkiye veya başka hayati bir müessesede bizim
arkadaşlarımızın mevcudiyeti öyle ferdi mevcudiyetler şeklinde ele alınıp öyle
değerlendirilmemelidir. Yani bunlar gelecek adına bizim o ülkelerde
garantimizdir. Bizim varlığımızın bunlar nabzıdır. Zayiata meydan vermeyin.
Daha bunun neye ihtiyacı var, nasıl takviye edilmeli, bu demeli, sürekli o
araştırılmalı, daha bir takviye edilmeli, fakat mevcuttan da bir ölçüde taviz
verilmemeli derken yani fevkalâde korumaya alınmalı, katiyyen zayiata meydan
verilmemelidir. Bu açıdan bizim ister bu dairede, ister diğer dairede
arkadaşlarımızın korunması çok önemlidir. Bu koruma mevzuunda işte arz ettiğim
gibi belki işin esnekliğinden istifade edilebilir. Esnek olun, sivrilmeden can
damarları içinde dolanın. Bu açıdan, diğer taraftan bu kanun ve kuralları
kullanma, biraz önce anlattığım esneklik içinde, diğer taraftan bir kanun ve
kural adamı olma imajını uyarmak, yani harfiyen riayet ediyor bunlar denmeli,
denmeli ki muntazam terfilerin arkasında bir ölçüde bu vardır. Ve sizin ilerki
dönemde daha hayati, daha
6
önemli yerlere gelmenizin arkasında da bu vardır. Yani
sivrilmeden mevcudiyetinizi hissettirmeden çok ilerilere gitmek, iş de bu iki
müessesede olduğu gibi hayati, dinamik bir kısım müesseselerde söz konusudur.
Ta ilerilere gitme, böyle can damarları içinde dolaşma ve eğer dönülüp
gelinecekse yara alınmadan, hissettirilmeden dönüp geriye gelme meselesi
geleceğimizin adına çok esaslı hususlardır” (10).
“Hâlâ bu sistem devam ediyor ve bu sistem içinde
arkadaşlarımız istikbale yürüyeceklerdir. Öyleyse o sistemin püf noktalarını
bilmeleri lâzım, keşfetmeleri lâzım, aşmaları lâzım, hava boşluğu gibi bu da
meselenin diğer yanıdır. Bir diğer yanı da, ister adliyede, ister mülkiyede
arkadaşlarımız gittikleri yerlerde daha rahat iş yapmaları, tutunmaları,
büyümeleri, kaymakam iseler vali olmaları, sıradan bir hakim iseler, şayet
taktir toplayan bir hakim olmaları, biraz orada da böyle taşra teşkilâtında,
siyasi güçlerle, siyasi kuvvetlerle de belli ölçüde bize yüzde yüz ters olan
insanlarla açık bir diyalog olmasa bile onlarla da böyle çatışmamalı, fakat az
buçuk böyle aynı cephe sayabilecekleri yani duygumuza, düşüncemize, siyasi
mülahaza ile bile sıcak bakan ve sizi bütün, bütün ret etmeyen bir çevre içinde
mütalaa edebileceğimiz siyasiler vardır. Refahtan bugünkü manasıyla, DYP’ye
kadar yaşayan bir şeydir, siyasi yelpazedir. Bu insanlarla çatışmadan onlarla
aramızdaki farkı, müşterekleri ortaya koyarak, o çizgide belli bir münasebet
tesisinde yarar var bence” (11). “Meselâ geldi Mahmut Efendi, sizin kafanız
gide gide onların mübarek sarıklarına, cübbelerine takılır. O önemli bir vazife
...gören o zat, bana göre çok önemli, ama hayatı bazı ünitelerinde, bazı sahalarında,
bazı kimselerin öyle olmasında yarar var yani, hazret o hususa kilitlenmiş
olduğundan dolayı o işin dışındaki işler Allah kapalı tutuyor olabilir ona,
neden yani, demiştir ki benim Mahmut’cuğum sen fazla dağılma o türlü şeylere,
sen çarşafı, sen şalvarı, sen cüppeyi, sen sarığı propaganda et. Bu çok
lüzumlu. Hakikaten gençler için fena duygulara, fena düşüncelere karşı sakal
kadar koruyucu, başka bir sütre yoktur, şalvar da o sütre yanında ayrı bir
sütredir, cüppe de ayrı bir sütredir. Mahmut Efendi’nin sizin gözünüze ilişen
şalvarına, sarığına, sakalına, gözünüze iliştiği zaman bile bu meselenin makûl
mahmilini bulacak, çözeceksiniz. Kaldı ki, onun için bu yana bakın, tenkit
edeceğiniz yani sizin böyle olunca meselâ EMNİYET TEŞKİLÂTINA nasıl girecek bu
insanlar, bu insanlar nasıl VALİ olacaklar, KAYMAKAM olacaklar, birader
takılma, onu sen yetiştir, başkası yetiştirsin” (12). “İster maddi güçleri
bakımından, isterse kendi ülkelerindeki güç kaynakları ve gücü temsil eden
kaynaklar bakımından, isterse maddi güçleri bakımından, isterse ilim mahfilleri
açısından, isterse toplumun büyük kesimlerine, büyük kısımlarına, bu duygu ve
düşünceyle ulaşma açısından, belli bir noktaya, belli bir kıvama gelecekleri
ana kadar, bu şekilde hizmete devam etmeleri şart, zaruri, lüzumlu. Yanlış bir
şey yapar, kıvama ulaşılmadan, özleriyle tam bütünleşmeden, gereken mesafe
alınmadan, bir kısım erken huruç diyebileceğimiz çıkışlar yapılırsa, dünya
başlarını ezer ve müslümanlara Cezayir’deki hadise gibi yeni bir hadise yaşatırlar.
Suriye’deki gibi 82 vak’ası gibi bir fecaat ve fezaat yaşatırlar.... Bir
yanlışlık bize falso yaşatır ve bu falso ile yediğimiz mağlubiyeti telafi
edemeyiz, yanlışı telafi edemeyiz. Bu sefer onlar sizi kıskıvrak derdest eder,
bir daha belinizi doğrultmanıza fırsat vermezler hafizanallah.... Dünya
firavunlar çağını yaşıyor, toprak firavun bitirmek için pek münbit, öyle bir
dönemde tam özünüzü bulabileceğiniz , kıvama gelebileceğiniz ana kadar, dünyayı
sırtınıza alıp taşıyabilecek güce ulaşabileceğiniz ana kadar o gücü temsil
edeceğiniz elinizde olacak ana kadar, Türkiye’deki devlet yapısı ölçüsüne göre
bütün anayasal müesseselerdeki güç ve kuvveti cephenize çekeceğiniz ana kadar
her adım, erken sayılır, her adım 20 gününü doldurmadan yumurtayı kırma gibi
bir şeydir, civcivleri terk eden kuluçka gibi, civcivleri doluya, fırtınaya
terketmek gibi bir şeydir ve burada yapılan şeyler mikro planda dünyayla bir
gün hesaplaşacak bu arkadaşların,
hesaplaşma yollarını öğretme işidir. Talim ve terbiye işidir, böylesine feleğin
çemberinden geçenler inşallah geleceğin fikir işçileri olarak kendi dünyalarını
kuracaklar, feleğin çemberinden geçmeyen insanlar kendi acemiliklerine,
toyluklarına takılacaklar ve tabii kendi ülkeleri de kendilerinden zarar
görecek. Biz buyuz, sesimiz soluğumuz bu, bunca kalabalık içerisinde duygu ve
düşüncelerimi sözde mahremce anlattım ama size mahremiyete sadık, mahremiyet
mevzuunda hassas duygularınıza sığınarak anlattım. Biliyorum ki, elinizdeki
meyve suları, boş kutularını dışarı çıkarken, bir çöp kutusuna attığınız gibi
bu düşünceleri de açık olma yoluyla çöp kutularına atıp gideceksiniz, arz
edebildim mi evet, sırrım senin esirindir söylersen esiri olursun” (13).
“Şimdi elalem sizi biliyordur, sizi potansiyel bir tehlike
olarak da biliyordur, yolun nereye gittiğini de biliyordur, yol ayrımında siz
ne tarafa yol aldığınızı da biliyordur ve bir gün gidip bu yolların nereye
dayandığını da biliyordur. Fakat sık sık böyle işle yolun bir kesiminde durup
onlara yeniden, bir kere daha kükreme, bir kere daha haykırma, tahrik edici
halimizi bir kere daha
7
hatırlatma, bir kere daha hatırlatma demektir. Arz edebiliyor
muyum? İşte bu da düşmanı tahriktir, bence. Yani hasımlarınızı tahriktir, şimdi
evlerinizde hani bu durumun çok iyi alınması, değerlendirilmesi her zaman
sözkonusudur. Sizi biliyorlardır ama, merdivenleri çıkarken ben şahsen evlerde
kaldığımız zaman ayaklarımın altının lâstik olmasına dikkat etmişimdir, yani
tak tak takunyalarla değil, ayağımı bastığım zaman alttakine duyurmayacağım
şekilde lâstik ayakkabılarla o merdivenleri inip çıkmaya tercih etmişimdir, o
sandalyeye dikkat etmişimdir” (14). “Ama her doğruyu her zaman söylemek doğru
değildir.... Dünya sizi yakın takibe almışsa, böyle sadece söz yanı ağır, ağır
olan, söz yanı ağır diyorum, iddia yanı ağır olan o tür şeylerle, koskocaman
bir dünyayı tahrit etmiş, üzerinize saldırtmış, yaşama hatta dini neşretme
şartlarını ağırlaştırmış, hizmet atmosferi içinde yaşanmaz hale getirmiş oluruz
ki, o davaya samimiyet ve sadakatinizden daha çok, ihanetiniz manasına
gelir...” (12). “... Halbuki gündem belirlemek ve hadiselerin nabzını elde
tutabilmek için devamlı fikir ve düşünce üreten bir ‘Kadro’ya ve bu düşünceleri
pratiğe dökebilecek ‘dinamik insanlara’ ihtiyaç vardır. Tabii bütün bunlar,
birer plan ve program gerektiren işlerdir. Sonra bu düşüncelerin hayata
geçirilmesi için vasat ve ortamın müsait hale gelmesi de şarttır. Demek oluyor
ki meselenin bir düşünce ve fikir olarak hazırlanması, bir de bu düşünce ve
fikirlerin hayata geçirilmesi yönleri var. Biz bunların bütününe plan ve
program diyoruz” (13). “Dengeli bir hizmet eri, söyleyeceği şeyleri hemen
söylemez. O bilir ki, söylenmesi gereken her şeyi şimdi söylerse, kendisine
hayat hakkı tanımayanlar çıkabilir. Şartlar aleyhinde ağırlaştırılabilir,
dolayısıyla da sıkıntılı bir atmosfere düşebilir” (14). “Herhangi bir hizmette
bulunan ve bir hizmeti temsil eden kimseler için, tehlikeli bir takım düşünce
ve davranışlar vardır. Bunlar bazen çok masum görünseler de, hizmet erleri için
tehlike arzederler... En gizli ve en masum düşünce ve mülahazalarımızın dahi
ciddi bir kontrole tâbi tutulması gerekmektedir (Fethullah Gülen, Fasıldan
Fasıla, C. 1, s. 145-46)”. “Din-i mübin-i İslâm’a hizmet eden herkes neferdir.
Dolayısıyla, bu hizmette askeri disiplin çok önemlidir. Şeklen asker değiliz
ama, ruhen askeriz ve öyle de olmalıyız, hatta öyle olmak mecburiyetindeyiz. Bu
sebeple, İslâmi hizmetlerde nefer olduğunu idrak edemeyen ve neferliğe ters
tutumlar içine giren herkes, mutlaka, ama mutlaka bunun cezasını çeker” (15).
“Taktik ve stratejiler söylenmez. Söylendiği an, onun bir taktik olma hüviyeti
ortadan kalkar. Stratejiler sadece tatbik edilir. Bazan da bu stratejinin işin
başında bulunan insandan başka kimse tarafından bilinmemesi gerekir” (16).
“Nihai hedefe ulaşana kadar, yani sonuca ulaşıncaya kadar, her yöntem, her yol
mübahtır. Bunun içerisine yalan söylemek de, insanları aldatmak da girer” (17).
“Siz bir sivilsiniz, silahlarınız yok, kuvvet ve kudretiniz de sermayeniz kadar
... oysa askerde tek başına bile olsanız, iktidarınız, silahınız, ferdi
kabiliyet ve cesaretinizin yanı sıra, içinde bulunduğunuz birliğin kuvvet ve
iktidarını da yanınızda bulur ve yerinde bir paşayı, hatta bir orduyu bile esir
edebilirsiniz” (18). “Öyleyse, geleceği kucaklayıp planlayanlar, oturup onu
bekleyeceğine, kendilerini ona asker olarak yetiştirme gayreti içine
girmelidirler. Tâ ki geldiğinde hazır olan askerinin başına geçebilsin” (19).
“Evet, Allah Rasülü etrafında her zaman işte böyle
serdengeçtiler oldu, fakat o, hayatının hiçbir anında, ama hiçbir tedbirde
kusur etmedi. Kuvvet dengesinin olmadığı bir yerde ortaya atılmasının hezimet
ve mağlubiyetle neticeleneceğini herkesten iyi değerlendirdi ve bu sebeple de
stratejisini hep temkin ve tedbir ile örgütledi” (20). "İhtiyat, bir iş ve
bir hamlede zarar ihtimallerine karşı ve maruz kalınan musibetler neticesinde
ah u vaha düşmemek için ehemmiyetli bir davranıştır. Sebeplere tevessülde
gerekli hazırlığı yapmamış nice müteşebbis vardır ki, neticede ya dizini döver
ya da kadere taş atar.... Bir hamle ve teşebbüste hedef alınan netice ne kadar
büyükse, o uğurda gerekli görülen tedbirlere riayet de o nispette
ehemmiyetlidir.... İhtiyatlı olma, korkup geriye durmaktan tamamen farklı
olduğu gibi, tedbirsizce davranışların da cesaret ve yiğitlikle hiçbir alakası yoktur.... Her kötü haslet
gibi, sırf bir aldatmaca olan kitle ruh haletiyle yine kitle avına çıkmak,
Batının bize armağan ettiği şeylerdendir. Bu sakat ve nesebi gayrisahih
düşünceyi benimseyenlere göre, bir yumurtanın başında bir sürü 'gak gak gıdak'
normal görülse de, bize göre her milli mesele, bir mercan sabrı ve sessizliği
içinde, en
8
kuytu yerlerde ve mercan kuluçkalarının ızdıraplı, fakat
gürültüsüz hallerine uygun bir çizgide cereyan etmelidir" (21). “Sizin
gibi düşünmeyip farklı dünya görüşüne sahip karşısına acele çıkılmamalı...
Yoksa bizim gibi düşünmüyorlar diye bir bir uzaklaştırılan veya uzaklaşan bu
gayr-ı memnunlar, dev dev kitleler meydana getirerek karşınıza çıkıp sizi yerle
bir edebilirler” (22). “Evet, denge gözetilmediğinde, hezimet ve mağlubiyetin
kaçınılmaz olduğu şartlarda kahramanlık gösterisi sadece ihanettir” (23).
“...bir yandan hasım cepheyi, mükemmel işleyen HABERALMA TEŞKİLATIYLA içinden
tanırken, öte yandan da hasım cephenin aynı faaliyetlerine kendi içimizde
sürdürmesine müsaade edilmemeli ve imkân tanınmamalıdır.... Evet, devlet ve
milletin bekası ve hayatiyeti adına önem arzeden her dinamiğin üzerinde
etraflıca durmalı, bu dinamikleri sistematik hale getirmeli, günümüzün teknolojik
imkânlarından da faydalanarak bu faaliyetleri gerçekleştirmeli ... ve bilhassa
HABER-ALMA hususunda her zaman hasım cephenin çok önünde olunmalıdır” (24).
2. RESMİ BELGELERDE İSTİHBARAT SAVAŞIMI: CUMHURİYETÇİLER VE
MÜRİTLER
Fethullah Gülen’in “hasım cephe”den neyi kastettiğini
açıklamaya herhalde gerek yoktur. Gülen, bu direktifiyle, şeriat doğrultusunda
silbaştan yeniden yapılanmayı öngördükleri devletin içine sızılmasını; devlet
gücünü kullanarak devlet ve rejim taraftarlarını sindirmeyi, etkisizleştirmeyi
ve de bu amaç doğrultusunda istihbarat örgütlerinin hem haberalma ve hem de
T.S.K.’ne karşı alternatif silahlı güç olarak önemine işaret etmektedir.
Nitekim, Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Fethullah Gülen İddianamesi’nde bu
husus şu cümlelerle teyid edilmektedir:
“Türk Silahlı Kuvvetlerine karşı uyguladığı politika, hoş görünme, Türk
Silahlı Kuvvetlerine karşı bazı politikalardan alınmış tavizlerle, polisi
güçlendirme, böylece denge sağlama, etkinleştiği polis camiasını gerektiğinde
Türk Silahlı Kuvvetleri’ne karşı kullanma şeklindedir” “Fethullah Gülen
Grubunun başta Milli Eğitim ve Emniyet Teşkilâtı olmak üzere bütün devlet
kadrolarına sızma çalışmaları yaptığı ve önemli ölçüde bu faaliyetlerinde
muvaffak olduğu bilinmektedir” (25). Hatırlanacağı üzere, fethullahçı yapılanma
içinde oluşturulan ve sivil istihbarat örgütleri içinde yuvalanan “sivil istihbarat” örgü hakkında ilk
suçduyurusu, “Yeni HAYAT” Dergisi sayfalarından yapılmıştır (26). Emniyet içindeki
kadrolaşma, farklı istihbarat birimleri tarafından hazırlanan raporlarda (27)
vurgulanmış; eski bir Polis Akademisi öğrencisi olan gazeteci Zübeyr Kındıra
tarafından “Fethullah’ın Copları” ismiyle kitaplaştırılmış ve ardından
Fethullah Gülen’in yargılandığı Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde tanık
olarak dinlenen Emniyet Müdürleri Cevdet Saral ve Osman Ak’ın
dehşetengiz açıklamalarıyla bir kere daha gündemde yeralmıştır. Emniyet Müdürü
Osman Ak’ın, hayli uzun ve çarpıcı tanık ifadesini, Cumhuriyet şöyle
yayınlamıştır: “... Bu raporda, Polis
Koleji’nin yüzde 50’sinin bu grupla temas halinde olduğunu yazıyordu. Bu zamana
kadar bir cezalandırma olmadığına göre, karşıdaki insanlar en az başkomiser
rütbesinde bulunuyor. Biz İstihbarat Daire Başkanına yazdığımız kişiye özel ve
çok gizli yazıların nasıl sızdığını anlıyamıyorduk. Ama daha sonra 92’deki bu
listede yer alan bir ismin, İstihbarat Daire Başkanı Sabri Uzun’un Özel Kalem
Amiri olduğunu gördük. Kişiye özel bilgilerin nasıl sızdığını anladık.... Ak,
devlette devamlılığın esas olduğunu, ancak görevden ayrılmalarının ardından
resmi makamlara intikal ettirdikleri değerlendirme ve çalışma rapor ve
belgelerin yok edildiğini öne sürerek, Gülen’in Diyanet’te eski Diyanet İşleri
Başkan Yardımcılarından Yaşar Tunagür ve Abdurrahim Gürle isimli kişiyle nasıl
örgütlenmeye gittiklerine ilişkin elde ettikleri belgeyi mahkemeye sundu....
Ak, Gülen yandaşlarının, düzenledikleri himmet toplantılarıyla yardım
topladıklarını bildirdi. Ak, ‘Haşhaşileri andıran bir yapılanma olduğunu
görüyoruz” dedi. Rapor hazırladıkları dönemde irticacıların kendilerini
gizlemeye başladıklarını söyleyen Ak, “Maskeleme mantığı Usame Bin Ladin’le
benzerlik gösteriyor. Maskeyi düşürüp gerçek yüzleri ortaya çıksaydı,
kandırılmış insanlar gerçeği görecekti. Ben Usame Bin Ladin benzeri bir örgütlenme olduğunu
değerlendiriyorum’ dedi.... Osman Ak şunları söyledi: ‘Bu soruşturma, sonunda,
soruşturanın soruşturulmasına dönüşmüştür. Bizden sonra soruşturmanın örtbas
edildiği kanaatindeyim. Fethullahçı olduğuna inandığım meslekdaşlarım şu anda
önemli görevlerde. Benim cezalandırılmamı
9
isteyenlerden birisi TEMÜH, diğeri Asayiş Daire Başkanı.
Böyle bir İstihbarat Daire Başkanı da var. Benim teşkilâtımın maalesef şu anda
ZAPTEDİLDİĞİ kanaatindeyim’. Ak,
mahkemenin anlattıklarıyla yetinmeyerek emniyetin ilgili birimlerine yazı
yazacağını, ancak mahkemenin, Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat, Terörle
Mücadele Şubesi ve Asayiş Daire Başkanlıklarından, Gülen örgütlenmesi konusunda
‘sağlıklı bilgi alamayacağını’ öne sürdü. Fethullahçıların devletin tüm
kurumlarına sızdığını belirten Ak, Gülen’in adının siyasi bağlantıları
dolayısıyla Susurluk Raporu’ndan çıkarıldığını iddia etti. Ak, Gülen örgütünün
silâha gerek duymadığını, çünkü silâhlı yanını polis içindeki örgütlenmenin
oluşturduğunu savundu” (28). Emniyet
Müdürü Osman Ak’ın sözkonusu davanın 10. Celsesinde (12.11.2001) tanık olarak
verdiği ifadede kısmen değindiği Polis Koleji ile ilgili bilgiler, Polis
Akademisi, Polis Koleji, Polis Okulları gibi eğitim ve öğretim kurumlarındaki
“Fethullah Hocanın Talebeleri” adlı örgütün soruşturulması kapsamında yer
almıştır. Buna göre, Teftiş Kurulu Başkanlığı’nın 24.10.1991 gün ve 91/316
sayılı bilgi talebine karşılık İstihbarat Daire Başkanlığı’nın 10 Mart 1992 gün
ve 1992/79 sayılı yazısında şöyle denilmektedir: “Elde edilen bilgiler
doğrultusunda yapılan takip, tarassut ve tahkikatlarda Ankara Polis Koleji
öğrencilerinin % 50’sine yakın bir kesimi ile çeşitli şekillerde temas kuran
örgüt elemanları, kendilerine yakın olanlar üzerindeki ajitasyon çalışmalarını
sistemli olarak yürütmektedirler. Örgütün yapılanmadaki temel stratejisine
bağlı olarak devlet dairelerinin önemli yerlerine yerleşme planını, en tabanda
uygulamaya koymaları teşkilâtımızda da gözlenmektedir. Gelecekte Emniyet
Teşkilâtı’nın bürokratlarını oluşturacak Polis Koleji öğrencilerinin, koleje
seçiminden itibaren her aşamada sistematik bir çalışmanın yürütüldüğü
görülmektedir. Örgütün tüm yurt sathında çeşitli görünümler altında kurulu
bulunan vakıf ve evlerde ailelerinin izniyle yerleştirilen zeki, çalışkan
öğrencilerin meslek okullarına yerleştirilme planında, Polis Kolejleri de
payını almıştır. Bu öğrenciler Polis Kolejlerine hiyerarşik sıra içinde, sınıf,
dönem ve okul imamları ve kadrolarının denetiminde, görüşleri doğrultusunda eğitilmektedirler.
Sınıfların ve okulun kendi bünyesinde sorumlu imamları olmasına rağmen, örgüte
karşı asıl sorumlu olan dışarıdan bir üniversite öğrencisidir....” 1980’lerden
başlayan bu kadrolaşma, klasik örnekle “Tavukçuluk Enstitüsü”nde olsa, neyse diyebilirsiniz.
Ama bu tehlike, güvenliğimizi ve tam bağımsızlığımızı birinci derecede
ilgilendiren bir Anayasal kurum yani Emniyet Genel Müdürlüğü’ne bağlı okullar
için sözkonusu olacak ve 1992’de bu olgu, resmi bir soruşturma raporunda yer
alacak ve de hiçbir şey yapılmayacak!.. Bir başka ifadeyle, tamamiyle dış
odaklı fethullahçı tehdit, yok sayılarak görmezlikten gelinecek!.. Gerçekte
sorulacak o kadar çok soru ve sorumlulardan sorulacak o kadar çok hesap var
ki!.. İşte, sadece birkaçı: O tarihlerde öğrenci olanlar, bugün Emniyet’in üst
düzey bürokratları arasında yeralmakta mıdır? Yasadışı yapılanma bağlantısı
nedeniyle kaç öğrencinin ya da mezunun Emniyetle ilişkisi kesilmiştir? Kaçının
terfisi yapılmamıştır ya da geciktirilmiştir? Kaçının fethullahçı hiyerarşideki
yeri ile organik ilişkisi saptanmıştır?
Yasadışı fethullahçı yapılanmaya yönelik istihbarat akışını durduracak;
yasadışı fethullahçı yapılanma çıkarları doğrultusunda polis gücünü kullanmayı
önleyecek ne gibi önlemler alınmıştır? Bu bağlamda hangi ilişkiler deşifre
edilmiştir? Bu soruların cevapları ya da cevapsızlığı, olayın vahametini ortaya
koymaya yeterlidir. 2.1. FETHULLAH
GÜLEN’İN İSTİHBARATÇILARA ÖZEL İLGİSİ
Fethullah Gülen, A.B.D.’ne hicret etmeden önce, Aktüel
Dergisi’ne verdiği demeçte, kendisinin devletin istihbarat birimleri ile
ilişkisini açıklama gereğini duyarak, bu birimlere yaptıkları hakkında
önceden bilgi vermekte olduğunu
söylemiştir. Tabii, bu bilgi alışverişini, kendi müritleri dururken, laik hukuk
sistemini savunan Cumhuriyetçi istihbaratçılarla yaptığına inanmak safdillik
olacaktır. Başka bir kaset konuşmasında, Gazi olaylarının iki ay öncesinden
istihbarat vasıtasıyla öğrendiğini açıklamıştır: “... hatta burada yine bir
kısım istihbari raporlara dayanarak, demeye mezun muyum, değil miyim, bir
hususun kapağını açacağım. Burada bir ukalâlığımı da arz etmemi müsaade eder
misiniz? Bunca böyle bu işte saçlarını ağartmış adamların ukalâlığı olabilir.
Ben iyi bir insan değilim. Gaziosmanpaşa
olayları olmadan evvel, Türkiye’nin her yerinde böyle bir patlama olacağını 1.5
ay evvel ben devletin başındaki insanın en yakınına verdim. Dedim Türkiye’de
birşeyler planlanıyor, raporu okuyun, buna bir dostum verdi bunu. Aleviliği
oyuna getirmek istiyorlar. Türkiye’de bir kısım
10
Aleviler ocak ve bucakları kundaklayacaklar. Avrupa’da bu iş
için çıkardıkları mecmualar var. 1.5 Ay önce evvel ben bunu, raporu verdim,
20-30 sayfalık bir rapor. Alevilerden bazı yerleri vuracaklar ve Sünniler bizi
vurdu diye Alevileri ayaklandıracaklar. Verdim ve bekledim ki devletin
başındaki insanlar bu mevzuda bir çare ararlar. Sonra hata ettiğimi anladım.
Mesela o, medyaya verilebilirdi. O mesele. O bir Samanyolu’nda bir Ayna
programında benim de şahsen o arkadaşı bilmemden ötürü mütalâam alınarak
değerlendirilebilirdi... ” (29). Şayet Fethullah Gülen’i ve fethullahçı
yasadışı yapılanmayı tanımıyorsanız, bu kasedi izlediğinizde, mutlaka bir fikir sahibi olursunuz. Bir devlet
düşünün ki, ulusal birliği ve bütünlüğü açısından tehdit altında. Bu, devletin
istihbarat birimlerince saptanıyor ve raporlaştırılıyor. Buraya kadar tamam;
esas önemli olan buradan sonrası. Bu raporun, hiyerarşiye uygun bir biçimde
makamlara sunulmasından sonra Emniyet Genel Müdürlüğü’ne, oradan İçişleri
Bakanlığı’na ve konunun aciliyeti ve önemi açısından da Cumhurbaşkanlığı ve
Milli Güvenlik Kurulu’na gönderilmesi gerekmez mi? Bu devlet, Türkiye
Cumhuriyeti Devleti olursa, iş değişiyor. Raporu hazırlayan istihbaratçı,
raporunu gereği için Fethullah Gülen’e gönderiyor ve ancak onun “durumun
vahametini idrak etmesinden” sonradır ki, aynı raporun kopyası, yine gayrıresmi
“en üst makam” ya da cemaat hiyerarşisinde “Kainat İmamı” Fethullah Gülen eliyle, bir başka mutemete,
yani halk arasında “Başbakan’ın Gölgesi” olarak ünlenen şahsa iletiliyor. Bu arada, devlet adına
yaşanılan bir çelişkinin de altının çizilmesi gerekiyor: Cemaat hiyerarşisine
göre, bir polis memuru, bir bekçi ya da bir astsubay üst bir konumda ise,
cemaat hiyerarşisinde daha altta bulunan bir Emniyet Müdürü’nün ya da General’in,
devlet ya da kurum hiyerarşisini dikkate
almaksızın, o kişiye “biat” etmesi, bir başka ifadeyle onun emirlerine harfiyen
uyması gerekiyor. Aynışekilde, mübaşirin ya da zabıt kâtibinin “imam” olduğu
bir sistemde, bu mübaşirin ya da zabıt kâtibinin, mürit hâkime emir vermesi,
karar dikte ettirmesi gibi bir sonuç doğuyor. İşte, tarikatların ya da
cemaatlerin güçlenip devlete sızdığı noktalarda, devlet hiyerarşisi resmen
çöküyor. Türk Devleti, en önemli zaafını bu noktada yaşıyor... Devlette, özellikle “Adliye, Mülkiye,
Emniyet ve Ordu” hiyerarşisini altüst eden bu tehlikeli kadrolaşma, Fethullah
Gülen için normal bir süreç anlamına gelmektedir. Gülen, özellikle Emniyet
içindeki yandaşlarını, buram buram takiyye kokan şu cümlelerle mazur göstermeye
çalışmaktadır: “Herkesin bildiği gibi, yıllarca va’z ettim. Hemen her şehirde
konferanslarım oldu. Yayınlanmış pek çok kitabım var. Halkımız Müslümandır ve
dinine bağlıdır. Bu bakımdan, Din ile alâkalı her şeye alâka duyar. En çok da
İDARECİLERİNİN, ASKERİNİN VE POLİSİNİN DİNDAR OLMASINI İSTER. ORDU da, EMNİYET
de halkın bağrından çıkmış insanların teşkil ettiği müesseselerdir. Başka
millet fertlerinin veya fezadan gelmiş varlıkların teşkil ettiği müesseseler
değildir. Dolayısıyla, bunların içinde de çok tabii olarak va’zımı dinlemiş,
kitabımı okumuş, konferansımda bulunmuş, hatta belli bir alâka duymuş insanlar
olabilir. Bu, son derece tabii bir şey değil mi? Sonra ben, kanunlar aleyhinde
bir şey söylemiş veya yazmış değilim ki! Önemli olan, bu insanlar, ORDUNUN ve
EMNİYET’in kaide ve prensipleri aleyhinde faaliyette bulunmuşlar mıdır? Ben, bu
kaide ve prensiplere rağmen bir telkinde bulunmuşum ve onlar da bu telkini esas
alarak, kaide ve prensipleri çiğnemişler midir? Bu tespit edilmelidir ve bu
hususta vaki olmuş tek bir misal gösterilebilir mi? Gösterilmezse, böylesi
iddialarla kafaları bulandırmaya ve ORDUMUZU, EMNİYETİMİZİ milletine ve
milletinin inancına rağmen bir çizgide göstermeğe çalışanların gerçek niyetleri
elbet bir gün ortaya çıkacaktır. Hiçbir şey, uzun süre gizli kalamaz” (30).
Fethullah Gülen, bu açıklamayı, Lynne Emily Webb adlı bir yazara yapmıştır.
Ancak, bugüne kadar Türk Silâhlı Kuvvetleri’nden, fethullahçı oldukları
gerekçesiyle Yüksek Askeri Şura kararları
ile ilişkileri kesilen yüzlerce yandaşının durumlarını ise es geçmiştir.
Gülen’in mantığına göre, Y.A.Ş.’nın gerçek niyeti ne olabilir? Kaldı ki, bu
açıklamayı niçin bir A.B.D. vatandaşına yapma gereğini duymuştur? Bir
Amerikalı, “milletin inancını” daha mı iyi aksettirmektedir? Kaldı ki, Webb,
kitabının 93-142. sayfaları arasındaki bölümüne şu başlığı uygun bulmuştur:
“Fethullah Gülen’den, Aleyhindeki İsnatlara Kesin ve Net Cevaplar”. Bu bölümün
82. sorusunun “e” şıkkında, adıgeçene şu isnat yöneltilmektedir: “Bir yandan
TSK’ne sızarken, diğer yandan, TSK’ne karşı POLİSİ güçlendirerek ....” Ancak,
bu isnada “net ve kesin cevap” beklerken, sadece TSK ile ilgili açıklamaya
karşılık, polisle ilgili bölümün yok sayılarak geçiştirildiğini görürsünüz
(31). Fethullah Gülen’in, istihbarat birimlerindeki yandaşları üzerine bu kadar
çok düşmesinin, cemaat deyimiyle
“hamilik kanatlarını” örtmesinin sayılamayacak kadar çok taktiksel nedeni
bulunmaktadır. Ancak, kişisel nedenler daha da ağır basmaktadır. Örneğin,
“herşeye rağmen”, Fethullah Gülen’e 1996’da resmi koruma tahsis edilmiştir.
Asli görevi ve varlık nedeni, Cumhuriyeti, laik hukuk sistemini, devletin
ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü korumak, Atatürk ilke ve
11
devrimlerine sahip çıkmak olan ve bunun için devletten maaş
alan emniyetçiler, Fethullah Gülen’i
korumak konumuna getirilmişlerdir. İstanbul İl Koruma Komisyonu’nun bu
doğrultudaki kararı, İçişleri Bakanlığı tarafından 30 Temmuz 1996’da
onaylanmıştır. Dahası, kasetlerinin medyada yayınlanarak maskesinin düşürülmesi olayının kısa bir süre
öncesinde Fethullah Gülen, A.B.D.’ne beraberinde resmi korumasını da
götürmüştür. 4 Mayıs 1999’da A.B.D.’ne geçici görevle gönderilen resmi koruma,
22 Eylül 1999 tarihine kadar adıgeçeni “korumuştur” (32). Oysa, çok özel
durumların dışında yurtdışına koruma görevlendirilmemektedir. Hatta, Başbakan
ve İçişleri Bakanı’nın yurtdışı gezileri dışında, Bakanlara da, yüksek
bürokratlara da yurtdışında koruma tahsis edilmemektedir. Yakın tarihimizde bir
istisna olarak, bir dönem parti genel başkanlığı yapan Cem Boyner’e, -o da çok
yönlü girişimlerinin ve de masrafları üstlenmesinin sonucunda- bir
yurtdışı gezisinde koruma tahsisi
yapılmıştır. İlkokul mezunu, emekli vaizlikten müstafi, hakkında çeşitli
defalar soruşturma açılmış, tutuklama kararı çıkarılmış ve uzun süreyle
aranmış, dahası yaptıkları ve yapacakları çok iyi bilinen ve DGM’de dava
açılması her an sözkonusu olan bir kişiye, yani Fethullah Gülen’e, yurtdışına
yargılamadan kaçarken –pardon, tedaviye giderken- İçişleri Bakanı oluru ile
resmi koruma tahsis edilmesi, kuşatılmışlığın boyutlarını ve cüretini
göstermesi açısından büyük önem taşımaktadır. Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Muammer
Aksoy ve Ahmet Taner Kışlalı gibi Cumhuriyet aydını yurtseverleri kendi
sınırları içinde korumayan-koruyamayan Emniyet’in, adıgeçeni hem de yurtdışında
kimden koruduğu (!) ise apayrı bir araştırma konusudur... 2.2. İSTİHBARAT DAİRE BAŞKANLIĞI’NIN “İSTİHBARAT
BÜLTENİ”
Diğer taraftan, M.İ.T., Jandarma Genel Komutanlığı gibi
ilgili kurum ve kuruluşların fethullahçı yapılanmayı deşifre eden raporlarına
karşılık, Emniyet Genel Müdürlüğü’nce yayınlanan “İstihbarat Bülteni”nin Temmuz
1998 tarihli ve 70 No.lu nüshasında, olması gereken istihbaratçı
perspektifinden değil de, bir sempatizan, bir muhip perspektifinden yapıldığı
kuşkusu uyandıran değerlendirmelere yer verilmiştir: “... 1970’li yıllarda
başlamış olduğu çalışmalarını, çizgisini hiç değiştirmeden günümüze kadar
getiren Fethullah GÜLEN’in, bilhassa son dönemler itibariyle, geniş açılımlar
sergilediği ve toplumumuzdaki bütün kesimlerle diyalog kurma yönünde çaba
sarfettiği gözlenmektedir. Son olarak; TÜRKİYE GAZETECİLER VE YAZARLAR VAKFI
bünyesinde yürütülen ve değişik görüşlere sahip olan kesimleri birbirine
yakınlaştırma yönündeki gayretleri de bu doğrultudaki yaklaşımlarının bir
sonucudur. F. GÜLEN, ılımlı islami yorumları, dini değerlerin siyasal hedeflere
alet edilmemesi yolundaki telkinleri ve farklı kesimlerle diyalog arayışlarının
yanı sıra bilhassa Papa başta olmak üzere Yahudi ve Hristiyan din adamları ile
kurduğu irtibatlar nedeniyle de, dini motifli terör örgütleri ve radikal dini
gruplarca yoğun biçimde eleştirilmiştir.
Şu anki durum itibariyle ülkemizde en geniş tabana hitap ettiği bilinen
grup, genelde eğitim düzeyi yüksek şahıslardan oluşmaktadır. Kendi amaçlarını,
Türkiye Cumhuriyeti’nin dünya çapında önemli bir devlet olma potansiyeline
sahip olduğu gerçeğinden hareketle, eğitim faaliyetleri ile bu sürece katkı
sağlama ve bunun gerçekleşmesi için de ülkede toplumsal barışa hizmet etme
olarak açıklayan grubun siyasi yelpazede ağırlığını Demokrat Parti çizgisini
takip eden sağ partilerden yana koyduğu da bilinen hususlar arasında yer
almaktadır. Yurtdışında ve yurtiçinde açılan eğitim kurumları çerçevesinde
yürütülen faaliyetlerin mali giderlerinin kurulan şirketler vasıtasıyla
karşılandığı bilinmektedir. Her il ve ilçenin durumuna göre yurtdışındaki bir
ülkenin veya ülkelerdeki birkaç okulun tüm masraflarını karşılayacak şekilde
planlamalar yapıldığı ve masrafların bu şekilde taksim edilmek suretiyle yurtiçinden
karşılandığı bilinmektedir. Son dönemde kamuoyunda önemli tartışmalara yol açan
8 Yıllık Eğitim ve Türban konusundaki uygulamalarla ilgili olarak da, bu tarz
meselelerin dinin aslından olmayıp teferruat olduğu, dolayısıyla da bu
konuların toplumsal huzur ve barışı zedeleyecek ölçüde tırmandırılmasının
zararlı olacağı görüşünü savunan F. GÜLEN Grubunun, geleneksel ılımlı
tavırlarına uygun olarak tutumunu devam ettirdiği gözlemlenmiştir. Gruba ait
ülkemizde faaliyet gösteren eğitim öğretim kurumlarından bazıları aşağıda
belirtilmiştir: İzmir Yamanlar Fen Lisesi, İstanbul Fatih Koleji, İstanbul
Safiye Sultan Kız Lisesi, Mersin Yıldırımhan Lisesi, Ankara Samanyolu Lisesi,
Van Serhat Lisesi, Denizli Server Lisesi, Erzurum
12
Aziziye Lisesi, Erzincan Otlukbeli Lisesi, Eskişehir Ertuğrul
Gazi Lisesi, Sakarya Işık Lisesi, Manisa Şehzade Mehmet Türk Lisesi, Aydın
Nizami Erkek Lisesi, Fatih Üniversitesi. Ayrıca yurtdışında; Özbekistan’da (17)
eğitim kurumu ve (1) Dil Merkezinin bulunduğu, Türkmenistan’da (1) Üniversite,
(13) Ortaöğretim kurumu ve (1) Dil Merkezinin olduğu, Kazakistan’da ise (30)
Lise ve (1) Üniversite, ABD, Kamboçya, Malezya, Bangladeş, Gürcistan,
Kırgızistan, Irak, Romanya, Moldova, Ukrayna, Azerbaycan, Tacikistan,
Arnavutluk, Fas ve Pakistan gibi ülkelerde okullarının bulunduğu bilinmektedir”
(33). Bülten’de, Fethullahçı Grubun yayın organları arasında “Sızıntı Dergisi,
Yeni Ümit, Aksiyon, Zaman Gazetesi, Samanyolu Televizyonu (Stv)”, kuruluşları
arasında da “Akyazılı Orta ve Yüksek Eğitim Vakfı, Türkiye Öğretmenler Vakfı,
Türkiye Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı” birkaç cümlelik açıklamalarla
sayılmıştır (34). Fethullahçı yapılanmanın iç ve dış bağlantıları; sözü edilen
il ve ilçelerden yurtdışındaki okullara para transferinin hangi yasadışı yollardan
gerçekleştirildiği; yapılanma içinde yer alan şirket, eğitim kurumu ve öğrenci
yurtları ile ışık evlerinin tam dökümü gibi “teknik” hususlara yer
vermeyen bu “İstihbarat Bülten”i, sözkonusu yasadışı yapılanmanın
eriştiği güç düzeyini ortaya koymaya, bu konuda fikir oluşturmaya yeterli bir belgedir. Fethullahsever
istihbaratçılar tarafından kaleme alındığı anlaşılan bu bülten, “Aylık
İstihbarat Bülteni Dağıtım Planı”na uygun biçimde, “Hizmete Özel” çerçevede
dağıtılmaktadır: İç dağıtımda, İçişleri Bakanlığı, Özel Harekât Daire
Başkanlığı, TEMÜH Daire Başkanlığı, Kaç. Ve Org. Suç. Mücadele Daire
Başkanlığı, Güvenlik Daire Başkanlığı, Asayiş Daire Başkanlığı, Valilikler, İl
Emniyet Müdürlükleri; dış dağıtımda ise, Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, Genelkurmay
Başkanlığı, Dışişleri Bakanlığı, Adalet Bakanlığı, Milli Güvenlik Kurulu Genel
Sekreterliği, MİT Müsteşarlığı, Jandarma Genel Komutanlığı, OHAL Bölge Valiliği
ve Devlet Güvenlik Mahkemeleri’ne gönderilmektedir. Dağıtım Planında kesinlikle
Fethullah Gülen’in adı geçmemektedir. Oysa, yasadışı yapılanmayı sadece
“Fethullah Gülen Grubu” olarak takdime kalkışanlar, bu bülteni hocaefendilerine
de takdime cüret etmişler midir? Bilinen o ki, bu araştırmada kullanılan tüm
istihbarat raporları gibi, bu bülten de, yapılanma hiyerarşisinde yer alan
ortalama her “semt imamı”nın ve de üstündekilerin “uhdesinde” bulunmaktadır. Bu
“Hizmete Özel” belgenin, Fethullah Gülen’in eline geçtiğini kanıtlamak elbette
ki olanaksızdır, diye düşünüyorsanız, yanılıyorsunuzdur. İşte, bu konuda bizzat
Fethullah Gülen, itirafı ile yardımımıza
(!) yetişmektedir: “...burada daha önemli bir hususu arzetmek istiyorum; adları
telefon dinleme skandalına karışanlar, bir suçlamada bulunuyorlar. Bunlar, bir
şehir emniyetinin istihbarat mensupları. Buna karşılık, Emniyet Genel Müdürlüğü
İstihbarat Daire Başkanlığı’nın yani DAHA ÜST VE DAHA YETKİLİ BİR MAKAMIN, bir
gazetede yer alan çok açık ifadeleri var. Bu makamın İSTİHBARAT BÜLTENİ’nde ve
Terörizm Sorunu ve Türkiye başlıklı kitabında Müslüman bir kişinin terörist
olamayacağı benim bazı yazı örneklerimden verilerek açıklanıyor ve islam adına
takip ettiğim çizginin hiçbir zaman değişmediği ve bunun ılımlı bir din
anlayışına dayandığı, dini siyasi hedeflere alet etmekten uzak, hatta böyle bir
şeye karşı olduğum vurgulanıyor. Bu görüşlerimden dolayı radikal dini gruplarca
eleştirildiğim ifade ediliyor. Şimdi bizzat yazdıklarıma, söylediklerime ve
yaptıklarıma dayanarak verilmiş bir en üst Emniyet istihbarat raporu mu
geçerlidir, yoksa, büyük bir skandala adı karışanların can havliyle basına
sızdırdığı ve yazıp söylediklerimi keyiflerince yorumlayanların verdikleri
manalarla anlamadıklarını ortaya koyanların çelişkilerle dolu iddiaları mı
geçerlidir? Kararı kamuoyunun vicdanına ve gerçek hukuk anlayışına havale
ediyorum. Bir diğer husus da, yanlışlıkla fakire atfedilen, fakat temelde her
kesimden millet evladlarının ortaya koyduğu hizmetler, yapılan bir ankette de
ispatlandığı gibi, halkımızın büyük çoğunluğunun tasvibine mazhar olmuş
hizmetlerdir. Bu çoğunluk ki, içinde siyasi, gayr-i siyasi, Sünni-Alevi, her
kesimden insan var. Hatta, Katolik, Ortodoks, Musevi ve Süryani cemaatlerinden
ve işadamlarından, dahası spor ve san’at camiasından pek çok insan var. Acaba
bütün bu insanlar aldanıyor da, sadece adları garip bir skandala karışmış
birkaç memur mu gerçeği görüyor?” (35). Önce, Fethullah Gülen’in kendini
savunurken, ortaya koyduğu çelişkilerin yanıtlanması gerekmektedir: Türkiye’de
kaç müstafi seyyar vaiz, istihbarat raporlarına konu olmaktadır? Sözkonusu
istihbarat raporları, Fethullah Gülen’in eline nasıl geçmiştir? Dağıtım
Planı’nda belirtilmeyen bir hocaefendilik makamı mı sözkonusudur ki, bu
raporlar adıgeçenin bilgisine ve yorumuna sunulmuştur? Fethullah Gülen’in
yukarıdaki açıklamasının üzerinden bugüne üç yıl geçmiş
13
olup, bu konuda bir “köstebek” araştırması ve soruşturması
yürütülmüş müdür? Değilse, neden ve niçin? İhmali görülenler hakkında da
soruşturma açılmış mıdır? Fethullah Gülen’in devletin istihbaratçılarını,
yazdıklarını “doğru ya da keyfi yorumlayanlar” biçimde ikiye ayırma ve
yargılama hakkı bulunmakta mıdır? Ankara Emniyet Müdürlüğü’nce hazırlanan ve
Fethullah Gülen’in haksız ve yetkisiz biçimde
saldırdığı-eleştirdiği-yargıladığı-kategorize ettiği rapor, “İstihbarata Karşı Koyma”
çalışması içerisinde yapılması olası bir “Planlı İstihbarat Operasyonu”
öncesinde, hedef belirlemeye yönelik ön haber çalışması niteliğindedir. Bu
raporla, yasadışı yapılanmanın sadece kuşbakışı fotoğrafı çekilmiştir. Ve bu
rapor, bizzat Fethullah Gülen’in “telefon dinleme skandalı” adını verdiği
olayın sonrasında değil, ÖNCESİNDE hazırlanmıştır. Gülen, sözkonusu raporu
hazırlayan gerçek Cumhuriyet savunucusu istihbaratçılara alenen hakaret etme ve
tahrif hakkını nereden bulmaktadır?
2.3. D.G.M. VE FETHULLAH GÜLEN
ÖRGÜTÜ HAKKINDA İDDİANAME
Diğer taraftan, Fethullah Gülen’in Ankara 2 No.lu Devlet
Güvenlik Mahkemesi’nde yargılanıyor olması, Ankara Emniyet Müdürlüğü’nce
hazırlanan sözkonusu rapordaki istihbarat bulgularının haklılığının ve
güvenilirliğinin bir kanıtıdır. Tıpkı, İddianame’de belirtildiği gibi:
“12.04.1991 tarihli 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu’nun 1 nci maddesinde:
Terör, baskı ve cebir ve şiddet, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit
yollarından biri ile Anayasada belirtilmiş Cumhuriyet niteliklerini, siyasi,
hukuki, sosyal, laik, ekonomik düzenini değiştirmek, devletin ülkesi ve
milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türkiye Devleti’nin ve Cumhuriyetin
varlığını tehlikeye düşürmek, devlet otoritesini zaafa uğratmak, yıkmak veya
ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, devletin iç ve dış
güvenliğini, kamu düzenini veya genel sağlığı bozmak amacıyla bir örgüte mensup
kişi veya kişiler tarafından girişilecek her türlü eylemdir” denilmiştir. Aynı
kanunun 7/1 nci maddesinde ise: 3 ve 4 üncü maddeler ile TCK.’nun 168, 169,
171, 313, 314 ve 315 maddeleri hükümleri saklı kalmak kaydıyla, bu kanunun 1
nci maddesi kapsamına giren örgütleri her ne nam altında olursa olsun kuranlar
veya bunların faaliyetlerini düzenleyenler veya yönetenler cezalandırılır,
denilmektedir. Fethullah GÜLEN’in oluşturduğu örgüt yukarıda izah olunduğu gibi
devletin LAİK YAPISINI YIKMAK amacıyla kurulmuş olup, istişare kurulu, bölge
imamları, şehir imamları, semt imamları, ev imamları gibi illegal yapılanmayla
bütün ülkeyi bir ağ gibi sarmıştır. Yine bu illegal yapılanmaya bağlı olarak
yurt içinde ve yurt dışında legal görünüşlü şirket, okul ve vakıflara sahip
bulunmaktadır. Bu legal ve illegal yapılanması ile büyük ve güçlü görünüm arz
eden örgüt, halk üzerinde bir manevi cebir ve baskı yaratmaktadır. Bu itibarla
örgütün 3713 sayılı kanunun 1 nci maddesi delaletiyle aynı kanunun 7 nci
maddesi kapsamı içinde ele alınması gerekmektedir. Bu iddianame ile ÖRGÜTÜN BAŞI hakkında dava
açılmış olup, örgütün illegal ve legal yapılanması hakkında soruşturma
sürdürülmektedir. XII- NETİCE VE TALEP:
Sanığa isnat edilen suç yukarıda anlatılan delillerle sabit
olduğundan, 2845 sayılı kanunun 9 ve 20 nci maddeleri gereğince yargılamasının
yapılarak, Sanık Fethullah GÜLEN’in hareketine uyan 3713 sayılı Terörle
Mücadele Kanunu’nun 1 nci maddesi delaletiyle aynı kanunun 7 nci maddesinin 1
nci fıkrasının 1 nci cümlesi, TCK’nun 31, 33, 40 maddeleri gereğince
TECZİYESİNE, Emanette bulunan suç eşyalarının TCK’nun 36 ncı maddesi gereğince
MÜSADERESİNE karar verilmesi kamu adına İDDİA olunur. 22.08.2000” (36).
İddianamade, sözkonusu İstihbarat Bülteni değil, Ankara
Emniyet Müdürlüğü’nce hazırlanan -Fethullah Gülen’in aşağıladığı- rapor, kanıt
(16 No.lu kanıt) olarak kullanılmıştır. Kaldı ki, İstihbarata Karşı Koyma
çalışması içinde, doğruluk ve güvenilirlilik ölçütleri, sunan makamın
hiyerarşik sıralamadaki yeri ile doğrudan ilgili değildir. Böyle bir kural ya
da teamül sözkonusu değildir. Fethullah Gülen, kendini yargı yerine koyarak,
görevini yapan istihbaratçıları zan
altında bırakma hakkını ve gücünü nereden almaktadır?
14
2.4. DEVLETE VE
CUMHURİYETE BAĞLI BİR EMNİYET
MÜDÜRÜ’NÜN
SAVUNMA BELGESİ YA DA İSYANI
Temmuz 1998 Tarihli ve 70 No.lu İstihbarat Bülteni’ni kimler
hazırlamış, kaleme almış ve onaylamıştır? Örneğin, o tarihteki İstihbarat Daire
Başkanı, bugün hangi görevdedir? Sözkonusu yasadışı yapılanma ile ilişkilerini
ortaya koyacak bir soruşturma geçirmiş mi, yoksa taltif ile aynı görevde
tutulmaya devam etmekte midir? Bu soruların kilit isminin Sabri Uzun olduğunu
kaydederek, onunla ilgili ifadelerin yeraldığı bir başka soruşturma dosyasından
örnek vermek yerindedir: “... Yine
yazışmalarında ve ifadelerinde Fethullah Gülen ve örgütünün sanki avukatlığına
soyunduğu izlenimi veren Sabri Uzun’un bu örgütlenmeye yönelik düşünce ve
yaklaşımları ile varsa sempatisinin tespiti açısından İstihbarat Daire Başkanı
olarak görev yaptığı süre zarfında bu örgüte ilişkin altında imzası veya parafı
bulunan tüm yazışmalar ile sorumluluğu altında ilgili birimlere intikal
ettirilen haber dağıtım notu, istihbarat notu, broşür, kitap ve benzeri her
türlü dokümanın dosyaya intikalini talep ediyorum. Zira, ifade ve
yazışmalarında ‘...Bu cemaat devir tarikat devri değildir, hakikat devridir
özdeyişiyle tarikatçılığı reddeder (13.06.1999 tarihli ifadesi sayfa 14,
7.05.1999 gün ve 6203 sayılı Sabri Uzun imzalı yazının 3. sayfası) söylemini
kendine temel dayanak olarak gören, Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi
Savcılığı’nın 20.03.1998 tarihli takipsizlik kararına hukuki dayanak olarak
sığınan (aynı ifade sayfa 12, aynı yazı sayfa 2) Sabri Uzun’un, Fethullahçılığı
‘geleneksel islami hareket’ olarak adlandırması ve bir kısım personelin
avukatlığına soyunması bu hususa ilişkin ciddi şüphelerimi arttırmaktadır.
Acaba geçmişte Dev-Yol, DHKP-C, PKK, İBDA-C, Hizbullah gibi örgütlerle ilişki
ya da bağlantısı bulunduğu iddiası ile soruşturmaya muhatap olan ve sonuçta
‘delil bulunamadığından’ takipsizlik kararı verilenleri de aynı mantıkla
değerlendirmekte midir, merak ediyorum. 03.06.1999 tarihli ifadesinin
bütünlüğüne bakıldığında Sabri UZUN’un ifadesine başvuran Sayın Müfettişlerin
böyle bir savunmayı yazılı hale getirmeleri tarihi bir görev olmuştur. Zira,
Fethullah Gülen bizzat bu ifadenin arkasında durmakta, Sabri UZUN’un ifadesini
ve imzasını taşıyan yazıları, bu kesimlerce Fethullahçılığın meşruiyet ve
legalizeliğine gerekçe olarak gösterilmektedir. Bana bu emirler doğrultusunda
yapılan çalışmaların sonuçlarının teşkilât bünyesindeki Fethullah Gülen yandaşlarında
yaratmış olduğu endişe, bu çalışmayı yapanlar aleyhine acilen bir suç üretme
gayretine dönüşmüştür” (37). Yukarıdaki değerlendirmenin yeraldığı yazılı
savunma, Emniyet Müdürü Osman Ak’a ait olup, yasadışı yapılanma mensubu
imamlara, “gücümüz karşısında ezilen, pişman edilen aciz laikçinin hezeyanı”
notuyla, dağıtılmıştır. Gizli yürütülmesi ve de muhafaza edilmesi gereken bir
ifade metninin, cumhuriyet düşmanı kesimin elinde “moral malzemesi” olarak
dağıtılması, konunun bir başka vahim yönünü oluşturmaktadır. Diğer taraftan, gözönünde tutulması gereken
bir başka husus, fethullahçı örgütlenmenin, Emniyet Teşkilâtı içinde bugüne
kadar niçin çözülemediğidir. Bunun da en önemli nedeni, çözecek makam sahiplerinin,
birtakım siyasal denge hesapları ve de koltuk endişeleri ile konuya soğuk
bakmaları, risk üstlenmemeleridir. Bu fırsatçı ve ikiyüzlü politika, Emniyet
Teşkilâtı içinde, statükocu zihniyetin kökleşmesine yolaçmıştır. Değişik
zamanlarda bu örgütlenmenin üzerine
gidenler ise, fethullahçı kadrolar ve yandaşları-işbirlikçileri tarafından
-kendi deyimleri ile- “pişman ve perişan” edilmişlerdir. Örneğin, 1992’de Polis Koleji’ndeki fethullahçı kadrolaşmayı
ilk kez resmi raporları ile ortaya çıkan
müfettişler, daha sonra Teşkilât içinde yükselme şansından mahrum
edilmişlerdir. Fethullah Gülen hakkında en kapsamlı raporu hazırlayan dönemin
Ankara Emniyet Müdürü Cevdet Saral,
İstihbarat’tan sorumlu yardımcısı Osman Ak ve ekibi, o tarihe kadar hiç
kimsenin hayal bile edemeyecekleri bir manüplasyona, kurban edilmişlerdir.
Saral ve Ak, raporlarında, fethullahçı yapılanmaya karşı önerdikleri “PLANLI
İSTİHBARAT OPERASYONU”NUN, tam tersine
kendilerine yapılacağını
hesaplayamamışlardır. Yasal
çerçevede rutin telefon dinleme işlemi, fethullahçıların hareket noktasını
oluşturmuştur. Adına “Telekulak” kod adı
verilen bu “planlı istihbarat operasyonu”nun, fethullahçı yapılanmaya yaklaşık
20 milyon dolara malolduğu önesürülmektedir. Bu operasyon bütçesinin büyük bir
bölümünü oluşturan kamuoyu oluşturma faaliyetleri faslından, Basına önemli
paralar akıtılmıştır. Böylece, medyada,
Cumhurbaşkanlığı telefonları başta olmak üzere, sıradan vatandaşın
telefonlarının dinlenmekte olduğuna ilişkin kanı yaratılma kapsamında, görüntülü-görüntüsüz
yüzlerce haber ve köşe yazısı yeralmıştır. Bu kampanya boyunca, tüm “gizli”
belgeler ve bilgiler, çarpıtılarak, Basına kesintisiz bir enformasyon hizmeti
(!) sunulmuştur. Bu dezenformasyon çalışmaları kapsamında, adıgeçen Emniyet
Müdürlerinin özel
15
hayatları masaya yatırılmış, malvarlıkları adeta didik didik
edilmiştir. Fethullahçı istihbaratçılar, Saral ve Ak aleyhine hiçbir şey
bulamayınca, bu defa çok sayıda soruşturma açılması, bunların sonucunda
disiplin cezası verilmesi, Ağır Ceza’da yargılanmaları gibi hukuksal baskı
mekanizmasını harekete geçirmişlerdir. Bu da yetmemiş, telefonları dinlendiği
önesürülen kişi ve kuruluşlarla birebir temasta bulunularak, İçişleri Bakanlığı
aleyhine tazminat davası açmalarını
sağlamışlardır. Orta vadede ise, idari yargıda takdir olunacak tazminatların,
Saral ve Ak’a rücu edilmesini
sağlayarak, onları maddi anlamda -bir daha asla baş kaldıramayacak
ölçüde- cezalandırmayı öngörmüşlerdir.
Bu operasyon tüm hızıyla sürdürülürken, yoğun çarpıtılmış bilgi bombardımanı
etkisindeki hiç kimse, “Telekulak” kod
adlı kampanyanın gerçek amacının, fethullahçı yapılanmayı dağıtmayı amaçlayan
Cumhuriyet aydını emniyetçilerin cezalandırılarak tasfiyesi olduğunu; yıllardır telefon dinleme prosedürüne uygun olarak
görev yapan ve hâlâ aynı prosedür çerçevesinde ve aynı tekniklerle bu görevi
yerine getiren fethullahçı emniyetçilere neden dokunulmadığını sorgulamamıştır
(aşağıdaki bölümlerde, sözkonusu planlı
istihbarat operasyonunun ayrıntılarına yer verilecektir). Emniyet Genel Müdürlüğü
bünyesinde, Türkiye çapındaki tüm istihbarat faaliyetlerinin en üst düzeydeki
sorumlusu Sabri Uzun’un, bu bağlamda Cumhuriyet’in temel değerlerine, laik
hukuk sistemine, Atatürk ilke ve devrimlerine ve de meslek etiğine olan “samimiyetinin sorgulanması” da kaçınılmaz
olmaktadır. Fethullah Gülen’in takiyyeye yönelik söylemlerine“inanmış görüntüsü
veren” bu sorumlu istihbaratçı, acaba yine aynı kişiye ait aşağıdaki
açıklamaları niçin görmezden gelmektedir? Örnek mi? İşte birkaçı: "Sürekli
ittikaya kendisini salmış, kaptırmış, arayışına girmiş, yakalamış dahasını
arayan, takvanın dahasını arayan derinlerden derin kutsiler... Hz. Muhammed
Mustafa'nın askerleri, Cindullah; Allah ordusu... HİZBUL-LAH; Allah cemaati,
tabiri caizse Allah Partisi... Siyasi boğuşmalar, siyasi partiler karşısında
Allah Partisi....Rüyalarınıza girerler. Hayal alemlerine girdiğiniz zaman sizi
yakalarlar. Misali levhalarla her yerde
sizi kovalarlar. Her köşe başında karşınıza çıkarlar. Bazen kendinizi tam
onların içinde görürsünüz, onlarla beraber kılıç çalıyorsunuz....Duygu ve
düşünce birliğine vardığınız zaman, siz aynı ordunun erleri haline gelirsiniz.
Ve ben bunu size anlatmaya çalışıyorum. Allah'ın askeri olduktan sonra,
kutsiler ordusu olduktan sonra, Allah'ın kulu olduktan sonra, Hz. Muhammed’in
erleri olduktan sonra zaman ve mekan onları ayıramaz" (38). "İç ve
dış mihraklar, ellerindeki terör alternatiflerini daima muhafaza edeceklerdir.
Bunlardan birisi yıpranıp işlemez hale gelince, bir başkası öne sürülecektir.
Nitekim dün, çeşit çeşit isimler altında nice örgütler vardı ve bunlar anarşiyi
komünizm adına körüklüyorlardı. Şimdilerde PKK ve benzeri illegal örgütler de
etnik grupları harekete geçirme çabasındalar. YARININ TÜRKİYE'SİNİ BEKLEYEN EN
KORKUNÇ TERÖR VESİLESİİSE, MEZHEP DUYGUSUNA YENİK DÜŞENLER
OLACAĞA BENZER. BU YENİ TEHLİKE, TERÖR ADINA PKK'DAN ELLİ KAT
DAHA FAZLA BİR
POTANSİYEL GÜCE SAHİPTİR" (39).
“Cihad bir hayır kapısıdır; o kapıdan giren iki hayırdan
birine mutlaka kavuşacaktır. Evet, ya şehid olup ebedi bir hayat, ya da gazi
olup hem dünya, hem ukba nimetlerine kavuşacaktır. İşte bu cihadda bir de böyle
bereket var.... Cihad sözcüğü; içinde bulunulan asır ve şartlara göre
değişkenlik arz eden geniş kapsamlı bir kelimedir. Gün olur, mal-mülk her şey
feda edilerek bu vazife yerine getirilir, zaman gelir, yollar gider bir can
pazarına ulaşılır ve can alınır verilir”(40) .
“Cihad, bir müminin uğruna canını feda edebileceği en tatlı bir mefkûre
ve en yüksek bir idealdir. Zira mümin kendi teri içinde boğulmaya veya kendi
kanı ile abdest alma gibi bir payeyi ancak cihadla elde edebilir” (41). “Bu
mesuliyetin yerine getirilmesinde hayatımız bile söz konusu olmayabilir. Esasen
bu mukavelenin önemli bir buudunu da ölümü göze almak teşkil etmektedir” (42).
“Evet, her ferd, ben niye fiili mücahedenin önünde, ön cephede, ölüm ilk defa
kendine gelecekler arasında ... yerini alamadım dememesi ve bu teessürü
vicdanında duymaması için şimdiden kendini şartlandırmalıdır. Evet, artık söz
değil, hamle ve aksiyon devri” (43). Fethullahçı takiyyecilerin iddia ettikleri
gibi, cihaddan murat, insanın kendi nefsiyle mücadelesiyse, kanla abdest alma,
can pazarında can alınıp verme, mezhep terörü, hizbullah övgüsü de, herhalde bu
mücadelenin, masum (!) ve iyiniyetli (!) ritüel ve taktikleri olsa gerek...
2.5. ANKARA EMNİYET MÜDÜRLÜĞÜ’NÜN
FETHULLAHÇILAR RAPORU
16
Fethullah Gülen’i böylesine kızdıran ve müritlerini
sorumlulardan intikam alınması-misilleme yapılması doğrultusunda harekete
geçiren 18.3 1999 tarih ve 1820-99 (B.05.1.EGM.4.06.00.06) sayılı GİZLİ yazı
ile 16.4.1999 tarih ve 2393-99 (B.05.1.egm.4.06.00.06) sayılı GİZLİ yazı ile
eklerindeki, toplam 79 sayfalık raporda, sözkonusu İstihbarat Bülteni’nin
aksine, son derecede önemli saptamalar dikkat çekmektedir: “Fethullah Gülen,
hasım cephe (laik cephe olabilir) ile ilgili net bilgiler alıp karşı tedbir
geliştirmek için istihbarat faaliyetlerinde bulunmayı da ihmal etmemektedir. Bu
tür ihmallerin kendilerine çok pahalıya mal olacağını bilmektedir. Hatta daha
ileri giderek, hasım cephenin önünde yürümenin hizmet açısından şart olduğunu
düşünmektedir. Fethullah Gülen’in bu hususta bir hayli yol aldığını inkâr etmek
mümkün değildir. Son zamanlarda ordu, polis ve MİT teşkilâtları arasına sızma
faaliyetlerine ağırlık verdiği bilinmektedir. Zira, ışık kışlalarında özenle
yetiştirilen ışık süvarileri, ağabeyleri tarafından yönlendirilerek bu birimler
için açılacak imtihanlara özenle hazırlanarak sızma faaliyetleri içerisine
girdikleri alınan bilgilerdendir. Sızmalardan Emniyet Teşkilâtı’nın en çok
İstihbarat, Bilgi İşlem, Personel birimleri hedef yapılmıştır” (44).
Raporda, Fethullah Gülen’den bir alıntı yapılarak şöyle
yorumlanmıştır: “... ‘Diyorlar ki; bu memleketin kurtuluşu için politika tek
çaredir. Sizler hangi hizmet üniteleriyle toplumu yükseltmeye çalışırsanız
çalışın, mevcut ‘sistem’ mutlaka hep sizin birkaç adım önünüzde yürüyecek ve bu
yarışta siz her zaman geride kalacaksınız. Meseleyi kökten halletmenin bir tek
çaresi vardır: O da politika yoluyla iktidar olmaktır. Diyorum ki; politik
yolla hizmet vermek belki memleketi mutlu yarınlara ulaştırma yollarından biri
olabilir; ama, kesinlikle tek yol olamaz. Böyle yanlış bir kabulleniş,
günümüzün realitelerine olduğu kadar, tarihi realitelere de göz yummak
demektir. O hangi sihirli değnektir ki, durup dururken bir işaretle adliyeyi,
mülkiyeyi, maarifi düzeltip bizlere özlediğimiz temiz ve nezih toplumu garanti
etsin. Ben her türlü ihtimale saygının yanında, kesin bir dille ifade ediyorum
ki, sizler, bütün toplumu, bütün üniteleriyle istediğiniz seviyeye getirseniz
bile, bu toplumun o seviyeye motivesi için en az çeyrek asır geçmesi lazımdır.
Bu lüzum sadece bize has da değildir. Her büyük inkılâp ve köklü değişim bunun
böyle olmasını gerektirir’ (Fasıldan Fasıla, C.3, s. 232). Fethullah Gülen,
burada tam bir stratejist ve önemli bir sosyolog ve siyaset uzmanı olduğuna
işaret etmekte; politik yolla hizmet vermenin memleketin kurtuluşunda tek çare
olamayacağını, bunun yanlış bir yöntem olduğunu ve özellikle de günümüzün
gerçeklerine, tarihi realitelere de ters geldiğini seçtiği özel kelimelerle
vurgulamaktadır. Günümüzün realiteleri derken, herhalde ‘karşı cephe’ olarak
adlandırdığı toplumun kesimlerini; tarihi realite derken de geçmişte irticaya
karşı verilen mücadeleleri kastetmektedir. Fethullah GÜLEN, mülkiyeyi, adliyeyi
ve maarifi kastederken de, herhalde adliye yerine şeriat mahkemelerini, mülkiye
ile halifeliği, maarifle de tekye-zaviye ve medreseleri özlemekte olduğunu
anlatmaktadır. Ancak bu şekilde özlediği nezih topluma kavuşacağını
düşünmektedir. Zaten son zamanlarda, ülkemizin yukarıda kendisinin de ifade
ettiği özel önem arzeden kurumlara kendi yandaşlarını yerleştirmek için özel
bir çaba sarfetmesi ve ‘Kolej’ adı altında açtırdığı medreselerde Risaleyi
Nur’la aydınlanan gençleri yetiştirip bu birimlerin kritik noktalarına
yerleştirmek istemesindeki gaye de, tabandan tavanı kuşatmaktan başka bir amaç
taşımamaktadır” (45). Raporun, I. Bölümü’nün “Sonuç” kısmında, şu
değerlendirmeye yer verilmiştir: “Fethullah GÜLEN’in Ölçü (1) adlı kitapçığının
60. sayfasında ‘Yerinde durup mevziini koruma, düşmanı alt etme ve hedefe
varmanın en birinci vesilesidir, cepheyi terk edip ayrılanlar ise yerlerinden
ayrıldıkları andan itibaren kaybetme yoluna girmiş sayılırlar’ tarzındaki
telkin ve ciddi bir ‘cephe’ faaliyetinin varlığına işaret edilmekte ve bu
stratejinin mevcut çalışma sürecinin içersinde uygulandığı müşahade
edilmektedir. Bu anlatım, geçmiş yıllarda yaşadığımız ‘davadan döneni vurun’
anlatımı da PKK’nın davadan ayrılan militanlarına yönelik yapmış olduğu
tehditlerle paralellik arzetmektedir. Tarikatın lideri konumundaki Fethullah
GÜLEN’in imzasına havi kitapların tetkikinden de anlaşılacağı gibi, kendisini
dinsel bir dava adamı olarak anlatmasına rağmen, daha ziyade tarikatın propagandisti
konumunda gözükmektedir. Kitaplarının tetkikinden de anlaşılacağı gibi,
propaganda
17
ağırlıklı kitaplarının üslûbu ve ağdalı deyimleri ile dinsel
telkin içeren kitapların üslûp ve deyimlerinin farklılığı da, eserlerin tek
kaynağa ait değil, mal edilmişşekilde yazılmış olduğu görülmektedir. Devletin
Anayasal nizamını değiştirerek yerine şer’i esaslara dayalı bir İslam devleti
kurmayı hedeflediği değerlendirilen Fethullah GÜLEN ve yandaşları, 28 Şubat
Kararları’nın alınmasından sonra ve özellikle soruşturma ile ilgili
yazışmaların başlaması ile birçok örgüt evini boşaltmış, örgütsel yapılanmaya
zarar vermemek için faaliyetlerini mevzii koruma kuralına uyarlamışlardır. Şu
anda birçok örgüt mensubu ve talebeleri aile evlerinde örgütsel faaliyetlerini sürdürmektedirler.
Gülen örgütlenmesinin ekonomik boyutu da gözönüne alındığında, gelecekte
ülkemizi bekleyen tehlikenin büyüklüğü endişe verici boyuttadır. ... Genel
Müdürlüğümüz Teftiş Kurulu Başkanlığı’nın konu ile ilgili başlattığı
soruşturmaya müteakip, cemaat mensupları arasında tedirginliği artırdığı, buna
paralel olarak GÜLEN örgütlenmesinin temel taktiklerinden olan takiyye
yöntemleri uygulanmak suretiyle, tedbirlerin giderek artırıldığı ve hatta
savunma boyutundan saldırı boyutuna geçildiği gözlemlenmektedir” (46). Raporun
II. Bölümünün “Sonuç” kısmında ise şu yargıya yer verilmiştir: “Örgüt
kadrolarına, çeşitli vesilelerle nasihatlerde bulunan yeterli ‘kuvvete’ sahip
oluncaya kadar hedefe ulaşmak için, teknik ve taktiklere başvurmasını yani
sessiz ve derinden giderek, hislerle değil mantıkla hareket edilmesini
öğütleyen Fethullah GÜLEN’in, kitaplarıyla biraz dikkatlice büyüteç altına
alındığında, kendi niyet ve hislerini gizleme yönünde bile mantığını-aklını
yeterince kullanmaktan âciz bir kişi olduğu anlaşılacaktır. Hal böyle iken,
kendine ve kadrolarına Türkiye ve dünyayı kurtarma misyonu biçmesi, buna
inanmaları; bunun dışında Allah’ın Peygamberin, Meleklerin kendilerini
destekledikleri iddia ve saplantısı içinde bulunması, kurtuluş için bütün dünyanın
kendilerini beklediğine, kendilerinin ‘Allah’ın Ordusu’ olduğuna, kurtuluşun
cemaata tâbi olmakla ve ışık evlerde yetişmekle mümkün olacağına inanması,
Türkiye’yi nasıl bir tehlike ve karmaşanın, nasıl bir çılgınlığın beklediğinin
somut işaretleridir. İçinde bulunduğu ve bütün bu olumsuz düşüncelerini
rahatlıkla gündeme getirebildiği demokratik rejim içerisinde, ‘hoşgörü
beklentisi’ içerisinde siyasi ve entelektüel birçok kesimi etkileyebiliyor;
demokratik haklarına dokunulduğunda rejimle savaş yapmaktan çekinmeyeceğini de
beyan edebiliyor. Önlem alınmakta gecikildiği takdirde, tarih sayfaları
arasında kalan Babailer isyanından, Şeyh Bedrettin ve Şeyh Said’e kadar uzanan
din görünümlü isyanların belki de en ciddi, en sinsi, en kapsamlı ve en
tehlikelisi olabileceğine işaret etmek yanıltıcı bir tahmin olmayacaktır” (47).
2.6. EMNİYET GENEL MÜDÜRLÜĞÜ’NÜN
DEĞERLENDİRME BELGESİ
Sabri Uzun’un yönetim ve denetiminde “İstihbarat Bülteni” ile
fethullahçılara karşı duruşunu ortaya koyan ekiple, Ankara Emniyet Müdürü
olduğu dönemde yukarıdaki İstihbarat Raporunu hazırlayan Cevdet Saral ve ekibi
arasındaki savaşım, bilindiği üzere, Emniyet Teşkilâtındaki fethullahçı “çürük
elmaları” temizlemeyi bir istihbaratçı ve yurtsever olarak görev edinmiş Saral
ekibinin tasfiyesi ve cezalandırılmaları ile sonuçlanmıştır. Bu sonuç, devlete
can damarından sızmaya çalışan mürtecilerin, sahip oldukları gücü
göstermeleri açısından ibret vericidir.
Artık, devletin gücünü belli ölçüde eline geçiren bu unsurlar, devleti ve laik
hukuk sistemini, Cumhuriyet rejimini savunanlara karşı, bizzat devletin gücünü
silah olarak kullanma aşamasında olduklarını göstermişlerdir. Bir başka
ifadeyle, bizatihi devlet olanakları ile, savunma boyutundan “saldırı boyutuna”
geçmişlerdir (bir sonraki bölümde, Cevdet Saral ekibine karşı fethullahçı
kadrolar tarafından yürütülen sistemli dezenformasyon faaliyetleri, tipik
örnekleri ile anlatılacaktır). Konunun can alıcı bir başka noktasına gelince,
fethullahçıları “masum” gösteren Sabri Uzun ve ekibi, 2002 Temmuzunun son
haftasına kadar görevde kalmışlardır.
Buna karşılık, Cevdet Saral ve ekibi, maddi-manevi baskılar altında tasfiye ile
pasifize edilmiştir. Sonuca bakıldığında, tasfiye edilen, cezalandırılan ekibin
haksızlığının ortaya çıkarılmış olması gerekmez mi?!. Eğer Türkiye bir hukuk
devletiyse, bu sonunun yanıtının “evet” olması icabeder. Ancak, aşağıdaki
belge, tasfiye edilenlerin “haklı” olduğunu ortaya koymaktadır. Hem de kimin
tarafından?!. İşte, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün “Ankara Devlet Güvenlik
Mahkemesi Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderdiği
18
24.12.2001 tarih ve 505139
(B.05.1.EGM.0.71.03.02.Müf.98/244-İZLEME) sayılı yazı ve Türkiye’nin içine
yuvarlandığı güvenlik-istihbarat zaafı: “Laik Devlet yapısını değiştirerek
yerine dini kurallara dayalı bir devlet kurmak amacıyla yasadışı örgüt kurup bu
amaç doğrultusunda faaliyetlerde bulunmak suçundan sanık Fethullah GÜLEN
hakkında Ankara 2 No.lu Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin 2000/124 esasına kayden
açılan kamu davasının duruşma ara kararı uyarınca, Teftiş Kurulu Başkanlığınca
düzenlendiği iddia edilen 99/60 sayılı rapor, Emniyet Genel Müdürlüğünde mevcut
ise, bu rapordan bir örnek ile eklerinin incelenmek üzere duruşmanın
bırakıldığı 26.12.2001 tarihinden önce Mahkemelerine gönderilmesine dair anılan
Mahkemenin ilgi (a) yazısı, ilgi (b) havaleniz ekinde alınarak kayıtlarımız
incelenmiştir. Polis Müfettişi Ahmet SARAÇ ve arkadaşları tarafından düzenlenen
22.06.1999 gün ve (126) 99/60 sayılı inceleme raporu, 10.01.1999 tarihli
Aydınlık Dergisinde ‘Devlete sunulan rapor’, ‘Fetullah Emniyeti ele geçirdi’
başlığı altında yayınlanan ve haberde (2) si mükerrer olmak üzere toplam 85
Fethullahçı personelin, Personel Daire Başkanlığı ve Eğitim ve Öğretim
Kurumlarında görev yaptıkları iddiası ile ilgilidir. Aydınlık Dergisinde iddiaların yayınlanması
üzerine konuyla ilgili olarak; 1) 11.01.1999 Tarihinde iddiaların araştırılması
için görevlendirilen üç Polis Başmüfettişi tarafından düzenlenen 23.06.1999 gün
ve 99.60 sayılı inceleme raporunda; ‘Aydınlık dergisinde çıkan ve ihbar
dilekçesinde isimleri geçen 85 personelden 10 personelin Fethullah Gülen
cemaati ile ilgilerinin bulunmadıkları. İddialara ilişkin olarak
Müfettişliğimizce yapılan çalışma sırasında söz konusu cemaate mensup oldukları
iddia olunan personelin çoğunun vasıflı, çalışkan ve amirleri tarafından
vazgeçilmez eleman oldukları, 85
Personelden bazılarının Fethullah Hoca Cemaati oldukları yolunda tespitlerin
yapıldığı ve bahse konu cemaatin uzun süreden beri Polis Akademisi, Polis
Koleji, Polis Okulları ve bazı merkez birimlerinde yapılanmaya gittikleri
kanısına varıldığı, Ayrıca Müfettişlerimizin istemi üzerine Ankara Emniyet
Müdürlüğü’nün yapmış olduğu çalışma sonucunda ihbar dilekçesinde yer alan 85
personele ilâve olarak 132, 262 ve 6 kişilik isim listeleri ile 74 personele
ait değerlendirme raporlarını tarafımıza göndererek isimleri geçenlerin
Fethullah Hoca Cemaatine ait Işık Tarikatına mensup oldukları belirtilmiştir.
Ankara Emniyet Müdürlüğü’nce belirtilen konuya ilişkin yaptığı çalışmalarda, ışık
tarikatına mensup teşkilâtımız içerisindeki bazı elemanların toplantı
yaptıkları 10 adet ev ile bu evlerde toplantıya katılanların kimlikleri tespit
edilerek tarafımıza gönderilmiştir. Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün tespitlerinde
de belirtildiği üzere, Fethullah GÜLEN ve cemaatinin çok iyi organize olmaları
ve takiye kurallarını mükemmel şekilde uygulamaları sonucu Teşkilâtımız
içerisindeki personelin cemaat elemanı olup olmadığının tespiti ve bunların
delillendirilmesinin güç olduğu anlaşılmıştır. Bu sebeple sözkonusu cemaat
elemanları oldukları kanısına varılan ve tarafımızca tespit edilenler ile
Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün yaptığı çalışmalar sonucu tespit olunan ışık
tarikatına mensup teşkilât elemanlarımızın toplantı yaptıkları yerler ile
buralarda toplantıya katılan personele ilişkin cezai müeyyide uygulamasını
mümkün kılacak adli ve idari soruşturma aşamasına geçebilmek için uygulama
birimlerince teknik çalışma (izleme, operasyon vs.) yapılması sonucu elde
edilecek delillere göre tahkikatın yürütülmesinin daha sağlıklı olacağı ve
Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün bu konuya ilişkin yapmış olduğu çalışmalarının
sürdürülmesinde ve bu hususta yurt genelinde yapılacak çalışmaların İstihbarat
Daire Başkanlığı’nca koordine edilmesinde ve belirtilen çalışmalara işlerlik
kazandırılmasında yarar görüldüğü’, Görüş ve kanaati belirtilmiştir. 2) Polis Müfettişleri tarafından düzenlenen
bu inceleme raporu, Bakanlık Makamına arz edilmiş ve Makamın konunun bir kez
daha Bakanlık Teftiş Kurulunca (Mülkiye Müfettişlerince) ele alınarak
incelenmesi emri üzerine, konu 30.06.1999 tarihinde Bakanlık Teftiş Kurulu
Başkanlığı’na intikal ettirilmiştir. Görevlendirilen Mülkiye Başmüfettişleri
tarafından düzenlenen 30.12.1999 gün ve 48/32, 3/81 sayılı inceleme ve
soruşturma raporunda; Polis Başmüfettişlerince düzenlenen 22.06.1999 gün ve
(126) 99/60 inceleme raporunda ismi yer alan toplam 528 personelden 40
tanesinin, yine benzeri
19
konuda düzenlenmiş 28.02.1992 gün ve 15-92 sayılı raporda adı
geçen toplam 84 personelin (19 tanesi mükerrer olduğu için toplam 105 kişi)
personelin Fethullah GÜLEN cemaati ile ilişkileri olduğu ya da sempati
duydukları kanaatine varıldığından ‘öncelikle Emniyet Teşkilâtının Personel,
İstihbarat ve Eğitim Kurumları gibi hassas birimlerinde istihdamlarının
önlenmesi, sözkonusu personelin durumlarının tam olarak tespiti ve ayrıca adli
ve idari soruşturma açılması için uygulama birimlerince operasyonel
faaliyetlerin icra edilmesinin, teknik izleme çalışmalarının yürütülmesinin ve
tüm bunların sonucunda elde edilecek deliller çerçevesinde işlem yapılmasının
gerektiği’ görüşü belirtilmesi üzerine, Gerekli işlemlerin yapılması amacıyla
ilgili birimlere bilgi verilmiş olup, halen çalışmalar devam etmektedir. Bahse
konu Polis Başmüfettişi Ahmet SARAÇ ve arkadaşları tarafından düzenlenen
22.06.1999 gün ve (126) 99/60 sayılı inceleme raporu ve eklerinin, bu konularla
ilgili olarak halen devam etmekte olan ‘ÇOK GİZLİ’ gizlilik dereceli
çalışmalara ait olması, bu çalışmaların teşkilât personeline yönelik olması, bu
bilgilerin herhangi bir şekilde kamuoyuna yansıması halinde bu çalışmaların
zarar göreceği, kurumumuzun yıpratılacağı, ayrıca bu konuda hakkında inceleme
ve araştırma yapılan personele ilişkin iddiaların asılsız çıkması halinde,
personelin manevi şahsiyetinin zedeleneceği ve kurum aleyhine dava açma hakkı
kazanacağı düşünülmektedir”. Konunun bu kapsamda değerlendirilerek, bu
bilgilerin gizliliğinin korunmasını ve verilen bilgilerin yetersiz olması
halinde ek bilgilerin verilebileceği hususunu takdirlerinize arz ederim” (48).
Emniyet Genel Müdürlüğü adına, Ankara 2 No.lu DGM’ne gönderilen yukarıdaki
yazıda, iç güvenliğimizden birinci derecede sorumlu bir makamın, içine
düştüğü-düşürüldüğü traji-komik pozisyonunun tüm ögelerini görebilirsiniz.
Şöyle ki: Yazıda, Emniyet Teşkilâtı içinde fethullahçı adıyla bilinen yasadışı
bir kadrolaşmanın olduğu resmen kabul ediliyor. Bu durumda Cevdet Saral ve
arkadaşlarının haklılığı da zımnen kabul görüyor. O halde, fethullahçı
kadrolaşma olgusunu ortaya çıkaranlara işten el çektirilirken, onlarca
soruşturma ve davaya muhatap edilirken, niye fethullahçı kadrolaşma içinde yer
alan emniyet mensuplarına aynı yasal prosedür ve yöntemler uygulanmıyor?
Dahası, Türk halkının verdiği vergilerden maaş alarak, Türk Devleti’nin
bekasına ve iç güvenliğe koşulsuz hizmet yerine, ne idüğü belli olan şeyhlerine
hizmet sunan; meslek yeminine ihanet eden; mesleki ayrıcalıklarını ve temsil
ettiği devlet gücünü, cemaatinin hizmetine sunan ve cemaat düşmanlarına karşı
silah olarak kullanan; iç hizmete ilişkin tüm yönergeleri çiğneyen; dinsel
kadrolaşma sonucu, kendilerinden olmayan
emniyet mensuplarının terfi ve atamalarında haksız rekabete yolaçan;
devlete ait gizli bilgileri, cemaat istihbaratına aktaran; tüm mesleki deneyim
ve birikimlerini, dezenformasyon, istihbarat, istihbarata karşı koyma,
değerlendirme, ajitasyon ve provokasyon servisleri ile cemaat hizmetine
hasreden; vatandaşın güvenine ihanet eden ve bir anlamda can güvenliğini
tehlikeye düşüren; Cumhuriyeti savunan aydınlara ve de meslekdaşlarına karşı “
tetikçi mürit” pozisyonunda kullanılan bu işbirlikçilere karşı bugüne kadar ne
yapıldığı sorusunun da yanıtı ortaya çıkmaktadır: Koskoca bir HİÇ!..
Vatandaşta “hangi polis, tarikatçı mı,
normal mi?” kuşkusunun doğmasına yolaçarak, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün imaj
kaybına neden olanların; bu doğrultudaki anketlerde en güvenilir kurumların
başında T.S.K.’nin adı geçerken, Emniyet’in güvenilmez ya da az güvenilir
kurumlar arasında yer almasından birinci derecede sorumlu oldukları, daha fazla
ne kadar görmezden gelinecek ki?!. “Bu
soruşturma, sonunda, soruşturanın soruşturulmasına dönüşmüştür. Bizden sonra
soruşturmanın örtbas edildiği kanaatindeyim. Fethullahçı olduğuna inandığım
meslekdaşlarım şu anda önemli görevlerde. Benim cezalandırılmamı isteyenlerden
birisi TEMÜH, diğeri Asayiş Daire Başkanı. Böyle bir İstihbarat Daire Başkanı
da var. Benim teşkilâtımın maalesef şu anda ZAPTEDİLDİĞİ kanaatindeyim”. Bu açıklama, bir başka batı devletinde
yapılmış olsaydı, emin olunuz ki, bırakın Emniyet Genel Müdürü ya da İçişleri
Bakanı’nı, Hükûmet’in istifası sözkonusu olurdu. Ya bizde?!. Bu ifadenin
sahibi, Fethullah Gülen Raporu’nun hazırlayıcılarından, eski İstihbarattan
Sorumlu Ankara Emniyet Müdür Yardımcısı Osman Ak’ın Ankara 2 No.lu Devlet Güvenlik
Mahkemesi’nde verdiği “yenilir-yutulur olmayan” tanık ifadesi, ne Emniyet Genel
Müdürlüğü, ne İçişleri Bakanlığı ve ne de Hükûmet’te en küçük bir tepki ya da
hareket yaratmamıştır. Anlaşılan, “zaptedenler”, tepki verilmemesini uygun
görmüşler ve bunu da çok yönlü gerçekleştirmişlerdir. Nitekim, Ak’ın
açıklamaları, bir gün sonrasında kamuoyunun gündeminden düşmüştür,
düşürülmüştür. Ancak, bu suskunluğun, tepkisizliğin isnadı kabullenmek anlamına
geldiğini de, konuyu bilenler algılamışlardır.
20
Diğer taraftan, yazıda, 1992 ve 1999 tarihli resmi
soruşturmalarda adıgeçen bağlantılı
işbirlikçi sayısı 528 olarak belirtilmektedir. Bu sayıyı, tüm Türkiye geneline
yaydığınızda, akılalmaz bir rakam ortaya çıkacaktır ki, biz vazgeçtik bu
varsayımları, bunların gittikleri 10 adet ev -o da ilk etapta saptanan-
adresleri belli olduğu halde, bu evler bugüne kadar hiç basılmış -pardon-
savcılık müzekkeresi ile hiç aranmış mıdır? Bu evlerdeki izinsiz toplantılara
katılanlara yönelik operasyonlar düzenlenmiş midir? Yukarıdaki yazıdan da
anlaşılacağı üzere, bu sorunun yanıtı, “hayır”dır. Peki, her yıl, neredeyse
binlerce operasyonla hücreevleri, randevuevleri, örgüt merkezleri, hatta
şirketler, bankalar, kamu kurum ve kuruluşlarındaki makam odaları basılır ve
yakalananlar için bilinen her türlü polisiye yöntemle gereği yapılırken, bir
başka ifadeyle “konuşmaları” sağlanırken, fethullahçıların evlerinin
dokunulmazlığı mı bulunmaktadır?!. Bu mudur, anayasal eşitlik?!. Ya da yine
yazıda belirtildiği üzere, “... personelin Fethullah GÜLEN cemaati ile
ilişkilerinin olduğu ya da sempati duydukları kanaatına varıldığından
‘öncelikle Emniyet Teşkilâtının Personel, İstihbarat ve Eğitim Kurumları gibi
hassas birimlerinde önlenmesi”, aradan geçen üç yıl zarfında ne ölçüde
gerçekleştirilmiştir? Kaç kişi, bu tür hassas birimlerden uzaklaştırılmış ya da
daha pasif görevlere atanmıştır? Örneğin, her yıl Emniyet Teşkilâtı’ndan, gasp,
tehdit, narkotik kaçakçılığı gibi çok sayıda suça adı karışan yüzlerce emniyet
mensubunun ilişkisi kesilmektedir. Bu bağlamda, fethullahçıların dokunulmazlığı
mı sözkonusudur? Yine yazıda
belirtildiği üzere, “... ayrıca adli ve idari soruşturma açılması için uygulama
birimlerince operasyonel faaliyetlerin icra edilmesinin, teknik izleme
çalışmalarının yürütülmesinin ve tüm bunların sonucunda elde edilecek deliller
çerçevesinde işlem yapılmasının gerektiği” konusunda, aradan geçen üç koca
yılda ne yapılmıştır? Bu soruların yanıtı, D.G.M. açısından hiçbir anlam ifade
etmemektedir: “Gerekli işlemlerin yapılması amacıyla ilgili birimlere bilgi
verilmiş olup, halen çalışmalar devam etmektedir”. Daha da acısı, Fethullah
Gülen’in yargılaması aşamasında D.G.M.’ne yarayacak ek bilgilerin, Emniyet
Genel Müdürlüğü’nde mevcut olması, ancak yeniden talep halinde bu ek bilgilerin
gönderilebileceğinin sözkonusu yazıda belirtilmesidir. Sormak gerekmez mi,
elinizde ek bilgi var da, niye acilen ve öncelikle mahkemeye sunmuyorsunuz?
Amaç, Adliyeye, Mülkiyeye, Emniyete, kısaca devlete sızmaya çalışan bir
yasadışı oluşumu, bir şeriatçı yapılanmayı ortaya çıkarmak ve elebaşısını yargı
kararı ile mahkûm ettirmek ise, makama sormazlar mı, ek bilgileri hemen
göndermeyip niye tutuyorsunuz ve ayrı bir taleple göndermek için kime-kimlere
zaman kazandırmayı umuyorsunuz? Nitekim,
Ankara 2 No.lu DGM’nin isteği üzerine, Emniyet Genel Müdürlüğü yeniden bir yazı göndererek, duruşmanın
yapıldığı 6 Mayıs 2002 tarihi itibariyle, “sözkonusu soruşturmanın henüz
sonuçlanmadığı, yapılan çalışmaların çok gizli bir biçimde sürdürüldüğü,
soruşturma tamamlandığında bilgi verileceği” yolunda görüş bildirmiştir. Yazıda, düşündürücü bir biçimde, “İddialara ilişkin olarak
Müfettişliğimizce yapılan çalışma sırasında söz konusu cemaate mensup oldukları
iddia olunan personelin çoğunun vasıflı, çalışkan ve amirleri tarafından
vazgeçilmez eleman oldukları”ndan bahsedilmektedir. Sadece fethullahçı örneği
için değil, hiçbir emniyet mensubu için, örneğin “gaspçı ama vasıflı,
çalışkan”, “rüşvetçi ama vasıflı, çalışkan” üstelik de “vazgeçilmez” diye
nitelendirmeye âmirlerin hakkı, yetkisi ve hukuku bulunmamaktadır. Üstelik
şeyhi D.G.M.’de yargılanan, tüm istihbarat birimlerinin raporlarında devlet
için “tehdit” algılanan; Türk Silahlı Kuvvetleri’nden saptandığında derhal
ilişkisi kesilen bir cemaatin mensuplarının, sadece tipik örnek olarak,
hırsızlardan, mafya mensuplarından ve diyelim ki fuhuş pazarlamacılarından veya
travestilerden ne üstünlüğü ve dokunulmazlığı olabilir ki?!. Çalışkanlık ve
vasıflılık, istihbarat ve güvenlik esaslı bir kuruma ve dolayısıyla devlete sızma olgusunu ortadan
kaldırır mı? Yoksa, bilmediğimiz, Emniyet Teşkilâtı’nın güvenlik açısından,
Türk Silahlı Kuvvetleri’ne göre ayrı bir dokunulmazlık ve de aymazlık statüsü
mü bulunmaktadır? Sözkonusu personel hakkında vasıflı, çalışkan ve vazgeçilmez
nitelendirmesinde bulunarak onları himaye eden, koruyan, kamufle eden
âmirlerin, bizatihi kendilerinin fethullah cemaati ile ilişkileri ayrı bir
soruşturma konusu yapılmış mıdır? Bütün bunlar, nasıl bir sömürge modeli
istihbarat ve güvenlik konseptine işaret etmektedir?!. Yazıda, “Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün
tespitlerinde de belirtildiği üzere, Fethullah GÜLEN ve cemaatinin çok iyi
organize olmaları ve takiye kurallarını mükemmel şekilde uygulamaları sonucu
Teşkilâtımız içerisindeki personelin cemaat elemanı olup olmadığının tespiti ve
bunların delillendirilmesinin güç olduğu anlaşılmıştır” denilmektedir. Bu
itiraf, Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü ya da Tavukçuluk Enstitüsü tarafından
yapılmış olsa, bir dereceye kadar önemlidir. Ama, bu acziyetin, Türkiye’nin iç
güvenlikten sorumlu, en yetkili birimi olan Emniyet Genel Müdürlüğü tarafından,
hem de Devlet Güvenlik Mahkemesi’ne ifade edilmesi, Cumhuriyet Tarihi’nin en
önemli skandalıdır. Bu itirafla ortaya çıkan yetersizlik nedeniyle, Emniyet
Genel
21
Müdürlüğü’ndeki ilgili üst düzey bürokratların tayin değil,
sırf gördüklerini görmezliğe, duyduklarını duymazlığa, anladıklarını
anlamazlığa, bildiklerini bilmezliğe geldikleri için bile re’sen emekliye
sevkedilmeleri gündeme getirilmelidir. Türkiye’nin güvenliğinden birinci
derecede sorumlu olan ve fethullahçı yapılanmayla ilişkisi olanların tasfiye
edilmeleri yetmez, bu olguya –hangi nedenle olursa olsun- ses çıkarmayan, tepki
vermeyen ve mücadele etmeyen, kısaca asli görevlerinin gereğini yerine
getirmeyen tüm yetkililerin de tasfiye edilmeleri; bu bağlamda Emniyet
Teşkilâtı’nın yeniden yapılandırılması gerekmektedir. Örneğin, A.B.D.’nde, “11
Eylül Terör Olayları”ndaki yetersizliği ortaya çıkan F.B.I., yeniden
yapılandırılmaktadır. Bir ülke, büyük bir ülke kalmak istiyorsa, önce iç
güvenliğine koşulsuz sahip çıkmak zorundadır. Bunun da olmazsa olmaz koşulu,
askeri-sivil, tüm istihbarat kuruluşlarındaki “çürük elmaların” ayıklanmasıdır.
Askeri istihbarat kuruluşlarında sorun yaşanmadığına göre, Emniyet Genel Müdürlüğü
ve Milli İstihbarat Teşkilâtı’nın yeniden yapılandırılması kaçınılmazdır. Bir
başka ifadeyle, tam bağımsızlıkla, güvenlik kavramlarını birbirinden ayırmak
olanaksızdır. Bunlardan birini elinizden kaçırırsanız, sonuç “su kevgirine” ya
da “yolgeçen hanına” benzetilen şimdiki Türkiye görüntüsüne dönüşür... Yazıda,
“Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün bu konuya ilişkin yapmış olduğu çalışmalarının
sürdürülmesinde ve bu hususta yurt genelinde yapılacak çalışmaların İstihbarat
Daire Başkanlığı’nca koordine edilmesinde ve belirtilen çalışmalara işlerlik
kazandırılmasında yarar görüldüğü” ibaresi dikkat çekmektedir. Bu çalışmaların
koordinasyonunun, yukarıda açıklaması yapılan “İstihbarat Bülteni”ni
hazırlayan, Ankara Emniyet Müdürlüğü’nde hazırlanmış Fethullah Gülen Raporu’nun
sorumlularının tasfiyesinde ve çok yönlü cezalandırılmasında “anahtar” rolü oynayan İstihbarat Dairesi’ne
bırakılması, “kuzunun kurda teslim edilmesi” anlamına gelmektedir. Pes, demekten başka -tabii
şimdilik- elden ne gelmektedir ki?!. Son olarak, yazıda, “... bu konularla
ilgili olarak halen devam etmekte olan ‘ÇOK GİZLİ’ gizlilik dereceli
çalışmalara ait olması, bu çalışmaların teşkilât personeline yönelik olması, bu
bilgilerin herhangi bir şekilde kamuoyuna yansıması halinde bu çalışmaların zarar
göreceği, kurumumuzun yıpratılacağı, ayrıca bu konuda hakkında inceleme ve
araştırma yapılan personele ilişkin iddiaların asılsız çıkması halinde
personelin manevi şahsiyetinin zedeleneceği ve kurum aleyhine dava açma hakkı
kazanacağı düşünülmektedir. Konunun bu kapsamda değerlendirilerek, bu
bilgilerin gizliliğinin korunmasını....” denilmektedir. Öncelikle, “hangi
gizlilik?” diye sormak gerekir. “Köstebek” başlıklı bu çalışmada kullanılan tüm
“gizli” ve “çok gizli” yazışmalar ve raporlar, yasadışı fethullahçı
yapılanmanın tüm “imam” düzeyindeki mürit-militanlarına bilgi ve moral için
verilen “İstihbarat Evrakı” yazılı dosyada bulunmaktadır. İkincisi, devam eden
ve nedense bir türlü bitirilemeyen soruşturmalara rağmen, hâlâ bir tek üst
düzey fethullahçı emniyetçiye “dokunulamamışsa”, dolayısıyla cemaate “gizli
bilgi sızdırılması değil, akıtılması”nın önüne geçilememişse, daha hangi
çalışma zarar görecektir? Kurumun yıpratılacak daha nesi kalmıştır? Bütün bu
gizlilik söylem ve gerekçelerinden, şayet fethullahçı kadrolaşmanın kamuoyundan
saklanması ve varlığını sürdürmesi amaçlanıyorsa; “kol kırılır, yen içinde
kalır” mantığı ile hareket ediliyorsa, bu ülkenin gerçek sahiplerinin, tüm
yurtsever Cumhuriyet aydınlarının “yeter!” diye haykırmalarının bir ulusal
refleks olarak kabulü ve buna saygı gösterilmesi gerekmez mi? Niçin Fethullahçı kadrolardan
korkulmuyor da, yurtseverlerin tepkisinden
korkuluyor? Üçüncüsü, hem fethullahçı kadrolaşmayı bir olgu olarak
görecek ve soruşturma başlatacak, ev adreslerine kadar tespit edeceksiniz,
sonra da “ya haklarındaki iddialar asılsız çıkarsa, personelin manevi şahsiyeti
zedelenirse ve kurum aleyhine dava açma hakkı kazanırsa?” diyerek, olumsuz
önyargınızı ortaya koyacaksınız!.. Türkiye’de her yıl, gerçek suçluların yanısıra,
yüzlerce, belki de binlerce insan “zanlı” olarak evlerinden ya da işyerlerinden
apar-topar gözaltına alınmakta; basına teşhir zararı verilmekte; yasal süre,
bazen de ek süre zarfında sorgulandıktan sonra masum olduğu anlaşılanlar, bir
özür bile dilenmeksizin, basına suçsuzluk açıklaması yapılmaksızın, hiçbir şey
olmamış gibi, manevi şahsiyeti -aileleri de dahil- zedelenmemiş gibi serbest
bırakılmaktadır. Emniyet Teşkilâtı’ndan en basit disiplinsizlik suçundan bile
yüzlerce, binlerce personel hakkında soruşturma açılıp, bunların bir bölümü
açığa alınırken ve önemli bir bölümünün de işlerine son verilirken, kurum
aleyhine dava açabileceklerini dikkate almayanlar, neden konu fethullahçılar
olduğunda birden kurum aleyhine dava açılması fikrinden ve olasılığından bile
rahatsız olmaktadırlar? Zanlılar
fethullahçı olduğunda onlara bu yakınlık, duyarlılık, hamilik niye, niçin ve
neden?!. Bilmediğimiz, vatandaşlık hukukunun üstünde, Anayasamızın eşitlik
ilkesinin dışında ayrıcalıkları mı var;
canımızı, malımızı, güvenlik ve bağımsızlığımızı, yasalarla emanet ettiğimiz Emniyet Teşkilâtında?!. Kısaca, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün
fethullahçılarla ilgili yaşamsal ve öncelikli sorunu, sadece İstihbarat,
Personel, Eğitim, Bilgi-İşlem, TEM Daireleri için sözkonusu değildir.
Yurtdışına
22
koruma görevine gönderilenlerin tamamının, geriye dönük
olarak son 10 yıllık bölümünün de büyüteç altına alınması gerekmektedir. 2.7.
RAPORLARLA POLİS AKADEMİSİ VE DİĞER EĞİTİM KURUMLARINDAKİ
FETHULLAHÇI KADROLAŞMA
Yukarıdaki birimlere sızmaya çalışan fethullahçı kadrolar,
Cumhuriyet’in bugününü tehdit edecek mevziler elde etmişlerdir. Ya Cumhuriyetin
yarınları?!. İşte, fethullahçılar, yarının şeriatçı-mürit emniyetçilerini
yetiştirmek ve Cumhuriyet’in geleceğini şimdiden kontrolleri altına almak için,
esas oyunlarını, Polis Akademisi başta olmak üzere, Emniyet Genel Müdürlüğü’ne
bağlı tüm eğitim kurumlarında sergilemektedirler. Son yirmi yıllık süreçte
göreve gelen tüm İçişleri Bakanları’nın ve Bakanlık Müsteşarları’nın, Emniyet
Genel Müdürleri’nin, tüm siyasilerin bildikleri halde seyrettikleri bu
olumsuzluğa karşı, büyük bir cesaret ve onurla ilk resmi tepkiyi ortaya koyan,
bir başka ifadeyle ilk defa “kral çıplak” diye bağıran, dönemin Ankara Emniyet
Müdürü Cevdet Saral olmuştur. Saral,
aşağıdaki raporunun çok kısa bir süre sonrasında, cezalandırılarak görevinden
alınmış, ekibi ile birlikte çirkin iftiralara ve 20’ye yakın davaya muhatap
bırakılmıştır. Fethullahçı istihbaratçıların deyimi ile, “hocaefendiye ve ışık
ordusuna dil uzatanlar, sonradan geleceklere de emsal olacak biçimde pişman
edilmişlerdir”. İşte, Saral’ın Polis Akademisi ve Polis Koleji’ndeki
fethullahçı örgütlenme ile ilgili değerlendirmelerini içeren, Emniyet Genel
Müdürlüğü’ne yaptığı suçduyurusu niteliğindeki 30.04.1999 tarih ve 2691-99
(B.05.1.EGM.4.06.00.06) sayılı yazısından bazı alıntılar: “IŞIK TARİKATI adı altında örgütlenen
Fethullah GÜLEN ve teşkilâtımız içerisindeki uzantılarının Polis Koleji, Polis
Akademisi ve Emniyet Teşkilâtı içerisindeki örgütlenmesi ile ilgili yapılan
çalışmalarda; Polis Kolejine ve Polis Akademisi’ne daha önceden özel olarak
eğitilmiş örgüt içerisinde yer alan şahısların rahatlıkla girebildikleri, bu
şahısların okul içerisindeki öğrenciler tarafından İmam olarak adlandırdıkları
ve mezkûr yapılanma içerisinde yer alan sınıf komiserleri aracılığı ile ayrı
ayrı sınıflara dağıtıldıkları, bu sınıflarda sınıf imamı veya devre imamı
olarak faaliyet yürüttükleri, iyi bir aile terbiyesi ve din eğitimi almış
öğrencileri samimi yaklaşımlarla taraflarına çekmeye çalıştıkları, imam olarak
adlandırılan şahıslar tespit etmiş oldukları öğrencileri, başlangıçta, dışarıda
sivil vatandaşların evlerine götürerek sıradan bir aile ya da muhabbet ortamı
sağlamak suretiyle video filmleri izlettikleri, sonraki aşamalarda özenle
hazırlanmış ev yemekleri ikram edildiği, çay sohbetleri yapıldığı, birlikte
namaz kılındığı, böylelikle samimi bir ortam yaratılarak öğrencilerin geçmişi
ve aile yapıları hakkında bilgi edindikleri, öğrenci imam olarak faaliyet gösteren
öğrencilerin aynı yapılanma içerisinde bulunan sivil vatandaşlar ile sürekli
irtibat halinde bulundukları, bu şahısların genelde üniversite öğrencisi
oldukları ve kendilerine abi diye hitap ettikleri, ayrıca bu şahısların kod
isim kullandıkları, Zaman içerisinde faaliyetlerin daha rahat yürütülebilmesi
için, örgüt içerisinde yer alan sınıf komiserlerinin aracılığı ile boş ya da
kol faaliyetlerinin yürütüldüğü odalarda çay ve bisküvi ikram edilmek suretiyle
uygun bir sohbet ortamı vasıtasıyla güven sağlanarak yakın arkadaşlık
ilişkilerinin geliştirildiği ve kendilerine yakın hissettikleri öğrencileri de
bu ortamlara çağırıp, cazip teklif ve telkinlerle ikna etmeye çalıştıkları,
İkna edilen öğrencilerin hafta sonu çarşı iznine çıktıkları zamanlarda, örgüt
içerisinde yer alan esnafların dükkânlarından faydalanmak suretiyle resmi
elbiselerini değiştirerek sivil elbise giydikleri, birer ikişerli gruplar
halinde örgüt içerisinde yer alan sivil vatandaşların evlerine gittikleri,
gidilen yerlerde Fethullah GÜLEN’in video kasetlerinin seyredildiği, namaz
vakitlerinde birlikte namaz kıldıktan sonra Said-i Nursi’nin Risalelerini
okuyup birlikte ders çalıştıkları ve Fethullah GÜLEN’in kitapları hususunda
derinlemesine eğitime tâbi tutuldukları, genelde bu evleri 7-8 kişilik gruplar
halinde kullandıkları, bu öğrencilerin kullandıkları evin, ev sahibini
görmedikleri ve kasıtlı olarak tanıştırılmadıkları, bu evlerden sadece
dışarıdan abi diye hitap ettikleri üniversite öğrencilerinden 1 ya da 2 kişinin
bulunduğu, planlı bir şekilde hareket ettikleri, gizliliğe önem verdikleri,
hafta sonu programları, devre imamlarının talimatı doğrultusunda sınıf imamları
vasıtası ile öğrencilere iletildiği, okula dönüş saati yaklaştığında tekrar
birer ikişer kişilik gruplar halinde evden ayrıldıkları ve tekrar üzerlerini
değiştirdikleri esnaflara giderek resmi üniformalarını giydikleri, bu evlerin
Işık Evleri veya Işık Kışlaları olarak adlandırıldığı ve tamamen bu yapılanma
içerisinde bulunan öğrencilerin ihtiyaçlarının karşılanması için sivil
vatandaşlarca tahsis edildiği, bir evde bulunması gereken her şeyin bu ışık
evlerinde mevcut olduğu, Polis Akademisi’nde sahte belgeler ile evci çıkan
öğrencilerin bu evlerde ikamet ettiği,
23
Ancak, Fethullah GÜLEN ve örgütünün deşifresine yönelik
başlatılan çalışmalardan sonra tedbir gereği bu evlerin bir çoğunun
boşaltıldığı, bazılarının aile evlerine dönüştürüldüğü ya da aile evleri ile
okul içerisinde örgütlenme faaliyetlerine hız verildiği, buna paralel olarak
hasım cephe ya da muhalif cephe diye adlandırdıkları kesimlere karşı hile ,
iftira, yıpratma ve saldırı kampanyalarını hızlandırdıkları, hatta daha da
ileri giderek abi ve imam adı verdikleri
şahısları gerek teşkilâtımız içerisinde, gerekse diğer bazı kamu kurum ve
kuruluşlarının üst düzey yöneticileri ile bazı siyasi parti yetkilileri ve
temsilcilerine göndermek suretiyle yanlış ifade ve telkinlerle konular
çarpıtılarak hasım cephe diye adlandırdıkları kişiler aleyhinde yoğun bir
kampanya başlattıkları, Okul içerisinde imamlar haricinde öğrencilerin
birbirleri ile irtibat kurmadıkları, ast üst ilişkilerine çok dikkat ettikleri,
öğrencilerin sorunlarını imamlar vasıtasıyla aynı yapılanma içerisinde bulunan
sınıf komiserlerine ilettikleri, kendilerine yakın olan kimselerin disiplin
cezalarını iptal ettikleri, sınıf ve devre imamlarına okul içerisinde bir
sorumluluk verilmediği, (Sınıf Mümessilliği, Baş Mümessillik, Yemekhane,
Yatakhane Sorumluluğu gibi) ancak bu imamların uygun gördüğü öğrencilere okul
idaresi tarafından bu tip sorumlulukların verildiği, hatta bu sorumlu
öğrencilere birer oda tahsis edip örgütlenme faaliyetlerine kolaylık
sağlandığı, Polis Kolejinde kendi yanlarına çekemedikleri öğrencilere genelde
komünist dedikleri, diğer öğrencilerin de onlara karşı cephe almalarını sağladıkları
ve o şahıslarla arkadaşlık yapılmaması için ellerinden gelen her türlü gayreti
gösterdikleri, ayrıca bu öğrencilere öğretmenler ile sınıf komiserleri
aracılığı ile baskı uygulattıkları, sınıfta bıraktırma, disiplin cezası
verdirme hatta okuldan attırma cihetine kadar gittikleri, böylelikle psikolojik
bir üstünlük sağlayarak okul içerisindeki faaliyetlerini daha rahat
yürüttükleri, Yaz tatillerinde örgüt mensupları aralarındaki bağın soğumaması
ve öğrencilerin sosyal yaşantı içerisine girmesini engellemek için ailelerinden
izin alabilen öğrencilerin, Ege ve Akdeniz Bölgesinde bulunan, örgüt tarafından
kiralanan Işık Kışlalarında yoğun bir eğitime tabi tutuldukları, haftada bir
veya iki kere deniz sahilinin tenha bölgelerinde denize girmelerine müsaade
edildiği, yine haftada bir veya iki kere pikniğe gittikleri, yaz programlarda
sivil vatandaşlardan abi diye hitap ettikleri ve kod isim kullanan şahısların
bu evlere gelerek eğitim faaliyetlerini kontrol ettikleri, Okul içerisindeki
yapılanmanın grup, sınıf ve devre imamı olmak üzere hiyerarşik bir şekilde
oluşturulduğu, Polis Akademisi’ni bitiren öğrencilerin başlamış olduğu görev
yerlerine göre, yeni gruplar oluşturularak imam kadrolarını belirledikleri,
imamların genelde üst rütbeli şahıslardan seçildiği, mezun olan öğrencilerden
maaşa geçtikten sonra, bekar olanlardan maaşının 1/5’i, evli olanlardan ise
1/10’u nispetinde himmet adı altında para topladıkları, Son günlerde takiyye
kuralı gereğince tedbirler geliştirerek komünist diye adlandırdıkları kendilerinden
olmayan öğrencilere yakınlık göstermeye başladıkları ve onlarla dost olmanın
yolunu aradıkları, Yapılan sohbetlerde Kur’an-ı Kerim’den ayetler ve
hadislerden örnekler verilerek Fethullah GÜLEN’i, ahir zamanda gelecek MEHDİ
olarak gördükleri, zaman zaman Atatürk ve devrimleri aleyhinde konuşma,
açıklama ve eleştiri yapılmakla birlikte 28 Şubat kararlarından sonra takiyye
ve tedbir gereğince Atatürk sevgisi verir gibi davrandıkları, okuldaki
namazların şafi mezhebindeki gibi, cem şeklinde yani öğle ile ikindiyi, akşam
ile yatsı namazını birleştirmek suretiyle kıldıkları, değişik ortamlarda
birbirleri ile şifreli konuştukları, Bu faaliyetlerde bulunan öğrencilerin
Ankara’da Demetevler, Keçiören, Yenimahalle, Cebeci, Etlik, İskitler ve Dikmen
bölgelerindeki evlerden faydalandıkları yolunda bilgiler elde edilmiş olup,
konunun daha da netleştirilmesi ve belirlenen ışık evleri ile ilgili
çalışmalarımız sürdürülmekte olup, gelişmeler peyder pey bildirilecektir”. Yine
Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün 18.3.1999 tarih ve 1820-99 sayılı bir başka
yazısında, Fethullah Gülen’in polis adayı gençlere, Polis Akademisi ve
Koleji’ne yönelik ilgisinin gerekçeleri, şu cümlelerle
değerlendirilmiştir: Fethullah GÜLEN,
alışılmış “Din Adamı” profilinden uzak, din adına farklı söylemleri bulunan,
kimi zaman “Sfenks” kadar sessiz, kimi zaman Atatürk’ü övmeye gerek duyan, kimi
zaman 8 yıllık eğitime destek verecek kadar reformcu, rejim yandaşı ve aydın
bir düşünür, kimi zaman farklı dinlerin temsilcilerine dünya barışı adına çağrılar
yapacak, hatta papa ile fikir teatisinde bulunabilecek kadar da enternasyonal
yanı güçlü biri olarak görüntüler vermektedir. Tarikat mensupları da, baş imam
Fethullah GÜLEN’den aldıkları fetvalar doğrultusundaki davranışları ile, kendi
düşüncelerinin zıttı olanlara karşı “hile mübahtır” yöntemi ile tedbirler
geliştirmektedirler.
24
Fethullah GÜLEN’in yeterli bir din eğitimine ve bilgisine
sahip olduğu kuşkuludur.Ama, dini bütünüyle bilmeyen fakat itikatlı olduklarına
inanan insanları etkileyebilecek noktaları iyi keşfetmiş, üstün bir zeka sahibi
olduğu söylemleri de gündemdedir. Alim olmayı gerektirmeyen dini hikâyeleri,
ızdırap yüklü ses tonu eşliğinde, sohbetlerinde gözyaşı suyu ile kişilerin
manevi alanlarına nüfuz edecek şekilde anlatan ve kişileri istediği yöne sevk
etmeyi başarması bir çok entelektüel kesimin kendisinden etkilenmesini
sağlamıştır. Özellikle birlik ve beraberliğe
her zamankinden daha çok ihtiyaç duyduğumuz ve 2000’li yıllara girmek
üzere olduğumuz şu günlerde, Türkiye sathını mücadele alanı olarak
değerlendiren ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni yıkma, parçalama, en hafifinden
Cumhuriyet’in temel niteliklerini değiştirme veya kendine göre yön verme ya da
devlet içinde hâkim güç olma sevdasındaki bu gibi organize suç yapılanmalarını
dünlerde olduğu gibi bugünlerde de etkileyip kullanmada ön planda tuttuğu hedef
kitlenin başında, aktiviteleri, heyecanları ve coşkuları ile gençlerimizin
gelmesi son derecede düşündürücüdür. Gençlerimizin ülke menfaatleri ve
değerleri açısından hangi noktalarda bulundukları, nihai hedeflerinin ne olduğu
tam olarak belirlenmiş olanlarla, kamufle yeteneğine sahip bulunan çeşitli
maskeler ve kamuoyu desteğiyle yollarına devam etmekte olan ve üzerindeki “Giz”
perdesi tam olarak kaldırılmamış masumane görünümlü kimi organizasyonların
çekim alanlarına girmelerine mani olabilecek ölçülerde uyarmadığımız ve yeterli
bilgilerle teçhiz edemediğimiz de bir başka gerçektir. Böyle olduğu içindir ki
gençlerimiz halen bir takım kişi veya örgütlerin hedefledikleri noktalara ulaşma
ve bu yöndeki planlarını hayata geçirmeleri konusunda cazibe merkezi olmaya
devam etmektedirler. Gençlerimiz üzerinde oynanan bu oyunlardan da anlaşılacağı
gibi, teşkilâtımız bünyesinde bulunan başta Polis Koleji ve Akademisi olmak
üzere, bir çok eğitim kurumumuz adıgeçen tarikatın ilgi alanına girmiş ve
teşkilâtlanmaları adeta bir sistematiğe bağlanmış gibi devam etmektedir.
Teşkilât bazında stratejik önemi haiz Personel, Bilgi İşlem, Eğitim, Kaçakçılık
ve Organize Suçlarla Mücadele, Terör ve İstihbarat birimleri ile taşra
uzantılarında da yapılanmaların olduğu yönünde emareler mevcuttur”. Kendisi de
Polis Koleji ve Polis Akademisi’nde yedi yıl süreyle eğitim gören gazeteci
Zübeyir Kındıra, yaşadıklarını ve araştırmalarını anlattığı“Fethullah’ın Copları”
adlı kitapta, bu eğitim kurumlarındaki fethullahçı kadrolaşmayı, 1979’dan bu
yana günümüze kadar getirmektedir. Kındıra, en güncel bilgi ve belgelerle de
desteklediği kitabının “Sunuş”unda, konunun önemini şöyle vurgulamaktadır:
“Polis Koleji’nin uygun ikliminde, bir çoğumuz, daha ilk hafta sonu izninde, bu
Fethullahçı topluluğun içinde, nereye ve neden gittiğini bilmeden bir ‘Işık
Evinde’, ‘Said-i Nursi’ risalesi dinlerken buldu kendini Bazılarımız okula
döner dönmez, üst sınıflara ya da komiserlere durumu anlatıp ‘korunmaya’
alındı. Ama yalanlarla, gizlice götürüldüğümüz o evleri, orada yaşadıklarımızı
ve o günleri hiç unutmadık. Ben de o
evlerden birine götürülenlerdenim. Aradan 21 yıl geçmesine karşın, o günü hiç
unutmadım. Daha sonra yaşadıklarım da o günün unutulmasına engeldi. İlk
denemelerinin ardından, bu kişilerin gerçek niyetini anladım ve hemen
uzaklaşıp, kurtuldum. Benim gibi bir çok arkadaşım da bu topluluktan uzak
durdu. Ama benimle birlikte o gün o eve gidenlerin bir çoğu iyi birer Fethullahçı
oldular. O gün, o evde, benim ilk namazımda yanımda duranlar ve onların
anlayışı tarafından Emniyet Teşkilatı’ndan uzaklaştırıldım. Yıllar sonra,
gazeteci olarak o gün, o evde benimle birlikte olanların, Emniyet Teşkilatı’nın
en kritik üst yönetimlerinde bulunduklarına, hiç de şaşırmadan, tanık oluyorum.
Polis içine ‘Fethullahçı tohumu’ atılmasının ilk günlerine tanıklık etmiş daha
sonra, ‘kendilerinden olmayanları saf dışı bırakma’ yöntemlerini yaşamış biri
olarak, laik ve demokratik düzene yönelik tehlikelerden biri olduğuna
inandığım, ‘bu arkadaşlarımın’, ‘eski mesletdaşlarımın’ gün şıığına çıkmadan,
hak etmedikleri makamlarda oturmalarına ve toplumu yanlış yönlendirmelerine
izleyici kalmak, en azından yaşadıklarıma haksızlık olurdu. Bu çalışmayı yapmaya
karar vermemdeki en büyük etkenlerden biri de budur... Polis içindeki
Fethullahçıların bir bölümünü ve Polis Koleji ve Akademisi’nde bulunduğum
yıllarda ‘Işık Evleri’ne giden ve öğrenci götürenleri anlatmaya çalıştığım bu
kitap içerisinde, yaşadıklarım ve tanık olduklarım ve gazeteci olarak
araştırdıklarım var. Bazı bilgiler doğrudan anılarımdan, büyük çoğunluğu ise
polis içindeki dostlarımdan ve belgelerden...” (49).
25
Türk Basınının en saygın gazetecilerinden biri olan Zübeyir
Kındıra, kitabında, fethullahçıların bu eğitim kurumlarındaki tüm
usulsüzlüklerini, baskı yöntemlerini, ders veren öğretim elemanlarının
Cumhuriyet karşıtı sapkınlıklarını, şeriatçı kadrolaşmanın tüm evrelerini ve
destek veren siyasilerle, üst düzey bürokratları, isim isim, müfettiş raporları
ve soruşturmalara esas belgeleriyle birlikte ayrıntılı olarak açıklamaktadır.
Bu kitap, yöneticilerin devlete ve rejime bağlı olduğu bir ülkede yayınlanmış
olsaydı, en azından İçişleri Bakanı başta olmak üzere, hedef isimlerin tamamını
götürürdü, diye düşünüyorsanız, haklısınız. Ancak, Türkiye’de bunun tam tersini
görüyorsunuz. Örneğin, 10 Kasım 1996’da, “... inancımıza saygı duyulmadığı bir
dönemde, içim kan ağlayarak, bugünkü törenlere katıldım” sözleriyle ünlenen
Kayseri eski Belediye Başkanı Refah Partili Şükrü Karatepe hakkında D.G.M.’nin
bilirkişi olarak atadığı Prof.Dr. Ali Şafak’ı hatırlamamak olanaksızdır. Zira,
Şafak, Karatepe’yi aklayan bir rapora imza atanlar arasındadır. Erzurum
İlahiyat Fakültesi mezunu Şafak, halen Polis Akademisi’nde “görevinin
başındadır”...
Başta Polis Akademisi olmak üzere, tüm eğitim kurumlarındaki
fethullahçıların izini sürmeye başladığınızda, öncelikle Polis Akademisi,
Koleji ve Okulları için öğretim üyesi yetiştirilmek üzere yüksek lisans ve
doktora yapmak üzere yurtdışına gönderilenlerin de durumlarını ve
pozisyonlarını netliğe kavuşturmanız gerekmektedir. Hatırlanacağı üzere, Y.Ö.K.
ve Milli Eğitim Bakanlığı, 1982’den itibaren ağırlıklı A.B.D. olmak üzere,
yurtdışına onbinin üzerinde burslu öğrenci göndermiştir. Ancak, bir süre sonra
bunların yarıdan çoğunun fethullahçı, sonra nakşibendi, süleymancı ve de etnik
bölücülerden oluştuğu saptanmıştır. Bu devlet aleyhine üniversitelerde
geleceğin akademisyenlerini yetiştirme ve kadrolaştırma furyasından, Emniyet
Teşkilâtı bu haliyle kendisini koruyabilmiş midir? Bu soruya ancak acı bir
tebessümle karşılık verilebilir. Nasıl mı?!. İşte, fikir verebilecek bir iki
küçük örnek: Emniyet Teşkilâtı’na “iz” bırakan Bakanlardan biri olan Abdülkadir
Aksu, 1988-89 Öğretim Yılında Polis
Akademisi’nin kadrolu eğitim elemanı gereksinimini karşılamak üzere, 41 öğretim
görevlisini yüksek lisans ya da doktora yapmak üzere –tüm masrafları devlet
tarafından karşılanarak- İngiltere’ye göndermiştir. Bu grup 5 yıl sonra Bakanlık
emriyle Türkiye’ye çağrıldığında, sadece bir bölümünün yüksek lisansı
tamamladığı görülmüştür. 1997-98 Öğretim Yılında ise, Akademi Yönetim Kurulu
kararıyla, “olumsuzluğu” değerlendirilen 20 araştırma görevlisinin Akademi ile
ilişkisi kesilmiştir. Ne var ki, bu personel, daha sonra idari yargı kararı ile
geri dönmüştür. Bunların önemli bir bölümü yardımcı doçent ve doçent
kadrolarına atanmışlardır. Sadettin Tantan döneminde çıkarılan sözkonusu
yasayla, öğretim üyelerine kendi istekleri dışında başka bir yere atanmama
kolaylığı getirilmiştir. Ayrıca, emniyet kadroluların yanısıra, sivil öğretim
elemanlarının da, eğitim ve öğretimin yanısıra idari görev almaları (başkan
yardımcısı-dekan yardımcısı-enstitü müdürü vb.) sağlanmıştır. Böylece, Emniyet
Teşkilâtı’na bağlı eğitim kurumlarındaki “tek tip” emniyetçi yetiştirmeye
yönelik programa işlerlik; kadrolara da dokunulmazlık kazandırılmıştır. Konunun
bir başka vahim tarafı, mevcut kadronun, bundan sonra gelecek öğretim
elemanlarını seçme kurullarında ve de eğitim programlarında belirleyici rol
oynayacak olmalarıdır. Yönetim erkini elinde bulunduran grup, kendi grup
gereksinimleri doğrultusunda müfredat programı hazırlama ve kadrolar yetiştirme
olanağına sahip olurken, farklı personel bu süreçte ya tasfiye ya da pasifize
edilecektir. Acıdır ki, bütün bunlar yasaya uygun (!) olarak yürütülürken,
Emniyet Teşkilâtı içindeki Cumhuriyet aydınları, tüm olumsuz gelişmeleri sessiz
çığlıklar atarak izlemek zorunda kalacaklardır... Bir başka tipik örnek olarak, Polis Akademisi’nde
müfredata dahil “Devlet Güvenliği ve Haberalma” adlı ders kitabında, Cumhuriyet
döneminin en yaygın irticai hareketi olan Nurculuktan tek kelime ile
bahsedilmemektedir. Bir başka ifadeyle, geleceğin Emniyet yöneticileri,
nurculuk hakkında tek bilgi bilmeden, tehdit olarak algılamadan Akademiyi
bitirmektedirler. Nurculuktan bahsetmeyen, gerçek yönleriyle Fethullahçılıktan
bahseder mi, diye düşünüyorsanız, yavaş yavaş Emniyet Teşkilâtı’nı tanımaya
başlıyorsunuz demektir. Bu kitapta, örneğin, “Zararlı Dini Akımlar” bölümünde,
Ahmet Yesevi, Mevlana, Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre gibi isimler, “İrticai
Faaliyetler” ana başlığı altında açıklanmaktadır. “Türk Düşünce Tarihi” gibi
bir ders ya da bağımsız bir bölüm başlığı altında okutulması gereken bu “aydınlık”
isimleri, “İrticai Faaliyetler” başlığı altına dahil edeceksiniz; sonra da
“kapkaranlık” Said-i Kürdi ve hempalarını-şakirtlerini bu başlık harici
bırakacaksınız!.. Bunun adı bilim değil, Türklük değil, İslamiyet değil,
insanlık ise hiç değil!.. Keza, aynı kitapta, Türkiye’de şeriatçıların
kendilerini ve faaliyetlerini halk içinde gizlemek, kamufle etmek için kullandıkları “mütedeyyin kitle”
kavramına yer verilirken, gerçek mahiyeti hakkında tek cümlelik bilgiden
dahi kaçınılmıştır. Aynışekilde,
yine müfredata dahil “İnsan Hakları ve Kamu Hürriyetleri” adlı ders
kitabında, aşırı sağda ve solda yeralan ve Türk Devleti’ni yabancı ülkelere
şikâyet gibi işlevleri yerine
26
getiren örgütler, “yerli” ya da “işbirlikçi” başlığı altında
değil de, “ulusal sivil toplum örgütleri” başlığı altında anlatılmaktadır.
Ayrıca, bu kitapta İnsan Hakları Derneği ve Mazlum-Der hakkında geleceğin
emniyet yöneticilerine verilen bilgiler, son derecede yetersiz, içi boş ve
düşündürücüdür. Emniyet mensubu, rejimi yıkmak isteyenlerle devlet arasında
“tarafsız” değildir, resmen taraftır, devletten taraftır. Bu itibarla, Polis
Akademisi’nde ya da bağlı diğer eğitim kurumlarında verilen derslerin, “bilgi”
kadar, öğrenciye devlet bilinci, devleti savunma donanımı ve refleksi
kazandırması da amaçlanmalıdır. Ama nerede?!.
Konunun bir diğer vahim sonucu da şudur: 9 Mayıs 2001 tarih ve 24397
No.lu Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 4652 sayılı Polis
Yükseköğretim Kanunu ile, Polis Akademisi üniversite yapısına dönüştürülürken,
Polis Okulları da, iki yıllık Polis Meslek Yüksek Okulu haline getirilerek
Polis Akademisi’ne bağlanmıştır. Yeni yasayla, mevcut eğitim kadrosunun, tayin
açısından neredeyse dokunulmazlığı sözkonusu olmuştur. Devletten yana, Atatürk
ilke ve devrimlerine bağlı, Cumhuriyetin tüm değerlerine inanmış, laik hukuk
sistemini canı pahasına koruyacak Türk Polisi tipolojisinin oluşturulması için,
Polis Akademisi’nin ve Polis Meslek Yüksek Okullarının ve Polis Koleji’nin
tümüyle yeniden yapılandırılması ve sürekli büyüteç altında tutulması
kaçınılmaz bir zorunluluktur. Tüm bu olumsuzluklardan rahatsız olan, tepki
gösteren, teşkilât içindeki Said Kürdi’nin hempalarıyla mücadeleye hazır konumda
başka emniyetçiler yok mudur? Elbette ki vardır. İşte, onlardan bir grup
tarafından kaleme alınan bir rapor!.. Polis Akademisi ve Polis Koleji’ndeki
fethullahçı kadrolaşma olgusu ile ilgili yeni bir resmi soruşturma için gerekli
tüm verileri içermektedir. Veriler, gerçekten dehşet verici boyutlardadır.
Örneğin, Polis Koleji’ndeki toplam 731 öğrencinin % 53’ünü oluşturan 388 öğrencinin, fethullahçı yapılanma içinde
yeraldığı belirtilmektedir. 2001 Yılı
mezunları arasında bu oran % 67 olarak kaydedilmektedir. Raporda, 1’den 4’e
kadar tüm sınıflardaki normal öğrencilerle, yapılanma içinde yer alan
öğrencilerin sayıları ve istatiksel oranlarına yer verilmektedir.
Fethullahçılara karşı yurtsever öğrencilerin örgütlü tepkileri sonucunda,
devrelerdeki fethullahçı oranlarında hissedilir bir düşme dikkat çekmektedir.
Raporda, Polis Koleji’ndeki “imam”ların sayıları hakkında da bilgi
verilmektedir: Tüm şubeleriyle 1. sınıflarda
86 fethullahçı öğrencinin 12, 2. sınıflarda 66 fethullahçı öğrencinin
10, 3. sınıflarda 107 fethullahçı öğrencinin 9, 4. sınıflarda ise 129
fethullahçı öğrencinin 34 imamı bulunmaktadır. 4 Sınıflarda “abi” diye
nitelendirilen yönetici pozisyonundaki imamların sayıca çok olmasının nedeni,
bunların mezuniyet aşamasında “son şekle” bu sınıfta sokulmalarıdır. Mezunlar
arasında “il imamı” olarak atanacaklar, 4. sınıftaki imamlar arasından
belirlenmektedir. Raporda, 1. sınıftaki A, B, C., F şubeleriyle, 2., 3. ve 4.
sınıflardaki A, B, C., D. ve E şubelerinin ayrıntılı imam sayıları kaydedilmektedir.
Raporda, fethullahçı kız öğrencilerin durumlarına da değinilmiştir.
Örneğin, sadece 3. sınıflarda (toplam 5
şube), okuyan 18 kız öğrencinin içinde, 2’si yönetici konumunda 12 fethullahçı
kız öğrenci bulunmaktadır. Farklı bir örnek teşkil etmek üzere, 4. sınıfların 6
ayrı şubesinde 69 yabancı uyruklu öğrenci arasında –ki bunların çoğu
gayrimüslimdir- 1’i yönetici
pozisyonunda 11’i fethullahçı yer
almaktadır. Polis Akademisi’nin 186 kişilik 1. sınıflarının 148’i Polis Koleji
kökenli olup, bunların 71’i fethullahçı olarak tanımlanmaktadır. Aynışekilde,
lise kökenli 38 öğrencinin ise ancak 14’ünün
fethullahçılarla ilgisi
bulunmaktadır. Bundan anlaşılmaktadır ki, Polis Akademisindeki fethullahçı
örgütlenmenin alt yapısını, Polis Koleji’nden gelen öğrenciler oluşturmaktadır.
Bu açıdan acilen ve öncelikle, Polis Koleji’ndeki yönetici ve eğitim kadrosunun
bütünüyle büyüteç altına alınması ve gereğinin yapılması gerekmektedir. Zira,
Fethullahçı kadrolaşmaya en sert tepkiyi gösteren (2001-2002 Ders Yılı) 3. sınıf öğrencilerinin, malûm kadro
tarafından en sert tepkiyle
cezalandırıldıklarından söz edilmektedir. Geçtiğimiz yıl Polis Akademisi’nden
“Komiser Yardımcısı” rütbesiyle mezun olan 300 kişiden 202’si, bir başka ifadeyle
% 67’si fethullahçı olarak tanımlanmaktadır. Sözkonusu raporun sonunda, Polis
Koleji 3. sınıflarındaki ve Polis
Akademisi, 1, 2, 3, ve 4. sınıflardaki fethullahçı öğrencilerin isim
listelerine yer verilmektedir. Ayrıca, Akademi’nin 4. sınıf şubelerindeki
yabancı uyruklu fethullahçıların yanısıra, Akademi’nin 2001 mezunları arasında
yer alan fethullahçı komiser yardımcılarının isim listeleri ile, bunlarla
bağlantılı Akademi Eğitim Şubesi personelinin
(28 kişi) ve Polis Koleji Eğitim İşleri Şube Müdürlüğü’ne bağlı sınıflar
şubesi personelinin (22 kişi) listeleri,
olgunun vahametini göstermek açısından rapor ekinde sunulmaktadır. Bu
raporun teyidini hangi merci yapacaktır? Hiç şüphesiz, fethullahçılar her türlü
olumsuz senaryolara karşı, ilgili birimlerde kendilerini aklayacak, aleyhlerine
tanıklık yapacakları ise tümüyle “tasfiye” edecek mekanizmaların başındadırlar.
Bu açıdan, kendi aleyhlerine açılacak soruşturmaları, soruşturanlar
kendilerinden olduğunda, aklanmanın yasal biçimi olarak kendileri de kabul ve
tasvip etmektedirler.
27
Diğer taraftan, fethullahçılar konusunda böylesine pasif
tutum sergileyen, ancak fethullahçılar başta olmak üzere hiçbir zararlı
yapılanma ile ilişkisi bulunmayan halihazırdaki
Emniyet Genel Müdürü Kemal Önal, tüm bu olumsuzluklardan tek başına mı
sorumludur?!. Elbette ki hayır!.. Bugüne kadar İçişleri Bakanlığı makamına
oturmuş tüm siyasiler de, en az gelmiş geçmiş Emniyet Genel Müdürleri ve
bürokratları kadar sorumludurlar. Fethullah Gülen’in deyimi ile Mülkiye’deki
kadrolaşma aleyhine, bu yazının kaleme alındığı tarihe kadar, nedense bir türlü
bitirilemeyen bir soruşturma duyumu dışında somut bir işlem tesis etmediğini
bildiğimiz, buna karşılık fethullahçı olmadığından da emin olduğumuz Rüştü
Kâzım Yücelen’in, “istihbarat” ve karşı-istihbarat” konularında çizdiği
yetersiz- tecrübesiz görüntü de ortadadır. Yakın geçmişte, Avrupa’da katıldığı
bir toplantıda, 30.000’den fazla vatandaşımızın ölümünden birinci derecede
sorumlu eli kanlı terörist Abdullah Öcalan için, “terör dolayısıyla can veren o
kadar insanın yaşama hakkı ne kadar birinci derecedeyse, Öcalan’ın yaşama hakkı
da o kadar birinci derecededir”
demiştir.
Türkiye’de de medyadan yayınlanan bu sözler, normalde bir
hükûmetin düşürülmesine yetecek sözlerdir. Bu sözlerin sahibi elbette ki PKK
sempatizanı değildir ama bu sözlerle, milyonlarca Türk insanının rencide
ederken, PKK’yı destekleyen Batılı işbirlikçilerinin –deyim yerindeyse-
ekmeğine yağ sürmüştür. Tıpkı, kendi bakanlığındaki fethullahçı kadrolaşmanın
üzerine gitmeyerek, gider gibi görünmek suretiyle devlet güvenliğine verdiği
zarar gibi. Bakanın, başka zaaf
görüntüleri de mevcuttur: Bilindiği üzere, Türkiye’de 1983’den bu yana yasadışı
faaliyet gösteren Alman vakıflarından Konrad Adenauer Vakfı’nın en önemli
işbirlikçisi, “Türk Demokrasi Vakfı”dır. Bülent Akarcalı’nın başkanlığını
yaptığı bu vakıf, sözkonusu yasadışı Alman vakfı ile akçalı ilişkiler
içindedir, ki bu yasalarımız açısından aleni suçtur. Ancak bu suçun üzerine kim
gidecektir? Vakıflar Genel Müdürü Nurettin Yardımcı mı? Mümkün değil, yakın bir
zamana kadar Türk Demokrasi Vakfı’nın yönetim kurulu üyesi olan Yardımcı’nın
üyeliği halen devam etmektedir. Vakıflardan sorumlu Devlet Bakanı Nejat Arseven
mi? Arseven’in de adıgeçen vakfın üyesi olup vakfın işbirliği çalışmalarına
katkıda bulunduğunu bizzat Alman Büyükelçisi Dr. Rudolf Schmidt basına
açıklamıştır. Bu yasadışı işbirliğini TRT ya da Anadolu Ajansı mı kamuoyuna
duyuracaktır? Mümkün değil, çünkü Devlet Bakanı Yılmaz Karakoyunlu, adıgeçen
vakfın yönetim kurulu üyesidir. Mesut Yılmaz da –oluşumun doğasına uygun
olarak- vakfın üyesidir Geriye, yasaları uygulama gibi asli görevi olan sadece
dönemin İçişleri Bakanı kalmaktadır, diye düşünüyorsanız, mutlak
yanılıyorsunuz, zira, o da adıgeçen vakfın üyesidir, tıpkı ANAP’lı Işın Çelebi,
Mustafa Kalemli, İmren Aykut, Güneş Taner,
Emre Kocaoğlu, gazeteci Mehmet Altan, Y.Ö.K. Başkanı Prof.Dr. Kemal
Gürüz, Prof.Dr. Duygu Sezer, Alman liyakat haçı sahibi Prof.Dr. Ahmet Mumcu vd.
gibi. Kısaca, Türkiye niçin bu olumsuzluklarla karşı karşıya, sorusunun
binlerce yanıtından birini, yukarıdaki ilişkiler örgüsüne bakarak
alıyorsunuz... 2.8. ETKİ AJANLARI-NÜFUZ CASUSLARI VE
FETHULLAHÇILAR RAPORU
Küreselleşme sürecine uyum sağlamak isteyen
ulusal-uluslararası düzeydeki kurumların pekçoğu kabuk değiştiriyor. Hiç şüphesiz değişen bu
kurumların başında da istihbarat
örgütleri geliyor. Değişen tanımlar ve kavramlara koşut olarak, istihbarat ve
karşı istihbarat faaliyetleri artık nostaljik 007 kalıplarından oldukça
uzaklarda. Örneğin, dünya üzerindeki her türlü kitle iletişimini kontrol eden
"Echolon Ağı", uzaydan her türlü görüntüyü sağlayan uydu sistemleri,
klasik casusların tüm işlevini fazlasıyla üstlenmiş durumda. Sanayi casusluğu
hâlâ önemini korurken, istihbarat terminolojisinde yeni kavramlar, konseptler
ön plana çıkmakta: "Sosyal-Ekonomik-Siyasal-Dinsel-Kültürel
İstihbarat" kavramları gibi. İstihbarat ve Karşıİstihbarat Servisleri,
gelişmiş ülkelerde eskiden olduğu gibi
tam bir gizlilik içinde işlerini yürüten kurumlar değil artık. Şimdilerde,
Dışişleri, İçişleri, Ekonomi-Maliye, Adalet Bakanlıkları, Kızılhaç, özel servis
veren pilot üniversiteler, enstitüler, vakıflar, özel misyonu olan kardinaller,
piskoposlar, hahamlar ve tüm misyoner örgütleri, yurtdışında yatırım yapan
şirketler, yurtdışında temsilciliği olan medya kuruluşları ve haber ajansları
ile de -gerektikçe- içiçe çalışılıyor. İstihbarat servislerinin rolü,
koordinasyon, finansman, lojistik destek ve yönlendirme ile sınırlı. Artık
hedef ülkelerde özellikle istihbarat-ajitasyon faaliyetlerinde deşifre olma
riskine girilmiyor; bu iş genellikle doğrudan
yada dolaylı olarak servisle ilişkili yerli işbirlikçilere, taşeronlara
sipariş ediliyor. İşte literatürde bu yerli işbirlikçilere-taşeronlara "etki
ajanları", "yönlendirici ajanlar" ya da kapsamlı bir deyişle "nüfuz
casusları" deniliyor. Öncelikle kullanılan ajanları üç ana grupta toplamak
gerekir: "Profesyoneller",
"Satınalınabilir Aydınlar" ve de "Sempatizanlar" (amatör
muhipler). Profesyoneller yurtiçinden ya
da yurtdışında yaşayanlar arasından seçilir ve bilahare kendi ülkelerinde özel
eğitime tabi tutulur. "Satınalınabilir Aydınlar" özellikle
ulus-devlete geçiş aşamasının sancısını çeken toplumlarda, özellikle de Üçüncü
Dünya Ülkelerinde en çok rastlanılan metadırlar, borsa değerleri vardır;
özellikle
28
medyada, bürokraside ve siyaset sahnesinde boy gösterirler.
Örneğin, "yönlendirici ajan" statüsünde etkili bir gazeteciye ya da
medya patronuna sahipseniz, yüzbinlerce okuyucuyu ve siyasal iktidarı doğrudan
etkileyecek bir silâha da kavuşmuş olursunuz. Keza, bir tarikat-cemaat şeyhini
satın almışsanız, yüzbinlerce müridini de "yularından tutma" ve de
gelecekte güdümünüzde bir halk hareketi başlatma gücüne sahip olursunuz.
"Sempatizanlar" ise hedef ülkelere yoğun biçimde yönlendirilen
kültürel emperyalizmin kesintisiz silahı olan kitle iletişim, eğlence ve eğitim
araçlarından (sinema, müzik, moda, internet,
televizyon vb.) olumsuz biçimde etkilenen tüketicilerdir. Parasal ya da
siyasal güç için en güçlü bir devletin himayesi altına girmeye can atanların
yanısıra, örneğin "green card" için ulusal onurundan ve gururundan
gönüllü olarak vazgeçebilenler de bu gruba girerler. İşte bu kesimi sürekli
zinde tutabilmek için örneğin ABD'nin her yıl gerçekleştirdiği tüm dünyada 50.000
şanslıyı (!) belirleyen lotaryaları hatırlamak yeterlidir. Etki ajanları, her
üç kategoride de özellikle kendi ülkesine ve toplumuna aidiyet duygusu zayıf,
parasal ve siyasal güç için her türlü ilişkiye girme eğilimli, ulusal bilinci
gelişmemiş, tercihan da etnik-dinsel (laik sistemde kendilerini ezilen kabul
edilen sünni şeriatçılarla, sünniler karşısında kendilerini ezilen kabul eden
aleviler ya da süryaniler, nasturiler, bahailer, yehova şahitleri, bahailer
vd.) özürlü azınlık ırkçıları arasından seçilirler. İşte, iki yıl önce yayınlanan ve etki
ajanı-nüfuz casusluğu kavramını tarihsel süreçte anlatmayı ve örneklendirmeyi
amaçlayan raporda, “Türkiye’deki Etki Ajanı Borsası: Fethullahçılar” ara
başlığı altında aşağıdaki bilgiler yeralmıştır: “Mevcut şeriatçı yapılanmalar
içinde eğitime, dolayısıyla insana en fazla yatırımı yapan; ABD'nin tüm dünyada
tarikatlara öngördüğü modeli ülkemizde en iyi uygulayan fethullahçılar, laik
Cumhuriyetimizin öncelikli en büyük tehdidi konumunda. Arkalarındaki dış
desteğin ABD olduğunu bugün artık Türkiye'de de, dünyada da bilmeyen yok.
Bilindiği gibi, bu illegal yapılanmanın liderinin müritleri tarafından verilmiş
‘hocaefendi’ ünvanı da Devrim Yasalarına göre suç. Ancak, suç olmasına karşın
ülkemizdeki kimi etki ajanlarının, üstlendikleri tüm resmi sorumluluklara karşın, sözkonusu elebaşıları tanımlamakta
kasden ‘hocaefendi’yi kullanmakta ısrar etmeleri, diğer illegal şeriatçı
yapılanmalar için de özendirici faktör oluşturmuştur. Artık, süleymancılar,
nakşiler, vilayet imamları için bile hocaefendi ünvanını alenen kullanmaya
başlamışlardır. Dolayısıyla yurtiçinde ve dışında laik hukuk devleti aleyhine
faaliyet gösteren hocaefendilerin yanısıra, hatta ahirete intikal ettikten
sonra bile müritleri tarafından bu ünvana lâyık (!) bulunan hocaefendilerin sayısında da tuhaf bir artış
gözlemlenmektedir. Konumuza dönersek,
işte bu hocaefendilerden biri, bir yılı aşkın bir süredir ABD'de ‘zorunlu
ikâmette’. Nedeni, şayet dönerse, büyük bir olasılıkla, Türk Silahlı Kuvvetleri
bünyesine sızma girişimine azmettirmek ve bu amaçla gizli teşekkül oluşturmak
suçlaması ile açılacak davalardan yargılanacak. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden
Yargıtay'a, kendi deyimleri ile adliyeden mülkiyeye, maariften emniyete kadar
kadro gücünü kanıtlayan; avrasya ölçüsünde dağıtımı yapılan bir gazete ile
‘yeryüzü kanalı’ iddiasındaki bir televizyona, yılda 1 katrilyon TL'nı aşan
ciro yapan yüzlerce şirkete, yurtiçinde ve dışında 300 civarında okula,
onbinlerce ışıkevine, yüzlerce öğrenci yurduna, yüzlerce dersaneye, yurt içinde
ve dışında üniversitelere, -çoğu iyi derecede yabancı dil bilen öğretmen ve dış
ticaret uzmanı- onbinlerce profesyonel
personele, en az 25 milyar dolarlık bir mal varlığına sahip bulunan bu illegal
yapılanmanın hocaefendisi, iç ve dış desteklerine, DGM'de sırf vatanına
dönebilmesi için özel (!) surette TCK 313'e indirgenen davasına rağmen, Türkiye'ye dönemiyor. Oysa, dönse,
belki de Başbakan dahil TBMM'nde grubu bulunan tüm partilerin liderleri ‘geçmiş
olsun’ ziyareti için sıraya girecek. Ama nerede? İmralı'da mı, işte o
dönmediği-dönemediği için de hiç kimse ziyaretçi kabul edeceği resmi koğuş
binası hakkında bir tahmin yapamıyor. Sözkonusu hocaefendilerden biri olan
malûm zât, kalabalık maiyeti ile -buna 24 saat yanından eksik olmadığı söylenen
doktorları dahil- Pennsylvania Eyaletinde Philedelphia yakınlarında özel bir
çiftlikte yaşıyor. Çiftliğin bulunduğu bölgenin FBI koruması altında, refakat
memurlarının (conducting officer) gözetiminde
olduğu ve buralardaki çiftliklerde yaşayanlara birinci derecede özel
öneme sahip koruma programının
(countursurveillance faaliyeti) uygulandığı kaydediliyor. Örneğin,
telefon rehberinde hocaefendinin ya da bir başka Türkün adı yok. Özel çiftlik
arazisine girme yasağını belirten levhaları ve de refakat memurlarını geçmek
mümkün değil. Gerçekte bu çiftliğin, cemaatin gazetesinin sorumlularının da
aralarında bulunduğu, ABD yasalarına
göre kurulan ‘Altın Nesil Vakfı’ adına FBI tarafından fethullahçılara 1991'in
başında tahsis edildiği ve aynı yılın ortalarında YÖK ya da MEB bursu ile bu
ülkeye gönderilen fethullahçı yüksek lisans öğrencilerinin bir yaz kampı
oluşturarak sözkonusu çiftlikte örgütlenme toplantıları
29
gerçekleştirdikleri biliniyor. Üstelik, CIA yetkililerinin
Eyalet Valisi ile temasları sonucu, cemaatin eyalet sınırları içinde bu yıl bir
de okul açtığı gelen -teyidi alınmış-
duyumlar arasında. Fethullahçılar,
bugüne kadar A.B.D. derin devleti (NSA, CIA, FBI, SDDS, NSC vd.) ile
ilişkilerini inkâr edecek bir açıklama
yapmaktan sürekli kaçındılar. Hatta bu tür şüpheleri, hem de hocaefendilerinin
ağzından ‘dünya jandarmasının arkalarında olduğu’ kanısını uyandıracak,
kamuoyunda kendilerine daha bir olağanüstü güç hamlettirecek açıklamalarla
artırmak için özel çaba sarfettiler (4).
Diyelim ki böyle bir durum yok, ileride takiyye yaparak bu girift
ilişkiyi inkâr edebilirler. Şimdi, fethullahçı yapılanmasının istihbarat
tekniğine dayalı kısa bir irdelemesi, sizleri olası bir inkârın tüm
dayanaklarını ortadan kaldıracak verilere götürecektir. İsterseniz en
basitinden başlayalım, daha teknik ayrıntı ve bilgileri DGM Savcısı ile Askeri
Savcıya bırakalım: a) Hocaefendilerin
tümünü ‘masum’ varsayalım: A.B.D.'nde ikâmetin yasayla belirlenmiş katı
koşulları bulunmaktadır. Hiç kimse yasal olarak, resmi başvuru yapmaksızın ve
de gerekçesini belgelemeksizin -defactor statüsü hariç- bu ülkede altı aydan uzun bir süre kalamaz.
Kaldı ki bu hocaefendilerin en ünlüsü, Haziran 1999'da Show TV'de Reha Muhtar'a
yaptığı bir saati aşan açıklamada, 14 gün sonra Türkiye'ye döneceğini taahhüt
etmiştir. Tabii ki hem de kamuoyuna yapılan bu taahhüt sahibi tarafından bugüne
kadar hâlâ yerine getirilmiş değildir. Hocaefendilerin tümünün yeşil karta
sahip olmaları teknik açıdan olanaksız, çünkü yasal koşullar uymamaktadır. Bu ülkede
yaşayanlar, sıradan insanlar için lotarya şansı (!) dışında yeşil kart almanın
zorluğunu ve formalitelerini çok iyi bilmektedirler. Gerçekte, ABD'de derin
devlet koruması altındaki
hocaefendilerin, ‘kaç!’ komutunu aldıkları andan itibaren CIA ‘İltica ve Taraf Değiştirme
Departmanı’nın acil (exfiltration) planına dahil olarak kendilerine tanıdığı
kolaylıklardan yararlandıkları
bilinmektedir. Bu arada, Merve Kavakçı gibi ABD vatandaşlığına
alınmışlarsa o başka. O zaman her şey apaçık ortada olacağı için bu irdelemenin
ayrıca bir anlamı kalmaz. Bu arada, ABD Büyükelçiği ve Konsoloslukları,
hocaefendilerini ziyaret amacıyla cemaatten usulüne uygun gönderilen tüm
ziyaretçilerin vize problemini -10 yıllık vize vererek- çözümlemektedir.
Cemaatten sızan bilgilere göre, cemaate dahil dış ticaretle iştigal eden tüm
şirketler, temsilcilik açarak bu ülkeye sermaye aktaracakları taahhüdünde
bulunmuşlardır. Hocaefendinin haleflerinden biri olan Amerika Kıta İmamı ve
aynı zamanda cemaatin ABD Başkanıİ. İsmail Büyükçelebi, -Başkanlık (imamet ve
riyaset) merkezi New Jersey'de bulunmaktadır- ülke (yeni vatan) çapındaki
sistematik örgütlenme çalışmalarına 11 Haziran 2000'de ABD'nin en
kuzeybatısındaki Seattle'daki bölge toplantısı ile start vermiştir. Bugüne
kadar daha ziyade saf insanlarımızdan para çarpmak için düzenledikleri himmet
toplantıları, örgütlenme toplantıları ile çeşitlilik göstermiş bulunmaktadır.
Aynı toplantıların Kanada'yı da kapsayacağı, cemaatin burada da sermaye
aktarımı yoluyla göçmen vizesi kolaylığından faydalanarak koloniler
oluşturacağı önesürülmektedir. Zaman
gazetesinden Nuh Gönültaş'ın deyimi ile ‘Amerika'nın zorunlu keşfi’
başlamıştır. Herhalde hocaefendileri, tarihe pekçok sapkınlıklarının yanısıra,
müritlerinin ikinci Kristof Kolomb'u
olarak da geçme niyetindedir... b) Hocaefendilerin aldıkları ilkokul mezunu
emekli maaşı ile bunca süre ABD'de nasıl -hem de Mayo Fethullahçı Kliniği
dahil- tedavi görüp, 24 saat süreyle doktor gözetiminde nasıl kalabildiğini;
çiftlikte rutin harcamaların yanısıra, kâhya, aşçı gibi personelin maaşlarını
nasıl ödeyebildiğini; her hafta onlarca, bazen yüzlerce misafirin ağırlama
masrafını nasıl karşılayabildiğini kerametle açıklayan müritlere inanmak ne
derecede olanaklı?!. Keza, ilkokul mezunu olmanın verdiği yabancı dil düzeyi
(!) ile İngilizcenin güncel terminolojisini de kullanarak ‘Fountain’ dergisine
yazdığı akademik (!) düzeydeki
makalelerin kerameti -her ne kadar inanmasak da- nereden geliyor? Amazon
şirketi, ingilizce yazılmış kitaplarını
nasıl pazarlıyor? CIA ile organik dayanışma içindeki ABD üniversitelerinden
hangilerinde hocaefendilerinin bilimsel (!) çalışmaları ile ilgili onlarca
doktora çalışması yürütülüyor? Paul Henze, Graham Fuller, Lois Freeh, Carey
Cavanaugh gibi ünlü istihbaratçı ve malûm kişilerle, hatta çiftlikte beraber
kalıp, eyaletleri birlikte gezdikleri istihbarat memurları (handolder) ile
hangi dil düzeyi ile iletişim kuruluyor? Hiç şüphesiz bunlar küçük ve önemsiz
sorular. c) Fethullahçı yapılanma, CIA'nın öngördüğü
tarikat (sözde sivil toplum cemaati) modeline -Mormon, Moon, Scientology vd.
gibi- tıpatıp uymaktadır. Modelin amacı, tarikatları, birer sivil toplum örgütü
(NGO) olarak yeniden yapılandırmak; küreselleşme sürecinde mevcut düzene karşı
çatışma görünümü yaratmadan uysallaştırmak... Öncelikle müridin
toplumsallaşması ile başlatılan süreç, suya bir taşın atılmasıyla oluşan
halkalar gibi müridi kuşatan çevreler yaratmaya dayanıyor. Bu çevreler; sosyal
çevre/yakın çevre olarak ailenin ve müridin içinde bulunduğu bir anlamda
özel
30
alan olan cemaat; cemaatın kendi ekonomik, eğitim, sağlık, teknolojik, politik ve
kültürel sistemlerine dayalı kamusal alan (cemaatın kendi gereksinimlerini
karşılarken, bu sistemler aracılığıyla cemaatin sürdürülebilirliğine,
gelişmesine ve yayılmasına olanak sağlamaktadır); tüm bunları da içine alan,
cemaatın inanç-düşünce sistemine göre oluşturulan yönetim sisteminden
oluşmaktadır. d) Yönetim sisteminde,
kâinat imamından, düz müride kadar inen hiyerarşik sıralama önem taşımaktadır.
ABD için hiyerarşinin sadece tepesini kontrol altında tutmak yeterlidir, çünkü
cemaat disiplini nedeniyle tabanda sıkıntı yaşanmayacaktır. Oysa, ulus-devlet
yapılanması içinde sömürüye dur diyenler her zaman var olacaktır, dolayısıyla
da hedef ülkeye yönelik her yatırımının maliyeti ve riski yüksek olacaktır.
ABD'nin tarikatlara öngördüğü modelde, önemli olan hiyerarşinin tepesinde yer
alan tek karar vericiyi ve veliahtlarını-varislerini sımsıkı kontrol altında
tutabilmektir. Bu modelde, hocaefendinin yanısıra, kıta imamları ülke imamları
ve de az sayıdaki danışman ABD'ne (CIA) muhataptır. Dolayısıyla istihbari
gizlilik sadece bu üst kesim için sözkonusudur. Daha altta yer alan bölge
imamları, il-esnaf-semt-ev imamları, ortaokul-lise ağabeyleri, serrehberler ve
şakirtler, cemaatin özgün gizlilik kuralları çerçevesinde faaliyet
göstermektedirler. Örneğin, ışıkevlerinin gizliliği, en az emniyetteki
kadroların gizliliği kadar önem taşımaktadır.
Yurtdışı faaliyet göstermeye tam yetkili muhatapların mutlaka kod adları (alias) bulunmaktadır. Örneğin,
hocaefendilerinden birinin Türkçe kod adları arasında ‘Abdülfettah Şahin’,
‘***’ (üç yıldız), ‘Molla’, ‘Dahhak’ (arapça gülen anlamında) bulunmaktadır
(CIA nezdinde geçerli ingilizce kod adları henüz deşifre olmamıştır). e) Pennsylvania'daki
çiftlik adresinin gizliliği, en tepedeki hocaefendinin Türkiye'deki eski
ikâmetgahı konusu için de geçerlidir. Örneğin, resmi makamlara (mahkemelere)
hâlâ ikâmet adresi olarak (Accommodation Adress) bir aracı adres verilmektedir.
Adres incelendiğinde, İzmir'de faaliyet gösteren cemaate ait bir yayınevi
çıkmaktadır. Tüm resmi yazışmalar, İzmir Kemeraltı'daki bu adres üzerinden
yapılmaktadır. Hatta adıgeçen, ABD'de yaşadığı halde, bu ikâmet adresinde hala
150.000.000 TL (yüzellimilyon TL) maaşla redaktör olarak çalışıyor
gösterilmektedir. Aynı kişinin İstanbul'daki resmi ikâmetgahı ise kayıtlarda
yeralmazken, okul, dernek ve vakıf binalarında kendisine tahsis edilen özel
katlarda kaldığı, faaliyetlerini buralardan sürdürdüğü ve her ziyaretçi
grubundan sonra sık sık adres değiştirdiği bilinmektedir. Legal, devlet karşıtı
olmayan, salt dinsel ya da siyasal
faaliyetlerde bile bu olağanüstü gizliliğe gerek duyulmazken, fethullahçıların bu aşırı duyarlılığının özel
nedenleri olsa gerektir. Bu örgütsel yapı ve gizliliğe verilen aşırı önem,
fethullahçıların bir Ajan Şebekesi (Agent Net) olduğuna ilişkin kuşkuları
kuvvetlendirmektedir. f) Sayıştay ve Danıştay başta olmak üzere adli
ve idari yargıya, Anayasa Mahkemesi'ne, İçişleri ve Milli Eğitim Bakanlıkları
dahil devletin stratejik önemi haiz tüm kurum ve kuruluşlarına ötedenberi sızma çabası içinde bulunan
fethullahçılar, Türk Silahlı Kuvvetleri içinse özel bir (infiltration)
stratejisi izlemektedirler. Saptanan fethullahçı ajanların ordu ile ilişkisi Yüksek Askeri Şura kararları ile kesilse de,
bu stratejinin mimarlarının ve yöneticilerinin yaptıkları bugüne kadar
yanlarına kâr kalmaktaydı. Şimdi, gecikmeli de olsa, bu sızma girişimlerinin sorumluları da -başta
hocaefendileri, bölge ve il imamları, askeri okul sınavları için özel ders
veren dersane yönetici ve öğretmenleri olmak üzere- geriye dönük olarak hesap vereceklerdir (gelecek sayıda,
fethullahçılara uygulanacak askeri ceza mevzuatının yanısıra, İmralı ve diğer
askeri hapisanelerde --beyazsaray-
konuklar için uygulanan günlük
program verilecektir. Takip eden yazılarda da fethullahçı yapılanmanın tüm
sorumluları; şûra üyeleri, kıta ve ülke imamları, bölge ve il imamları,
medya ve eğitim sorumluları,
temsilciler, emniyetçiler ve de üst düzey bürokratların isimleri çarşaf listeler halinde deşifre edilecektir
-N.H.). g) Bizzat kendi yandaşlarının açıklamalarına göre,
hocaefendileri, yakın zaman öncesine kadar Türk devletinin istihbarat
örgütlerine ajanlık yapmaktaydı; bir başka ifadeyle gerekli ve önemli bulduğu
sakıncasız bilgileri -sırf gizli ilişkilerin ve amacın örtülmesine yönelik
olarak (second cover)- Türk ilgili makamlarına iletmekteydi. CIA ile
bağlantının gelişmesinden sonra bu tür enformasyon hizmeti, (double-agent) statüsü
içinde bir süre daha devam etti. CIA
bağlantısı, fethullahçıların ve de hocaefendilerinin yerinde yani kendi
vatanlarında taraf değiştirmeleri (defection in place) sonucuna yol açtı; ta ki
bu çarpık ilişkiyi Türk Silahlı Kuvvetleri ve MİT farkedinceye kadar kamuoyu
onları ‘barışın, hoşgörünün, uzlaşmanın’ simgesi olarak tanımaya devam
etti... h) Fethullahçılar, bir yandan Türk Silahlı
Kuvvetleri'ne sızmaya çalışırken, diğer taraftan malûm hasım ülke
istihbaratçıları tarafından öngörülüp geliştirilen (active opposition)
stratejisi çerçevesinde alternatif aktif direniş oluşumunu da hızlandırdılar.
Pompalı tüfek satışlarındaki patlamanın, yaz kamplarında uzak doğu dövüş
sanatlarının öğretilmesinin yanında, çok daha etkili olarak Polis Kolejlerine
ve Polis Akademisine el attılar. Alternatif silahlı kuvvetler, böylece
31
1975'lerden itibaren giderek güç kazandı. Buralardan mezun
olan fethullahçılar, tercihan polis okullarına, eğitim, istihbarat, personel,
bilgi-işlem birimlerine dağılıp kadrolaştılar. Emniyet içindeki Cumhuriyetçi
müdürler marifetiyle, yakın tarihte bir
ilk olarak fethullahçılar aleyhine -eksik de olsa- bir rapor yayınlandı. Ancak
bu raporu yayınlayanlar, yaklaşık on yıldır süregelen ama hiç kimseyi rahatsız
etmediği anlaşılan ‘telekulak’ skandalı gerekçe gösterilerek tasfiye edildiler.
Cüretlerini iyice artıran fethullahçı emniyetçiler, son kaset olayından sonra
ABD'ne sığınan hocaefendilerine resmi koruma sağlama çabası sergilediler. Hiç
şüphesiz, hakkında DGM tarafından hazırlık soruşturması yürütülen hocaefendiyi
devletten maaş alan emniyetçilerin tabiri caizse -kulağından tutup- Türkiye'ye
getirmeleri gerekmekteydi. Ama öyle olmadı,
devletin parasıyla -hem de tüm yasal harcamaları karşılanarak- bu ülkeye
gönderilen bir başkomiserin moral anlamda ‘koruma’ görevini üstlenmesi, etki
ajanlarının gücünü gösteren bir çelişkiyi de ortaya koydu. Özellikle sözkonusu
başkomiserin görevini uzatma belgesinin altında imzası olan Sadettin Tantan'ın
hâlâ görevini sürdürüyor olması ve de diğer imza sahibinin (dönemin İçişleri
Müsteşarı) şimdi Ankara Valiliği görevinde bulunması, sözkonusu çelişkinin
boyutlarını gösteren çarpıcı örnek oldu. Bilindiği kadarı ile, gerek basında
yeralan emniyetçi fethullahçılara ilişkin haberlere, gerek devletin diğer
istihbarat kuruluşlarının arşivinde mevcut bilgi ve belgelere ve gerekse de
MGK'nın yakın takibine rağmen, Emniyet Disiplin Yönetmeliği, bu şeriatçı
organize suç örgütü üyelerine değil de, onlara karşı olan memurlara karşı
işletildi. Örneğin, geçtiğimiz yılın sonunda, fethullahçı kadrolaşmaya karşı
dikkat çeken Ankara Emniyet Müdürlüğü'nün ünlü raporuna katkıda bulunan
emniyetçilerin tamamı dahil, 38 kişiye çeşitli disiplin cezaları verilirken,
aralarında hiç fethullahçının bulunmaması oldukça dikkat çekiciydi. Oysa,
‘telekulak’ olayının gerçek faillerinin fethullahçılar olduğunu duymayan
kalmamıştı. Hatta, Alaattin Çakıcı ile Eyüp Aşık arasındaki telefon
görüşmesinin kasetlerinin, keza Korkmaz Yiğit ile ilgili kasetlerin hükûmeti
sonlandıracak sonuçlar vermesi, fethullahçıların MİT ve Genel Kurmay
İstihbaratı'na muadil ve alternatif bir sivil istihbarat örgütü kurma
çabalarını hızlandırdığı kaydedilmişti. Bu örgütün, (audio surveillance)
hizmeti, cemaati gizlemeye yönelik yanıltıcı bilgi (build up material) üretme
hizmeti dahil, tüm teknik hizmetlerini fethullahçı emniyetçilerin yürüteceği,
siyasilere ve de hedef kişilere yönelik tehdit-şantaj amaçlı özel bilgi bankası
gibi çalışılacağı öğrenilmişti. Bu duyumların üzerine gidildi mi? Kim gidecekti?
Başbakan mı, yoksa yardımcıları mı, yoksa İçişleri Bakanı mı? Yoksa, diyorsunuz, ‘mütareke İstanbulu’nun
işbirlikçi Osmanlı devlet adamlarının ruhları Ankara'da mı dolaşmakta?!.’ Fethullahçıların ABD casusu, etki ajanı,
yönlendirici ajanı ya da kısaca nüfuz casusu olmadığını bugüne kadar iddia eden
çıkmadı. Hatta kendi yayın organlarında bile bu yolda bir inkâr sözkonusu
olmadı. Fethullahçılar, hocaefendileri ABD'nde (refugee) statüsünde kalıcı
olmadığını iddia etseler de, CIA nezdinde tüm fethullahçılar, (walk-in) tabir
edilen bir kategoride tutulmaktadırlar; yani kendi ayaklarıyla ve gönüllü
olarak ajanlık hizmetini talep ederek gelmişlerdir. Fethullahçılara göre, nasıl
Humeyni zorunlu sürgün sonrası bir gün İran'a dönmüşse, hocaefendileri de öyle
anlı-şanlı bir biçimde dönecek ve doğrudan Çankaya'ya oturacaktır. Bu
beklentinin devamında, ABD ise, küreselleşme önünde en tehlikeli bir
ulus-devleti ortadan kaldırmanın, yerine kendi ılımlı, uysal müslüman patriğini getirmenin nimetlerini görecektir. Ancak çift
taraflı bu beklentiler, fethullahçı gerçeğini ifadeye yeterli olmamaktadır.
Fethullahçılar, asla ve asla ABD'ye sığmayacak, CIA ile yetinmeyecek büyük
ihtiraslara sahiptirler. ‘Kâinat İmamlığı’nı hiyerarşide en üst makam olarak
kabul eden fethullahçılar, her konuda olduğu gibi ajanlık konusunda büyük
düşünmekte ve büyüğe oynamaktadırlar. Bir yandan ABD ile ilişkiyi sürdüren
fethullahçılar, diğer yandan Vatikan, Fener Rum Patrikhanesi, Musevi
Hahambaşısı derken, farklı ülkelerin istihbarat servisleri tarafından
yönetilen-yönlendirilen çeşitli uluslararası kuruluşlarla da paslaşmaya
başlamışlardır. Kimi zaman Lordlar Kamarası'nda İngiltere Kraliçesi adına Lord
Rotherham'ın elinden ‘İngiltere'ye Üstün Hizmet Ödülü’ alan fethullahçılar,
kimi zaman İspanya'da ‘Leaders Club’, ‘Editorial Office’ gibi kuruluşlardan ya
da Orta Asya'da faaliyet gösteren ‘Booruker Vakfı’ gibi NGO (!)'lardan ödül almaktadırlar. Örneğin, Özbekistan'da 21 okulun, Hong Kong'da ise 1
okulun kapatılmasından sonra, gerek Çin Halk Cumhuriyeti'nin ve gerekse
Özbekistan'ın üzerinde büyük nüfuz sahibi olan Almanya ile de temas kuran
fethullahçılar, Alman dış istihbarat servisi olan BND'nin tavassutuyla, ilk
adımda Afganistan'daki okul sayısını 6'ya yükseltmişlerdir. BND bağlantısı
dolayısıyla Almanya'nın iç istihbarat örgütü olan ‘Federal Anayasa'yı Koruma
Teşkilâtı’nın desteğini de otomatikman alan fethullahçılar, yaklaşık 2.400.000
vatandaşımızın yaşadığı bu ülkede, himmet parası toplama ve yandaş-mürit
kazanma amacına yönelik olarak Köln, Hanover, Münih, Ausburg, Stuttgart gibi
Türklerin yoğun olara yaşadıkları tüm şehirlerde ‘Y. Burg A.Ş.’ gibi
şirketlerin yanısıra, ‘Dost Yolu Derneği’, ‘Türk Alman Akademisyenler Birliği’,
‘İslâm Din Birliği’ gibi çok sayıda aktif çalışan örgüte sahip olmuşlardır.
Anlaşılacağı üzere, fethullahçılar sadece CIA hesabına çalışan tek taraflı ajan
değil, (double-agent) olarak da piyasalarını yükseltmişlerdir. İngiltere'de
de
32
okul açan ve Londra'da büyük bir merkez binası satın alan
fethullahçılar, İngiltere'nin dahilde yabancılara dönük faaliyet gösteren MI5
ve dış istihbarat servisi MI6'nın Uzak Doğuya yönelik faaliyet gösteren
departmanı (CIFE) ve Orta Doğuya yönelik faaliyet gösteren departmanı (MEIC)
ile okullar konusunda müşterek çalışma yürütmektedirler. Daha çok yakın zamana
kadar Nakşibendiler ve İsmailiye mezhebi mensupları üzerinde tartışmasız
kontrol gücüne sahip olan İngiltere, fethullahçıları desteklemekle Türk
müslümanları konusunda da söz sahibi olma niyet ve iradesini ortaya koymuştur.
Örneğin Lord Rotherham, Londra'daki sözkonusu ödül töreninde, fethullahçıların
toplam okul sayısını kendi okulları gibi kabul ile övünerek ‘50'den fazla
ülkede 500'den fazla müessese’ olarak açıklamıştır. Keza, fethullahçıların
Balkanlarda Romanya, Bulgaristan,
Arnavutluk, Moldova gibi ülkelerdeki okullarının sayısını artırma
çabalarının yanısıra, Yunanistan'da da
okul açma pazarlıkları bilinmektedir. Fethullahçıların şirket-okul açma,
örgütlenme çabası içinde oldukları diğer ülkeler ise aynen şöyledir: Fransa,
Belçika, İsveç, Norveç, Hollanda, Finlandiya, Danimarka, İspanya, Kanada, Çin
ve Japonya. Tüm bu ülkelerdeki okulların
açılmasında Türkiye'nin sözkonusu ülkelerle imzaladığı ikili kültürel
antlaşmalar kesinlikle devredışıdır. Dolayısıyla fethullahçıların yurtdışındaki
okullarında Milli Eğitim Bakanlığı'nın herhangi bir denetimi de sözkonusu
değildir. Diyelim ki olsa bile bu denetimi yapacak birimin başında hâlâ militan
bir fethullahçının bulunması, devletin ve sistemin aczi adına oldukça
manidardır. Dolayısıyla tüm bu okulların açılma izni ve denetimi, ilgili
devletlerin istihbarat servislerine aittir. Dolayısıyla, fethullahçıların ikili
ajan rolü oynadıklarına inanmak da doğru olmaz, onlar multi-ajan statüsü ve işlevi dahilinde hareket
etmektedirler. Fethullahçılar, Türkiye'nin hasmı olan ülkeler için en uygun ve en zengin ajan
borsasını oluşturmuşlardır. İyi derecede yabancı dil bilen, hocaefendilerine
‘dog’ sadakati ile bağlı, okul ve şirket açma izni karşılığında her şeye, kendi
devletine, ulusuna, gerektiğinde kendi söylemlerine bile ihanet edebilen
-örneğin, Doğu Türkistan Türklerini, Kosova Türklerini, Kerkük Türklerini yok
sayacak kadar sağırlaşabilen- fethullahçılar, artık ulusal bir cemaat
değildirler. Olsa olsa uluslararası bir ajan borsası: Okul-şirket açma izni ver, istediğin kadar ajanı tepe
tepe kullan!” (50). Raporun
yayınlanmasından sonra, tepki gösteren malûm çevreler içinde başı, dönemin
İçişleri Bakanı Sadettin Tantan çekmiştir. Tantan’ın “İçişleri Bakanlığı’nı
yayın yolu ile tahkir ve tezyif” gerekçeli suçduyurusu dikkate alınmış; ancak
İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesi, E. No. 2001/222, K. No. 2001/260 sayılı
kararla, raporun yazarı olan şahsımla birlikte, raporun yayınlandığıYeni Hayat
Dergisinin Sorumlu Yazıişleri Müdürü Veli Bayır’ı aşağıdaki kararla aklamıştır:
“Sanıklar haklarında İçişleri Bakanlığı’nı yayın yolu ile tahkir ve tezyif
etmek suçundan kamu davası açılmış ise de, yapılan yargılamaya, sanıkların
savunmalarına ve yazı içeriğine göre yazının tümü itibariyle eleştiri mahiyetinde
olduğu, yazı içeriğinde tahkir ve tezyif edici sözcüklerin olmadığı ve
sanıkların suç kasıtlarının da bulunmadığı anlaşıldığından, sanıkların atılı
suçlarından ayrı ayrı BERAATLERİNE”...
Ankara 16. Asliye Hukuk Mahkemesi de, yine dönemin İçişleri
Bakanı Sadettin Tantan tarafından açılan 25.000.000.000 (Yirmibeş Milyar) TL
tutarındaki manevi tazminat davasınışu gerekçeyle reddetmiştir: “...
Davaya konu yazı, tümü ile incelendiğinde yazıda; Türkiye’deki şeriatçı ve
fethullahçı yapılanma ve bunun önlenmesi için yapılması gerekenler açıklanarak
davacının Bakan olarak görev yaptığıİçişleri Bakanlığı ve diğer devlet
kademelerindeki mevcut uygulamaların eleştirilmesi amacı ile kaleme alındığı,
doğrudan davacıyı ve kişiliğini hedef alan bir ibare bulunmadığı görülmektedir.
Bakan olarak davacının da bu eleştirilerden etkilenmesi ve bu eleştiriler
nedeniyle biraz da olsa kişilik haklarının saldırıya uğraması kaçınılmazdır.
Siyaset ile uğraşan ve özellikle Bakan olarak devlet yönetiminde görev alan
davacının, kendi uygulamaları nedeniyle ulaşan durumlardan dolayı sert
eleştirilere katlanması zorunluluğu bulunmaktadır. Siyasetçi ve devlet
kademelerinde görev alanlar açısından eleştiri sınırlarının kişilik haklarına
tecavüz açısından biraz daha geniş tutulması gerektiği yerleşmiş Yargıtay
kararları gereğidir. Bu nedenle davalının yayınladığı yazıdaki belirtilen
hususların eleştiri sınırları içinde kaldığı, tazminat sorumluluğunun
doğmadığı, yazının hukuka uygun olduğu kabul edilmiş, davanın TÜMÜ İLE REDDİ
GEREKMİŞTİR”. Sadettin Tantan’ın kim olduğunu, İçişleri Bakanlığı görevinde ne
yapıp, ne yapmadığını tüm kamuoyu bilmektedir. Tantan’ın İçişleri Bakanlığı
döneminde, fethullahçı istihbaratçıların faaliyetlerine ilişkin örneklere, bu
dosya içinde ayrıca yer verilecektir. Ancak, bu raporla ortaya çıkan çok yönlü
baskılar, devlet erkini elinde bulunduranların, bu gücü devleti savunanların
aleyhine nasıl kullanabileceklerini, kullandıklarını gösterme açısından önem
taşımaktadır.
33
2.9. M.İ.T. VE DİĞER
İSTİHBARAT BİRİMLERİNİN İLGİLİ RAPORLARI
Fethullahçı imamların ellerindeki “İstihbarat Evrakı” içinde yer alan,
ekleriyle birlikte 65 sayfadan oluşan tek M.İ.T. Raporu’nda, bu yasadışı
yapılanma hakkında değerlendirmeler yapılırken, tek cümleyle bile olsa, Emniyet
teşkilâtı içindeki ya da kendi içlerindeki kadrolaşma tehlikesinden söz
edilmemektedir: “... Başarılı dış açılımların gelecekte, güçlü bir yapılanma ve
destek ile içte yönetimi ele geçirme amacına yönelik olduğu düşünülmektedir.
Örnek olarak, lider F. Gülen’in cemaat üst yöneticilerine hitaben Haziran 1995
ayı içerisinde yaptığı bir konuşmada, ‘Türkiye’nin şu an demokrasiye ihtiyacı
olduğunu, 15 yıl sonra ise, cemaatin kendi sistemini kurabileceğini’ söylemesi,
bu görüşü doğrular mahiyettedir. ...
Gülen Grubunun yurtiçi ve yurtdışındaki eğitimi ile bunu destekleyen finansal
faaliyetleri, Türk Cumhuriyetlerindeki uygulamaları, diğer dini grupların
aksine bugün laik Türkiye Cumhuriyeti ile Atatürk’ü savunur görünmesi, zaman
zaman aydın ve yurtsever kişilerin de beğenisini kazanmaktadır . Ancak, barışçı
ve devletle uzlaşmacı bir tutum içinde yandaşlarını eğitim ve okumaya teşvik
eden, okumuş, çalışkan ve devlet kademelerinde görev almaya hazır nitelikte
elemanlar yetiştiren, zaman içerisinde dev bir organizasyonu gerçekleştiren, bu
organizasyonu idame ettirmenin yanısıra geliştirebilen ve bu nedenle yakinen
kontrol altında tutulması gerekli görülen F. Gülen Grubunun; Kısa vadede;
devlet kademeleri ve Türk Silâhlı Kuvvetleri bünyesinde kadrolaşma çabalarını
arttıracağı ve ayrıca halihazır çizgisini değiştirmeyerek, uzlaşmacı tavır ve
uygulamalarını aynı çerçevede sürdüreceği, Orta vadede; uzlaşmacı ve barışçı
politikasını değiştirerek, uzun vadeli amacı olan şeriata dayalı bir Türk İslam
Devleti kurulması için ilk girişimlerini
başlatabileceği, bu maksatla alışılmış tutum ve uygulamalarında, devlet ve
toplumun kabul edebileceği dozajda yoklamalar yaparak esas amaca ulaşacak
zamanı belirleyeceği, Uzun vadede; diğer İslamcı grupların aksine kendi
yetiştirdiği inançlı fakat iyi eğitilmiş kişilerle, özellikle üst düzey
bürokratik makamlar dahil, yönetimde kesin söz sahibi olacak şekilde devletin
tüm organlarında kadrolaşabileceği, Kadrolaşmanın sağlayacağı avantajı da
kullanarak, kendisine amaçları doğrultusunda en büyük engeli teşkil eden Türk
Silahlı Kuvvetleri’ne sızabileceği, Uzlaşmacı politikasıyla ve aynı zamanda
sağlayacağı dış destekle Türkiye’deki tüm tarikat ve mezhepleri eylem birliğine
yönelterek, birleştirici bir dini lider durumuna gelebileceği, bu aşamadan sonra;
Kendi partisini kurarak veya ele geçirdiği bir siyasi partiyi destekleyerek,
siyasi iktidarı ele geçirebileceği ve son aşamada; İktidarda esas amacı olan
şeriat devletinin temellerini atarak Türkiye Cumhuriyeti’ne uzun vadede bir
tehdit olacağı değerlendirilmektedir. Peter M. Senge’nin ‘5’nci Disiplin’ adlı
kitabında ‘bir kurbağanın kaynar suya konması durumunda sıçrayıp çıkmaya
çalışacağı, ılık bir suya konması durumunda ise korkmadığı için kaçmayacağı ve
yavaş yavaşısıtılması halinde de sersemleyerek haşlanmayı bekleyeceği örneğine
yer verilmektedir. F. Gülen izlediği strateji ile hedefine bu örnekte olduğu
gibi ağır ve kararlı yaklaşan bir görünüm sergilemektedir. Grup, imkân ve
kabiliyetleri, yaratılan taban, teşkilatlanma, gençlik kesiminde etkinlik,
kaliteli eğitim, finansman, yurtdışına açılma gibi yönlerden incelendiğinde,
ana doğrultularda devlet benzeri bir yapılanma içinde olduğu, içte ve dışta
misyonerlik benzeri bir çalışma tarzı benimsediği görülmektedir. Bu itibarla,
grubun, ülkemizde belirli bir vadede devleti ele geçirmek ve kendi islami
anlayışı içinde bir düzen oluşturmak amacıyla faaliyet gösterdiği, bunda da
önemli mesafeler aldığı söylenebilir. Teklifler: Geniş bir organizasyon ile
taraftar kitlesine sahip, aynı zamanda eğitilmiş ve yönetime hazır kadroları
bulunan F. Gülen ve grubunun oluşturacağı tehdidi önlemek amacıyla;
34
Teşkilat yapısı ile lider kadrolarının belirlenerek, takip
edilmesi, Kısa vadede şirket ve kuruluşlarının vergi denetiminden geçirilmesi,
bu kuruluşların kontrol altında tutularak, Cumhuriyetimize yönelik bir hareket
girişiminin başlandığına ilişkin emarelerin tespit edilmesi halinde, uygun bir
şekilde tasfiye yoluna gidilmesi, Örgütün malı olmayan fakat hibe yoluyla
örgüte destek sağlayan şirket ve kuruluşların, kontrol altında tutulması, Vakıf
ve derneklerinin, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün haricinde, özel surette takip ve
kontrol edilmesi, Okullarındaki müfredat uygulamalarının sık sık denetlenmesi,
Türk Silahlı Kuvvetleri içine sızmasını önlemek üzere; Her sene uygulanan önlemlere karşı aldıkları
yeni tedbirler tespit edilerek, askeri okullara öğrenci sokma girişimlerinin
engellenmesi, Muvazzaf personel, bunların aileleri ve askeri öğrencileri elde
etmek için yaptıkları girişimlerin engellenmesi maksadıyla gerekli tedbirlerin
alınması, Örgütle ilişkisi tespit edilen personel ve askeri öğrenciler hakkında
tüm Türk Silahlı Kuvvetleri çapında müşterek uygulama yapılması, Devlet
organlarında kadrolaşmasının ve ayrıca örgüte çeşitli yollardan destek
sağlayan, halen devlet kadrolarında görevli bulunan personelin, bu konudaki
girişimlerinin önlenmesi, aynı zamanda bu personelin tasfiye/pasifize edilmesi,
Dergah ve benzeri yerlerin kapatılması, Yasal yayınlar haricindeki video ve
teyp kasetleri, broşür, risaleler vb. gibi propaganda malzemesinin dağıtımının
önlenmesi, Diyanet İşleri Başkanlığı ve TRT’de yayınlanacak din öğretisi
programlarında, örgütün dine ilişkin uygulamalarındaki çarpıklıkların üstüne
gidilmesi, F. Gülen ve grubu hakkında elde edilecek her sansasyonel nitelikli
bilginin, özellikle dinci kesimin yayın organları başta olmak üzere geniş bir
kampanyayla tüm medyada afişe edilmesi, İrticai faaliyetlere karşın, iptal
edilen 163’ncü maddenin oluşturduğu boşluğu dolduracak bir kanun çıkartılması,
Gülen’in özellikle ABD’deki temas ve girişimleri hakkında bilgi edinilerek,
gerekli tedbirlerin alınması, Yurtdışı temsilciliklerinin kontrol altına
alınarak, zararlı faaliyetleri tespit edilenler hakkında gerekli işlemlerin
yapılması maksadıyla diplomatik temaslarda bulunulması, uygun mütalaa
edilmektedir” (51). Bu raporun, konuyla ilgili olarak eleştirilecek pek çok
yönü bulunmaktadır. Şöyle ki: 1. Yasadışı fethullahçı yapılanma, Türkiye
Cumhuriyeti Devleti açısından hem iç ve hem de dış tehdit odağı konumundadır.
Oysa, M.İ.T. raporunda bu konuya gerekçeli vurgu yapılmamıştır. Hatta,
raportörlerin, bu yapılanmaya -hayranlık demeyelim- pek olumsuz bakmadıkları
da, bazı atıflarından anlaşılmaktadır: “Ancak, barışçı ve devletle uzlaşmacı
bir tutum içinde yandaşlarını eğitim ve okumaya teşvik eden, okumuş, çalışkan
ve devlet kademelerinde görev almaya hazır nitelikte elemanlar yetiştiren,
zaman içerisinde dev bir organizasyonu gerçekleştiren, bu organizasyonu idame
ettirmenin yanısıra geliştirebilen ve bu nedenle yakinen kontrol altında
tutulması gerekli görülen F. Gülen Grubunun ...” ya da “... Başarılı dış
açılımların gelecekte, güçlü bir yapılanma ve destek ile içte yönetimi ele
geçirme amacına yönelik olduğu düşünülmektedir” ya da “... Gülen Grubunun
yurtiçi ve yurtdışındaki eğitimi ile bunu destekleyen finansal faaliyetleri,
Türk Cumhuriyetlerindeki uygulamaları, diğer dini grupların aksine bugün laik
Türkiye Cumhuriyeti ile Atatürk’ü savunur görünmesi, zaman zaman aydın ve
yurtsever kişilerin de beğenisini kazanmaktadır” veya “... ancak, barışçı ve
devletle uzlaşmacı bir tutum içinde yandaşlarını eğitim ve okumaya teşvik eden,
okumuş, çalışkan ve devlet kademelerinde görev almaya hazır
35
nitelikte elemanlar yetiştiren, zaman içerisinde dev bir
organizasyonu gerçekleştiren, bu organizasyonu idame ettirmenin yanısıra
geliştirebilen ve bu nedenle yakinen kontrol altında tutulması gerekli görülen
F. Gülen Grubunun...” M.İ.T. raportörleri, yasadışı bir oluşum için,
terminolojideki organize suç şebekesi, yasadışı örgüt, cemaat, tarikat ya da
benzeri sıfatları kullanmak yerine, “Kitap Grubu”, “Kadınlar Grubu”,
“Müzisyenler Grubu”, “Tiyatro Grubu” gibi, düzeyli ve fonksiyonel bir oluşumu
çağrıştıran bir sıfatı, “Fethullah Gülen Grubu”nu kullanmayı yeğlemektedirler.
Bu tercih bile, en iyimser ve kuşkucu olmayan yorumla, raportörlerin, mevcut
tehlikeyi tam anlamıyla algılayamadıklarını, konularını tam olarak “öğrenememiş
olduklarını” ortaya koymaktadır. 2. Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün hazırlamış
olduğu sözkonusu Fethullah Gülen Raporu’nda, “Fethullah Gülen’in bu hususta bir
hayli yol aldığını inkâr etmek mümkün değildir. Son zamanlarda ordu, polis ve
MİT teşkilâtları arasına sızma faaliyetlerine ağırlık verdiği bilinmektedir”
denilmektedir (52). Aynışekilde, geçmişte M.İ.T. içine sızma faaliyetlerinde
fethullahçılara destek veren iki eski M.İ.T yöneticisinden söz edilmektedir.
Bunlardan biri, ağırlıklı olarak fethullahçılara ait bir kanalda yayınlanan
televizyon programlarında boy göstermekte ve her fırsatta eski kurumunu eleştirmektedir.
Diğeri ise, sığındığı A.B.D.’nden eski kurumuna eleştiri ötesinde hakaretler
yağdırmaya; kendi internet sitesinden dezenformasyon kapsamındaki gizli bilgileri ve belgeleri deşifre etmeye
devam etmektedir (53). Aynı kişi, fethullahçılarla organik ilişkisini el’an
sürdürmeye devam etmektedir (54). Tüm bunlar bir rastlantı olarak
değerlendirilemezse, M.İ.T.’in içine geçmişte sızdığı anlaşılan fethullahçı
kadrolara yönelik özel bir çalışma yapılıp yapılmadığının da sorgulanması
gerekir. Konunun bir diğer önemli tarafı ise, Ankara Emniyet Müdürlüğü
raporunda fethullahçıların M.İ.T. içine sızma faaliyetlerinden söz edilirken;
M.İ.T. raporunda ise, Emniyet Teşkilâtı içindeki, deyim yerindeyse duyma
engelli sultanın bile duyduğu fethullahçı kadrolaşma hakkında bir tek cümleyle
bile bahsedilmemesi düşündürücüdür. Örneğin, Jandarma Genel Komutanlığı 23’ncü
Jandarma Sınır Komutanlığı’nın “Hizbullah Terör Örgütü ve Diğer İrticai
Faaliyetler” başlıklı raporunda bile, bu tehlikeli olguya atıfta bulunulmaktadır
(55).
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kendi içindeki fethullahçı
unsurları, yılda iki kere Yüksek Askeri Şura kararları ile temizlediği; buna
karşılık Emniyet Teşkilâtı’nda hiçbir savunma önlemi alınamadığı ortadayken,
M.İ.T.’nın bu konudaki duyarsızlığını hangi gerekçeye dayandırmak gerekir? 3. Rapordan da açık biçimde anlaşılacağı
üzere, M.İ.T., Fethullahçı yapılanma sistemini çözememiştir; sistemin işleyişi
hakkında bilgi sahibi olmadıkları, masabaşında hazırlanmış olduğu anlaşılan
klişe çözüm önerilerinden ortaya çıkmaktadır. M.İ.T.’nın soruna çözüm
önerilerinden kaçını uygulamaya soktuğunun ve kaçından sonuç alındığının
sorgulanması gerekmektedir. Örneğin, bugüne kadar fethullahçı yapılanma içinde
yer alan kaç şirket ve kuruluş M.İ.T. yönlendirmesiyle özel vergi
denetlemesinden geçirilmiş; kaçı tasfiye edilmiştir? Teşkilât yapısı ve lider
kadroları gerçekten belirlenmiş midir? Belirlenmişse, yasadışı örgütün yasal
yönden dağıtılması için ilk ve tek fırsat olan Ankara 2 No.lu D.G.M.
Başkanlığı’na bu listeler ve diğer deliller ulaştırılmış mıdır? Ulaştırılmamış
olması, M.İ.T.’nın Cumhuriyeti koruma ve kollama görevi ile bağdaşmakta mıdır?
Örgütün malı olmayan fakat hibe yoluyla örgüte destek sağlayan hangi şirket ve
kuruluşlar, kontrol altında tutulmaktadır? Kaç şirket ve kuruluş hakkında
gereği yapılmıştır? Vakıf ve derneklerinin, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün
haricinde, özel surette takip ve kontrol edilmesi, elbette son derecede
önemlidir; ancak bugüne kadar yasadışı yapılanmaya ait kaç vakıf kapatılmış ya da
en hafifinden “rahatsız” edilmiştir? Aksine, yasadışı bu yapılanmanın
dezenformasyona dayalı operasyonları ile eşzamanlı-bütünlük arzeden M.İ.T.
raporları sözkonusudur (56).
4. Okullarındaki müfredat uygulamalarının sık sık
denetlenmesine yönelik öneri, fethullahçı yapılanmanın hala anlaşılamamış
olmasının bir göstergesidir. İzlenmesi gereken, bu okulların müfredat programı
değildir; M.E.B. Müfredat Programı’na, sistemli sapmalarla birlikte genellikle
uyulmaktadır. Esas izlenmesi gereken, yurtlarda ve ışıkevlerde yürütülen “kamp
eğitimi”dir. Yüzbinlerce öğrenci, buralarda zihinsel tasalluta uğramakta;
Atatürk ilke ve devrimlerine karşı, Cumhuriyetin tüm
36
değerlerinden nefret eden şeriatçı kimliğini buralarda
kazanmaktadırlar. M.İ.T. bugüne kadar kaç fethullahçı yurduna ya da ışıkevine
operasyon gerçekleştirmiş ve kaçını kapattırmıştır? 5. Her sene uygulanan
önlemlere karşı aldıkları yeni tedbirler tespit edilerek, askeri okullara
öğrenci sokma girişimlerinin engellenmesi; muvazzaf personel, bunların aileleri
ve askeri öğrencileri elde etmek için yaptıkları girişimlerin engellenmesi
maksadıyla gerekli tedbirlerin alınması; örgütle ilişkisi tespit edilen
personel ve askeri öğrenciler hakkında tüm Türk Silahlı Kuvvetleri çapında
müşterek uygulama yapılması, gibi önerilerin yaşama geçirilmesinde, M.İ.T.’nın,
Türk Silahlı Kuvvetleri’ne hangi katkısı sözkonusu olmuştur ve de olmaktadır?
Devlet organlarında kadrolaşmasının ve ayrıca örgüte çeşitli yollardan destek
sağlayan, halen devlet kadrolarında görevli bulunan personelin, bu konudaki
girişimlerinin önlenmesi, aynı zamanda bu personelin tasfiye/pasifize edilmesi,
diye öneri getiren M.İ.T., bu konuda bir tek olumlu adım, olumlu örnek
gösterebilir mi? 6. Dergah ve benzeri
yerlerin kapatılması, önerisi ise yapılanma hakkındaki bilgisizliğin bir başka
tezahürüdür, diğer tarikatlarla karıştırılma sözkonusudur. Fethullahçıların
dergahı, tekkesi, zaviyesi yoktur; onların kolej adını verdikleri okulları,
vakıfları, dernekleri, şirketleri, yurtları, ışıkevleri bulunmaktadır ve hepsi
de -ışıkevleri dışında- yasal boşluklardan yararlanan, kâğıt üzerinde yasal
kuruluşlardır. 7. Yasal yayınlar haricindeki video ve teyp kasetleri, broşür,
risaleler vb. gibi propaganda malzemesinin dağıtımının önlenmesi, bir öneri
olarak raporda belirtilirken, bu konuda
bugüne kadar ne mesafe alındığının da ortaya konulması gerekmektedir. Sözkonusu
yayınlar, yasadışı yapılanmaya ait kitabevlerinde, kırtasiyecilerde ve yayınevlerinde serbestçe satılmaya devam
etmektedir. 8. Diyanet İşleri Başkanlığı ve TRT’de yayınlanacak din öğretisi
programlarında, örgütün dine ilişkin uygulamalarındaki çarpıklıkların üstüne
gidilmesi, önerisi hakkında bugüne kadar ne yapılmıştır? Fethullahçılık, bugün
sadece Türkiye’nin geleceğini, devletin ülkesi ve ulusuyla bölünmezliğini, laik
hukuk ve ulusal eğitim sistemini değil, gerçek İslam dinini de tehdit
etmektedir. Allah ile kul arasına hiç kimseyi sokmayan bir din adına, din
tüccarışarlatanlar, samimi inançlı milyonlarca insan arasında aleni faaliyet
gösterirken, Diyanet İşleri Başkanlığı, bunlar hakkında bir tek cümle bile olsa
eleştiri getirmemekte, mücadele vermemektedir. TRT’de yayınlanan din
programları da ortadadır. Tüm bu olumsuzluğun giderilmesinde, öneri sahibi
M.İ.T. ne yapmıştır ya da ne yapmaktadır? 9. F. Gülen ve grubu hakkında elde
edilecek her sansasyonel nitelikli bilginin, özellikle dinci kesimin yayın
organları başta olmak üzere geniş bir kampanyayla tüm medyada afişe edilmesi,
önerisinin bugüne kadar somut bir sonucu, maalesef sözkonusu değildir. Örneğin,
fethullahçıları kamuoyu nazarında sıfıra indirecek çok önemli bir kasedin,
M.İ.T. arşivinde bulunduğu anlaşılmaktadır. Bu kaset, bugüne kadar yasadışı
yapılanmayı izleyen araştırmacılar tarafından ele geçirilememiştir. Fethullah
Gülen, 1995’de İstanbul’da Bölge İmamları ile yaptığı özel bir toplantıda,
demokrasiye en fazla 15 yıl daha katlanacaklarını, sonra kendi sistemlerini
egemen kılacaklarını söylemiştir. M.İ.T., sansasyonel nitelikli bilgiyi içeren
bu kasedi, bir şekilde afişe etme beceri ve iradesinden yoksun mudur ki, hem
öneride bulunacak ve hem de gereğini yerine getirmekten kaçınacaktır? 10.
“İrticai faaliyetlere karşın, iptal edilen 163’ncü maddenin oluşturduğu boşluğu
dolduracak bir kanun çıkartılması; Gülen’in özellikle ABD’deki temas ve
girişimleri hakkında bilgi edinilerek, gerekli tedbirlerin alınması; yurtdışı
temsilciliklerinin kontrol altına alınarak, zararlı faaliyetleri tespit
edilenler hakkında gerekli işlemlerin yapılması maksadıyla diplomatik
temaslarda bulunulması, uygun mütalaa edilmektedir” de, bugüne kadar bu yasadışı yapılanmaya hangi darbe vurulmuştur?
Yurtdışına yasadışı yollardan para kaçıran “fahri konsolosların” tutuklanması
ve yargı önüne çıkarılması; yurtdışındaki zararlı örgütlenmenin önlenmesi; mevcut örgütlerin
mürit yöneticilerinin etkisizleştirilmesi; Fethullah Gülen’in A.B.D.’deki temas
ve girişimleri konularında Dışişleri’nin ve Ankara 2 No.lu D.G.M.’nin
bilgilendirilmesi konusunda neler yapılmış, hangi mesafeler katedilmiştir?
Örneğin, Başbakan Bülent
37
Ecevit’in fethullahçılar hakkındaki kanaatini değiştirecek
hangi somut bilgi ve belgeler sunulmuştur, kendisine? Bağlı olduğu Başbakanı’nı
bile ikna edemeyen bir ulusal istihbarat örgütü, tüm Türk kamuoyunu nasıl
bilgilendirip doğru yönde yönlendirecektir ki?!. Tüm bu olumsuzluklar karşısında, Fethullah
Gülen, büyük bir rahatlıkla ve basın aracılığı ile Türkiye’ye şu mesajı
göndermiştir: “Devleti ele geçirmek her vatandaşın hakkı” (57). Gerçekten de
adıgeçen şahıs, bu dosyada anlatılan zaafları ile hangi istihbarat örgütümüzden
çekinecektir ki, böyle bir demeç vermesin!.. Özetle, bu pervasızlığa
yolaçan örnekleri artırmak mümkündür.
Biraz eskiye gidecek olursak, M.İ.T.’nın Susurluk Raporu’nda Fethullah Gülen’in
adının tam 5 sayfalık bir bilgi notuyla, 59 kişilik bağlantılı isim listesi
içinde yeraldığını görürüz. (58). 17.12.1996’da Başbakanlığa teslim edilen
sözkonusu raporda, M.İ.T.’nın Susurlukla bağlantılandırdığı işadamları, mafya
bağlantılı ülkücülerin, politikacıların, emniyetçilerin, askerlerin ve de
M.İ.T. mensuplarının arasında Fethullah Gülen’in adına da yer verilmesi,
bağımsız irade göstermek açısından bu kuruluşumuz adına son derecede önemlidir.
Bu gelişmeye ilk tepki veren kişi, üzerinde yorum yapmaya bile gerek kalmayacak
biçimde hemen herkesin bir fikir sahibi olduğu Mesut Yılmaz olmuştur:
“Türkiye’de kanunsuz işlere karışacak en son kişi Fethullah Gülen’dir. Adının
M.İ.T. listesinde yer almasını şaşkınlık ve üzüntüyle karşılıyorum” (59).
Dönemin Başbakanı Necmettin Erbakan, listede Fethullah Gülen’in adının
yeralmadığını açıklarken, Fethullah Gülen de, adının listeye sonradan
eklendiğini iddia etmiştir. Ne var ki, dönemin M.İ.T. Müsteşarı Köksal Sönmez,
TBMM Susurluk Komisyonu önünde, geri adım atmayarak rapordaki bilgilere sahip
çıkmıştır. Fethullahçı yapılanma ile yasal mücadele konusunda görev ve
yetkilerinin gereğini yerine getirmeyen istihbarat birimleri arasında
değerlendirilen M.İ.T.’nın, elbette ki gizli yürüttüğü ve elde ettiği bilgi ve
belgeleri kamuoyuna açıklaması, kurumsal reklama gitmesi düşünülemez ve de
beklenemez. Ancak, M.İ.T., sadece topladığı bilgi ve belgeleri tasnif eden salt
bir arşiv dairesi de değildir; gereğini yerine getirme yükümlülüğü
bulunmaktadır. Fethullahçılar, artık salt bir dinsel cemaat olmaktan çıkmış;
yabancı istihbarat servisleri ile ilişki halinde bir taşeron örgüte
dönüşmüştür. Bir başka ifadeyle, konunun kontr-espiyonaj yönü, yadsınamayacak
bir olgu olarak ortaya çıkmıştır. Bunun da Türkiye’deki tek muhatabı, Milli
İstihbarat Teşkilâtı’dır. Mesut Yılmaz’ın söylemleri doğrultusunda, kurumun
bunca yıllık teamüllerini bir kenara bırakarak “kürtçe anadilde eğitim ve
yayın” konusunda alışılmamış açıklamalarla görüş bildiren halihazırdaki M.İ.T.
MüsteşarıŞenkal Atasagun, fethullahçı yapılanma konusunda da aynı “açıklığı”
pekala gösterebilirdi, göstermesi gerekirdi. M.İ.T. Müsteşarı’nın görevinin,
Batılı istihbarat servislerinde olgunlaştırılan kampanyalarla Türkiye’yi köşeye
sıkıştıracak, ulus-devleti parçalamaya yönelik istem, söylem ve kampanyalara
-gerekçesi hiç önemli değil- olumlu görüş vermek yerine; bu kampanyaları
organize etmek üzere Türkiye’ye gelen dost ve müttefik ülke istihbaratçılarını
izleme ve etkisizleştirme, kısaca kontr-espiyonaj faaliyetlerinin gereğini
yerine getirmek olduğunu, bu konunun uzmanları çok iyi bilmektedirler. Ama bu
olmamıştır. Tıpkı, Türkiye’de 1983’den bu
yana yasadışı faaliyet sürdüren Alman vakıflarına örtülü destek veren 6
Kasım 2001 tarih ve 15998 sayılı “Çok Gizli” M.İ.T. raporunda olduğu gibi (60).
Tıpkı, aşağıdaki basın açıklamasıyla, Türkiye’nin en büyük iç ve dış tehdit
odağı olan fethullahçıları küçümseme, tehlikesiz gösterme, basite indirgeme
çabasına girmesi gibi: “FETHULLAH’TAN BİR DÖNEM BANA SÖZ ETTİLER. İŞTE
KASETLERİNİ SEYRET, ETKİLİYOR, ÖNEMLİŞEYLER SÖYLÜYOR, DİYE. SEYRETTİM, AĞLAYAN,
SÜMÜK ÇEKEN BİR ADAM” (61)...
3. FETHULLAHÇI
İSTİHBARATÇILARIN OPERASYON ÖRNEKLERİ
Farklı istihbarat birimlerine sızmış olan fethullahçılar,
öncelikle “hasım”larını izlemekte, atacakları her adımı önceden saptamak
suretiyle önlem almak yoluna gitmektedirler. Devletin gücünü, devlet
savunucularına karşı kullanma aşamasına gelmiş olan fethullahçıların,
operasyonel anlamda kayda değer başarıları mevcuttur. Operasyonlarında, amaca
ulaşmada her yolu mübah sayan ve her türlü sınır tanımaz fırsatçılık, ahlâksızlık, takiyye unsurlarını
içeren bir konsept çerçevesinde hareket eden fethullahçı istihbaratçıların
kullandıkları yöntemler şöyledir: Telefon dinleme, tehdit, sahte belge üretimi
ve montaj, çarpıtılmış bilgiye yönelik kampanyalar, hırsızlık, kundakçılık,
şantaj amaçlı kadın pazarlama ve görüntü kaydı, her türlü illegal kayıt
kullanımı (böcek, gizli kamera vb.), rüşvet, gasp, darp, bilgisayar
sahtekârlıkları, ev ve işyeri kurşunlama, emniyeti suistimal, “hâkim kiralama”
ve diğerleri... Fethullahçıların oluşturduğu özel istihbarat organizasyonu hakkında bilinen ilk suçduyurusu, yıllar
öncesinde “Yeni Hayat” Dergisi’nin sayfalarında yayınlanmıştır:
38
“Fethullahçı organizasyonu, Türkiye’nin en büyük sivil
istihbarat örgütü ve arşivini oluşturma yolunda girişimlerini sürdürmektedir.
Kendi organizasyonları açısından potansiyel risk taşıyan politikacılar,
gazeteciler, T.S.K. Komuta kademesinde yer alan hedef subaylar, bürokratlar,
öğretim üyeleri vd. hakkında “yerlebir” etmeye yönelik ya da en hafifinden
“şantaj” değeri taşıyan ses ve görüntü kasetlerinin, her türlü ailevi-yakın
çevre ve de kişisel istihbari bilgilerin
bir merkezde toplanmakta olduğuna ilişkin duyumlar gelmektedir. Türk yasalarına göre böyle bir oluşum,
girişim aşamasında olsa bile ağır suçtur. Bu duyumların doğruluğunun
araştırılması, Türk istihbarat birimlerinin deneyim ve yeteneği dikkate
alındığında hiç de zor değildir” (62).
Ne var ki, aradan geçen bunca süre içinde, bu yasadışı organizasyonu
dağıtmaya yönelik kayda değer resmi soruşturmanın açılmamış olmasının, devlet
içindeki ilgili birimlere sızmış fethullahçı kadroların gücü ile doğrudan
ilintili olduğu anlaşılmaktadır.
Sözkonusu güç, yasadışı yapılanmaya örtülü bir “dokunulmazlık”
kazandırırken, hasımlarını da “çok yönlü”
etkisizleştirmeye yaramaktadır. Bir başka ifadeyle, sahip oldukları
yasal güç, fethullahçı istihbaratçıları, istihbarat birimlerinin dışında, başta
üniversiteler, sivil toplum örgütleri olmak üzere hemen her yerde,
cemaatlerinin çıkarları doğrultusunda operasyon yürütmelerini sağlamaktadır.
3.1. ÜNİVERSİTELERDEKİ FETHULLAHÇI
OPERASYONLARI
Fethullahçıların üniversitelerdeki kadrolaşma hareketi,
Yüksek Öğretim Kurulu’nun kurulmasıyla birlikte ivme kazanmıştır. Geleceğin
mürit akademisyenlerini yetiştirme programı doğrultusunda, onbinin üzerinde
müridini Y.Ö.K. ve M.E.B. kontenjanlarından A.B.D., İngiltere, Fransa gibi
ülkelere gönderen fethullahçılar, şimdilerde iki önemli avantaja sahip
olmuşlardır: Eğitimlerini tamamlayarak Türkiye’ye dönenler, akademisyen olarak,
mevcut fethullahçı kadroları daha da güçlendirirken; yurtdışında kalmak
isteyenler de, iş bularak kaldıkları ülkelerde mevcut cemaati takviye
etmişlerdir. Y.Ö.K. sistemi içinde başta Rektörlük olmak üzere, Dekanlık ve
Müdürlük kadrolarını elegeçirme doğrultusunda, tüm siyasal bağlantılarını
kullanan fethullahçılar, özellikle de üniversitelerin Yüksek Lisans ve Doktora
eğitimlerini koordine eden Sosyal Bilimler Enstitüsü, Fen Bilimleri Enstitüsü,
Sağlık Bilimleri Enstitüsü, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü gibi
birimlerinde söz sahibi olmaya çalışmışlardır. 12 Eylül döneminde, “hasım”
olarak nitelendirdikleri öğretim elemanlarının 1402’likler kategorisine dahil
edilmesinde, bir başka ifadeyle üniversiteden uzaklaştırılmasında hayli etkili olan fethullahçılar, daha sonra
da Y.Ö.K. yasasının anti-demokratik hükümlerinden yararlanarak “sözleşmeyi
uzatmama” yoluyla “hasım”larını tasfiyeye devam etmişlerdir. Diğer taraftan, Y.Ö.K., -bilerek ya da
bilmeyerek- fethullahçıların başta Anadolu üniversiteleri ve vakıf
üniversiteleri olmak üzere, pekçok üniversitedeki egemenliğini pekiştirecek
politikalar üretmeye devam etmektedir. Örneğin, üniversitelerdeki eğitim
dilinin ingilizce olması yolundaki eğilim, doğrudan fethullahçılara yaramaktadır.
Devlet parası ile ABD ve İngiltere gibi ülkelerde çok iyi derecede ingilizce
öğrenen fethullahçı kadrolar, üniversitelerde, dil avantajıyla ön plana fırlamışlardır. Aynışekilde, Y.Ö.K.
ile başlayan ve akademik yükselmelerde
yabancı dilde yayın koşulu, fethullahçı akademisyenlerin önünü tamamiyle
açmıştır. Türkiye’deki üniversitelerde yürütülen bilimsel çalışmaların kendi
toplumumuzun bilgisine ve hizmetine sunulması, ulusal bir öncelik ve gereklilik
olması icap ederken; Y.Ö.K., akademik yükselmelerde, Türkçe yayınları dikkate
almamaktadır. Y.Ö.K., bilimsel makalelerin, neredeyse tamamına yakını Batı
ülkelerinde yayınlanan ve “Science Citation Index”in taradığı periyodiklerde
çıkmasını, akademik yükselmeler için olmazsa olmaz koşul olarak kabul etmektedir.
Bilimsel araştırmaların sonuçları hakkında önce kendi meslekdaşlarını ve de
toplumunu bilgilendirmek; ülkeye çok yönlü katkı yollarını açmak dururken,
ancak sömürge ülkelerde görülen ve “sömürge aydını” anlayışı içinde bu
sonuçları öncelikle Batılıların hizmetine ve bilgisine sunma gayretkeşliği,
Y.Ö.K.’nu yönetenlerin ulusallıktan ve ulusalcılıktan ne denli uzak olduklarını
ortaya koymaktadır. İşte, fethullahçılar, sırf bu amaçla, Batıda “Fountain”
örneğinde olduğu gibi, yabancı dilde yayın çıkarmakta; ayrıca, kendi
müritlerinin bu kapsamdaki periyodiklerde makalelerinin yayınlanması için
profesyonel bir organizasyonla servis hizmeti sağlamaktadırlar. Y.Ö.K.
yöneticilerinin bu konuda sergiledikleri gafletin, bir de siyasal yönü
bulunmaktadır. Örneğin, bir Cumhuriyet Tarihçisi’nin “Ermeni görüşleri
aleyhinde” bir makaleyi, bu indekste yeralan periyodiklerde yayınlatması mümkün
değildir. Aynışekilde, PKK, Pontus, Süryani, Fener Patrikhanesi, Misyonerlik,
Keldani, Batı destekli şeriat örgütlenmeleri vb. konularda, Türkiye’nin tezini
savunan bir bilimsel makale, bugüne kadar sözkonusu indeksce taranan
periyodiklerde yayınlanmış değildir. Fethullahçıların yanısıra, Ermeni tezine
destek veren Prof.Dr. Halil Berktay örneğinde olduğu gibi, yerel tarihçilik adı
altında Türkiye’nin etnik sorunlarını kaşıyan
39
2. Cumhuriyetçi kimlikli, çoğunluğu Vakıf Üniversitelerinde
kadrolu akademisyenlerin bu periyodiklerde yayın sorunu bulunmamaktadır. Başta
tarihçiler olmak üzere, diğer sosyal bilimlerde çalışma sürdüren
akademisyenler, ortadaki olumsuz olgudan birinci derecede mağdurdurlar.
Bilimsel çalışmalarını “ulusal” perspektiften sürdürmek, bir anlamda Y.Ö.K.
eliyle cezalandırılmak anlamına gelmektedir. Sadece sosyal bilimciler mi?
Elbette ki hayır!.. Örneğin, Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Anatomi A.B.D.
öğretim üyesi Prof.Dr. Tahir Hatipoğlu ve meslekdaşları tarafından yürütülen
bir araştırmanın sonuçlarının yeraldığı makalenin yayın talebi, İngiltere’de
yayınlanan, sözkonusu indeksçe taranan bir tıp dergisi tarafından
reddedilmiştir. Reddin gerekçesi, “Türkiye’de sadece Türklerin yaşamadığı,
Kürtlerin de yaşadığı ve örneklemlerde onlara da yer verilmemesi” olarak
gösterilmiştir. Türk akademisyenleri böylesine aşağılayıcı, onur kırıcı, ulusal
duyarlılığı rahatsız edici durumlara düşürmek, Y.Ö.K. yasasının 4. ve 5.
maddeleri ile hiç mi hiç bağdaşmamaktadır. Y.Ö.K.’nun, fethullahçı kadrolaşmaya
ve Türkiye yerine Batılı ülkelere öncelikli olarak hizmet veren bu şekilci,
içeriği kof, sömürge uşaklığı görünümlü uygulamadan vazgeçmesi gerekmektedir.
3.1.1. ÖRNEKOLAY: A.Ü. TÜRK İNKILÂP
TARİHİ ENSTİTÜSÜ
Kadrolaşmaya tipik bir örnek olmak üzere, sadece Ankara
Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü’ne kayıtlı öğrenci sayısı, 1985-86
Öğretim Yılı itibariyle 462’ye ulaşmıştır. Bir bölümünün iki ya da üç yıllık
yüksekokul, enstitü mezunu olup dört yıllık lisans eğitimini tamamlamadıkları;
bir bölümünün ilgisiz alanlardan mezun
oldukları; kimi öğrencilere ise -eğitim süresi dahil- üç ay
gibi kısa sürelerde diploma verildiği
sabit olan sözkonusu Enstitü’de, kimi eski yöneticiler, Ankara 6. Ağır Ceza
Mahkemesi’nde yargılanmışlardır. Başta
üniversiteler olmak üzere, T.S.K., Diyanet, TRT, MEB gibi stratejik kurum ve
kuruluşlarda kadrolaşmayı amaçlayan ve bu doğrultuda akademik “ünvan
dağıtan” öncüler, ülke çapındaki tüm
üniversitelerde açılan Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüleri ve de
Atatürk Araştırmaları Merkezleri’ni elegeçirme savaşımına girişmişlerdir. Nedenine gelince, bu birimler,
üniversitelerde tek ideolojik propaganda-politika yapılabilen “Atatürk İlkeleri
ve İnkılâp Tarihi” dersinin yürütülmesinden sorumludurlar. Bu ders, dinamik
yönüyle, sadece dünü değil, bugünü ve yarını da içine almaktadır. Bir başka
ifadeyle, devletin resmi ideolojisinin aktarıldığı; karşı ideolojinin bir
tehdit olarak sunulduğu; Atatürk ilke ve devrimlerinin benimsetilmesi olduğu
kadar; bu ilke ve devrimlere düşman olan iç-dış odakların teşhir edildiği bir
dersi, Atatürk ve Cumhuriyet düşmanı kimi kadrolara verdirmek gibi bir olguyla
karşılaşılmıştır. Normalde, her türlü şeriatçı ve bölücü yapılanmalara karşı
üniversite öğrencilerini bilinçlendirecek Atatürkçü akademisyenlerin tasfiyesi
sonucunda, yerlerine gelen fethullahçıların, bu defa öğrencileri hangi yönde
bilinçlendirecekleri (!) bir kara mizah olarak Y.Ö.K.’nun “başarı hanesine” yazılmıştır. Tabii olan,
1982’den bu yana zihinsel tasalluta uğrayan ve her biri birey yerine müride
dönüşen yüzbinlerce Türk gencine, ailelerine ve devletimizin geleceğine
olmuştur. İşte, kadrolaşmada hedef
akademik kurumlardan, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü’nde
“Doktor” ünvanını almış bir mezunun yazdıkları!.. Hiç yorumsuz: “... Son yıllarda yaptığı hayırlı işler
dolayısıyla Türk ve dünya kamuoyunun yakından tanıdığıFethullah Gülen;
fikirleri, düşünceleri ve yapılmasına vesile teşkil ettiği hayırlı işler
dolayısıyla toplumumuzda çok geniş bir kesimin sevgi ve saygısını kazanmış
yukarıda izah ettiğimiz gelişmiş beyine sahip mümtaz bir kişidir. ... 45 yıldır ülkemizin aktif yönetimini
üstlenen Sayın Süleyman DEMİREL ile Sayın Bülent ECEVİT’in Fethullah GÜLEN
hakkındaki övgü dolu sözleri ciltlere sığmaz. Sadece bu iki kişinin medyada
çıkan güzel sözleri biraraya getirilse 24 bölümlük dizi film olur. Kısacası
bize göre Fethullah Gülen; kamuoyumuzun yakından tanıdığı kalbi vatan aşkı ile
dolu, Türk Kültürüne aşık, örnek bir müslüman, gönlü insan sevgisi ile dolu,
insanlar arasında barış, hoşgörü ve sevgiyi daima ön planda tutan bir gönül
insanıdır. Bu özellikleri ile dünya insanlığının da yakından tanıyıp izlediği
bir sevgi adamıdır. Toplumun dinamiklerini ayakta tutan ve insanlar arasındaki
birlik, beraberlik ve kardeşliği pekiştirecek örnek insanları bulup çıkartmak
ve onlardan yönetimin her alanında yararlanmak devletin temel görevidir. ...
Nitekim, herkesin gözü önünde ceryan edecek yargı süreci sonunda, ülkemizde
çete oluşturarak devleti yıkmayı düşünebilecek en son kişilerden biri olduğunu
değerlendirdiğim Fethullah GÜLEN muhtemelen beraat ederek aklanacaktır. Sonunda
kendisini sevenler ve sayanların sayısı artacaktır. Sonuç olarak; Bu yazı
Fethullah GÜLEN’i övmek için kaleme alınmamıştır. Sadece bu tutuklama kararı
konuya ilişkin fikirlerimizi açıklamamıza vesile teşkil etmiştir. Ayrıca
Fethullah GÜLEN’in bizim güzel sözlerimize ihtiyacı da yoktur. Gereği de
yoktur. O görevini tamamlamış bir
40
insanın huzur rahatlığı içinde toplumun gönlünde yer
almıştır. Açılmasına vesile olduğu yüzlerce okuldan yetişen her milletten
yüzbinlerce öğrenci insanlığa hizmet için, bilim ve teknoloji aşkıyla yola
çıkmışlardır. Onların ve ailelerinin hayır duaları kendisine yeter de artar
bile. Burada vurgulamak istediğim konu, Fethullah Gülen’in şahsına yapılan
hareket değildir. Binlerce yıllık gelenek ve göreneklerimize karşı yapılan
yanlışlığı ortaya koymaktır. Devlet ve millet için faydalı bir şey yapmaya
çalışan ve fakat sayıları çok az olan memleket evlatlarının binbir vesile ile
yollarının kesilmek istenmesine bir kere daha dikkat çekmek içindir. Burada yine vurgulayacağım önemli nokta
şudur; Kalbi memleket ve millet aşkı ile dolu, onu yüceltmek ve yükseltmekten
başka hiçbir idealleri olmayan gerçek vatanseverleri yıldırmak, korkutmak,
kaçırmak ve hizmetten alıkoymak mümkün değildir. Onların verilmiş makam, mevki
ve rütbeye ihtiyaçları yoktur. Onlar dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar
milletlerini ve insanlığı aydınlatırlar. Bu bakımdan halkımıza itidal ve
soğukkanlılık tavsiye ediyorum. Üzülmesinler. Tasalanmasınlar. Dün; Alparslan
Türkeş, Bülent Ecevit, Süleyman Demirel, Recep Tayyip Erdoğan, Necmettin
Erbakan, Muhsin YAZICIOĞLU, Hasan Celal GÜZEL’ler hapsedildiler. Fakat her
defasında eskisinden daha güçlü olarak halkının itibarını kazandılar. Daha iyi
hizmet edebilecekleri yerlere geldiler. Yapılan yanlıştır; ama; yapılan
yanlışların daima iyilik ve güzelliklerin bir başlangıcı olduğunu kabul etmek
gerekiyor. İnanıyorum bu sefer de böyle olacaktır (T.T.K.)” (63). Yukarıdaki
satırların yazarı olan Dr. Tamer Kumkale, sıradan biri değildir. Türk Silahlı
Kuvvetleri’nin en kritik yerlerinde (Kara Kuvvetleri İstihbarat, Milli Güvenlik
Kurulu T.İ.B. gibi) görev yapmış, bu görevleri sürdürürken de, adıgeçen yerde
doktorasını tamamlamış biridir. Albay rütbesindeyken emekliye sevkedilen
yazarın, halen Fatih Üniversitesi’nde “Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi”
bölüm sorumlusu olduğunu söylemek şaşırtıcı olmayacaktır (64). Bu örneği, aynı
Enstitü’de Yüksek Lisans ve Doktora yapan
Emniyet mensuplarına da teşmil ettiğinizde, olayın vahameti daha da iyi
anlaşılacaktır. 3.1.2. PROF.DR. KEMAL ALEMDAROĞLU’NU TASFİYE
OPERASYONLARI
Diğer taraftan, Türk sağındaki halen geçerli olan;
“Allahını-Peygamberini biliyor, komünist değil, o halde bizden” yaklaşımını en
çok fethullahçılar değerlendirmektedir. Mevcut tüm sağ çizgideki siyasal
partilerde yaptırım gücüne sahip bulunan, dolayısıyla bir anlamda gelmiş-geçmiş
siyasal iktidarlara görünmez biçimde “ortak” olan fethullahçılar, son yıllarda
DSP, CHP gibi sol çizgideki partilere de büyük paralar harcayarak “adam
yerleştirmektedirler”. Bu açılım, üniversiteler için de sözkonusudur.
Fethullahçıların üniversitelerdeki en önemli destekçileri ve de işbirlikçileri,
2. Cumhuriyetçi çizgide yer alanlarla, etnik bölücü kimliğini ön plana
çıkaranlardır. Fethullahçılar, kimi vakıf üniversitelerinde görev yapan bu
akademisyenleri, “danışmanlık” kılıfı altında resmen maaşa bağlamışlardır.
Türkiye Cumhuriyeti’ne, Atatürk ilke ve devrimlerine, laik hukuk sistemine,
Türklük bilincine, tam bağımsızlık olgusuna karşı tüm unsurlarla birlikte, ülke
çapında olduğu gibi üniversitelerde de
dayanışma gösteren fethullahçılar, kendilerine direnen, kadrolaşmalarını
durduran ya da gerileten tüm akademisyenleri “hasım” olarak
değerlendirmektedirler. Fethullahçıların en tehlikeli hasım olarak
nitelendirdikleri akademisyenlerin başında, İstanbul Üniversitesi Rektörü
Prof.Dr. Kemal Alemdaroğlu ile Rektör Yardımcısı Prof.Dr. Nur Serter
gelmektedir. Uzun bir süreden bu yana “türban” gerekçesiyle, tüm radikal
şeriatçı örgütlerin yanısıra, A.B. organlarından desteklenen işbirlikçi kimi
vakıf üniversitelerindeki etnik sorunlu ve 2. cumhuriyetçi ve de “yabancı dille
eğitim-paralı eğitim yanlısı” öğretim üyelerini
Alemdaroğlu ve Serter aleyhine provoke ve organize eden, bu uğurda kayda
değer harcamalarda bulunan fethullahçılar, son dönemde de Rektör Alemdaroğlu
aleyhine, salt iftiraya dayalı “intihal” kampanyası başlatmışlardır (65).
Bilindiği üzere, tüm şeriatçı, aşırı sol ve de bölücü örgütlerin doğrudan hedef
ilan ettikleri Prof.Dr. Kemal Alemdaroğlu, İstanbul’daki tüm asker-polis şehit
cenazelerine katılan ve güvenlik kuvvetlerine koşulsuz destek veren tek
Rektör’dür. Buna karşılık, Sadettin Tantan’ın İçişleri Bakanlığı döneminde
gerçekleştirilen yasadışı polis eyleminde, kimi polis memurlarının İstanbul
Üniversitesi ve dolayısıyla Rektörü aleyhine attıkları sloganlar,
fethullahçıların söylemleriyle birebir örtüşmektedir. Keza Fethullahçılar,
Ondokuzmayıs Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Ferit Bernay hakkında da kesintisiz
iftira kampanyası sürdürmektedirler.
3.1.3. BİREYSEL MÜCADELE VE
DEZENFORMASYON ÖRNEKLERİ
Fethullahçıların üniversitelerdeki “hasım”larına yönelik
taktik ve stratejilerini –yaşayarak, bedel ödeyerek öğrenen- bir akademisyen olarak, devam
etmekte olan bir savaşımın mütevazi tarafıyım. 12 Eylül döneminden itibaren,
intihal (66) dahil, her türlü iftiraya maruz bırakılıp, 3 kez
41
üniversiteden uzaklaştırılan; toplam 76 ceza ve disiplin
soruşturmasına ve de 100’e yakın idari ve adli davaya maruz ve muhatap
bırakılan, ancak tümünden onanmış yargı kararlarıyla aklanan bir Cumhuriyet
Tarihçisi olarak, diğer ülke ve devlet düşmanı yasadışı örgütlerin,
tarikatların ve benzeri yapılanmalar yanısıra, fethullahçılara karşı mücadelemi
de kesintisiz sürdürmekteyim. Yaklaşık 20 yıllık süreçte açılan dava dosyaları
içinde yer alan binlerce belge, hiç şüphesiz, her fırsatta “din, ahlak,
mukaddesat, fazilet, dürüstlük, namus” gibi kavramların ardına sığınan
fethullahçıların, “hasım”larını tasfiye doğrultusunda sınırtanımaz
etiksizliğinin göstergeleridir. İşte, sadece birkaç örnek: Fethullahçı istihbaratçılar
tarafından “hasım” kabul edilen kişi ve kuruluşlar aleyhine yürütülen
dezenformasyon faaliyetlerinden biri de, çarpıtılmış bilgilere dayalı sahte
belgeler üretmektir; teknik deyimle “fabrikatörlük” yapmaktır. Bu kapsamda,
şahsımla ilgili üretilmiş onlarca sahte belge sözkonusudur ve bu sahte
belgeler, daha çok internet ortamında dağıtılmaktadır. Bunlar arasında, kayda
değer olarak “M.İ.T. mensubu olduğumu gösterir kimlik fotokopisi”,
“Gagauz-Hristiyan olduğuma dair nüfus kütüğü fotokopisi”, “yüzkızartıcı suçlara
ilişkin yargı kararları fotokopileri”, “komünist örgüt militanı olduğuma
ilişkin istihbarat raporu fotokopisi”, “masonluğuma dair kimlik fotokopisi” vs.
vs. sayılabilir. Sahte belge üretiminde sınırtanımazlığın ve utanmazlığın en
tipik örneğinde şu bilgiler yer almaktadır: “AA0012A7A-SİY/04-EYL-0511-2895
TERÖR ÖRGÜTÜ OPERASYONU
BÖLÜCÜ ÖRGÜTÜN SÖZDE SİYASİ KANADININ ANKARA SORUMLUSU ELE
GEÇİRİLDİ
(FOTOĞRAFLI)
ANKARA (AA) – Güvenlik güçlerince Ankara’da yapılan
operasyonda bölücü terör örgütü PKK’nın sözde siyasi kanat ERNK’nın Ankara
sorumlusu Necip Hablemitoğlu ele geçirildi. Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü’ne
bağlı ekiplerin bir ihbarını değerlendirerek Ankara Gençlik Caddesi’nde bir
hücreevine düzenledikleri operasyonda Hablemitoğlu’nun yanısıra çok sayıda
örgütsel doküman ve kırsal kesimdeki teröristlere gönderilmek üzere eğitim
notları da ele geçirildi. Sorgusu halen
Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü’nde sürdürülen Hablemitoğlu’nun bir
üniversitede görevli olduğu ve örgütün kitleselleşmesi için çaba sarfettiğini
itiraf ettiği kaydedildi. TALİMATLAR BEKAA’DAN
Hablemitoğlu’nun ilk sorgusunda, talimatları bizzat terör
örgütü elebaşı Abdullah Öcalan’dan aldığı, PKK’nın geniş kitlelere ulaşması
için bazı teklifler sunduğunu itiraf ettiği öğrenildi. Doğu Perinçek ile Abdullah Öcalan ile
ilişkileri de sağladığı öğrenilen Hablemitoğlu’nun önceki yıllarda da bazı sol
gruplarla birlikte olduğu provakatif faaliyetlerde uzman olduğu ifade edildi.
(AB-TK-NHK)
04.09.1989 14:59:07 TSİ
NNNN”
Normal posta, faks ve elektronik posta aracılığı ile
dağıtılan ve de halen http://www.gerçekergenekon.com adresinde “servis”e
sunulmaya devam eden bu sahte belgeye, uzun yıllardan sonra ilk kez, Bandırma’da yayınlanan “Genç BAYRAK” adlı bir
gazetenin 25 Mayıs 2002 tarihli nüshasında “Necip Hablemitoğlu eşittir PKK”
başlığı altında yer verilmiştir. Bandırma’daki MHP eski ilçe başkanı tarafından
yayınlanan gazetedeki haberde, sahte belgeye ek olarak –imla bozuklukları dahil
aynen- şu iddia, iftira, hakaret ve isnatlarda bulunulmuştur: “Kısa bir süre önce, yerel bir gazete,
Bandırma’da bir öğretim görevlisini konuk edip Belediye düğün salonunda
konferans verdirdi. Şahsın adı Necip Hablemitoğlu. Elbette Bandırma’nın iyi
niyetli ve onurlu insanları bu konferansı tüm samimiyetlikleri ile gidip
dinlediler. Necip Hablemitoğlu anlattı. Bandırmalılar dinledi. Ancak meslekten mi bilinmez bizde bir
araştırma hastalığı vardır. Biri Bandırma’ya geliyor ve onlarca kişiye
gözlerinin içine baka baka birşeyler anlatıyor ve gidiyor, elbette sormak gerek
kim bu Necip Hablemitoğlu diye. Sordukta.
42
Necip Hablemitoğlu hakkında araştırma yaptığımızda ne o
yapılanın konferans olduğunu nede insanları bilgilendirmeyi hedeflediğine
inanmadık, inanmayacağızda. Çünkü geçmiş dönemlere ait olan tüm dökümanlarda
Necip Hablemitoğlu eşittir PKK. Evet gerçek bir söylem ve asla iddia değil,
gerçek. Çünkü elimizde saatine kadar verebileceğimiz bilgilere göre Necip
Hablemitoğlu’da geçmişte PKK’ya hizmet ettiğini ve Abdullah Öcalan ile birebir
görüşerek talimat aldığını itiraf etmiş. Aynı Necip Hablemitoğlu yani PKK
örgütü yardımcısı ve yatakçısı Necip Hablemitoğlu, 2002 yılında Bandırma’da
Belediye’ye ait bir salonda konferans veriyor ve bir gazetenin işbirliği ile.
Biz size 04.09.1989 tarihinde saat 14:59’da tüm haber ajanslarını alt üst eden
ve tüm adli makamları harekete geçiren resmi yazıları eksiksiz, kesintisiz,
cesurca ve Kamuoyuna hitaben yayınlıyoruz. ...
Yazıyı okuduktan sonra konu kamuoyuna kalıyor. Bandırma’ya
gelerek onlarca onurlu Türk insanına konferans veren bir kişinin PKK Örgütüne
yataklık etmesi ve bu konferansın alenen
yapılması doğru mu? İşte bu soruya da kamuoyuna gerçekleri ile birlikte ekte
sunuyoruz”. Gazete, 28 Mayıs 2002 tarihli nüshasında, manşetten verdiği
“Hablemitoğlu Gazetemize Dava Açıyor(muş)!” başlıklı haberde, yukarıdaki haber
metnini aynen bir kere daha yayınladıktan sonra, şöyle denilmiştir: “Haberimiz
üzerine 18 Mayıs’ta Hablemitoğlu’nu şehrimize getirerek konferans organizesini
üstlenen bir yerel gazete, Necip Hablemitoğlu’nun gazetemize dava açtığını
açıklamış. Kendisinden yurtsever ve değerli bilim adamı olarak bahsedilen bu
şahsın PKK ile ne ölçüde işbirliği içerisinde olduğunu umarız kamuoyuna
açıklayacak ve nihai kararı halkımız verecektir. Bekliyoruz HABLEMİTOĞLU...1
Konunun takibindeyiz. Hablemitoğlu davası ile ilgili bilgileri önümüzdeki
sayılarımızda size aktaracağız”. Konferansın Bandırma Ticaret Odası Konferans
Salonunda yapıldığını saptayamayan, “Belediye Düğün Salonu” diyerek
okuyucularına usulen adres gösteren bu titiz (!) gazetenin haberi sonrasında, sahte belgenin kaynağı olarak
gösterilen ANADOLU AJANSI adına bir açıklama yazısı gönderilmiştir. Genel Müdür
adına Genel Müdür Yardımcısıİsmail Bezgin imzası ile gönderilen 26.6.2002 tarih
ve B.02.1.AA.12/102-2171 sayılı yazıda aynen şöyle denilmiştir: “İlgi yazınıza
konu haber bültenlerimizde yer almamıştır. Ayrıca, yazınız ekinde göndermiş
olduğunuz haber metni fotokopisi bizim formatımıza uygun değildir. Bu metnin
düzmece yazılmış olduğunu düşünmekteyiz. Bilgilerinizi rica ederiz.
Saygılarımızla”. Elbette ki, bu sahte belge çerçevesinde gelişen haksız isnat
ve iftiralara karşı sözkonusu gazete aleyhine açılabilecek tüm davalar
açılacaktır. Ancak önemli olan gerçek şu: Yurdun farklı köşelerindeki benzer yayınlar
nasıl saptanacak ve dava açılacak?!.
Baba tarafından Kırım Türkü, anne tarafından Rumeli Türkü olan şahsımı,
tüm mücadele ve eserlerime rağmen, etnik bölücü, elikanlı terör örgütü
destekçisi-yatakçısı, dolayısıyla AB işbirlikçisi PKK’lı, ERNK yetkilisi gibi
gösterme faaliyetlerinin “ülkücülük”, “müslümanlık”, “mukaddesatçılık” gibi kılıflar ardından yapılması, konunun
takiyye yönünü ve mesajın hedefini ortaya çıkarmaktadır. Kaldı ki, bu ve
benzeri iftira ve kumpasların 1980’den
bu yana sonu gelmemektedir. Hatta, şahsımla ilgili iftira ve isnatlara
yer veren Zaman gazetesi aleyhine açtığım ve tümünü kazanarak haksız isnat
sahiplerini mahkûm ettirdiğim davaların birinde, gazete avukatı, Ankara Asliye
25. Hukuk Mahkemesi’ne benzeri sahte belgelerden birini sunma cüretini
göstermiştir. 2000 Yılında görülen bu davaya, Zaman gazetesi, Ankara Emniyet
Müdürlüğü İstihbarat Şube Müdürlüğü’ne ait 15 Ekim 1986 tarih ve C-2537 sayılı
belgeyi (!) iddia ve isnatlarına dayanak olarak göstermiştir. 14 Yıl öncesinin
tarihini taşıyan ve İstihbarat Şubesi’ne ait olması dolayısıyla “gizli” olması
gereken bir belgenin, nasıl olup da Fethullah Gülen Cemaatine yakınlığı tüm
istihbarat raporlarında belirtilen bir gazetenin eline geçtiği sorusu, henüz
yanıt bulamamıştır. Bu belgenin
sahteliği, Ankara Emniyet Müdürlüğü’nce mahkemeye sunulan yazıda
belirtilmiştir. Ortaya çıkan sonuç şu ki, fethullahçı istihbarat örgütünde,
gerektiğinde kullanılmak üzere saklanılan, ileride kullanılmak üzere
hazırlandığı anlaşılan “tedbire yönelik” resmi belgelerle, sahte belgeleri
içeren bir arşiv bulunmaktadır. Anlaşılan, “Zaman” gazetesi de bu arşivden yararlanabilmektedir.
İşte, “Zaman” gazetesinin mahkemeye sunduğu istihbarat belgesinin son paragrafında
şu hükme varılmaktadır: “Sözkonusu Enstitü’de,
çeşitli devlet dairelerinden, Emniyet teşkilâtından ve Türk Silahlı
Kuvvetlerinden subayların da öğrenim gördüğü, bu nedenle laiklik ve Atatürk
aleyhtarlığı yapıldığı iddialarının asılsız olduğu, istihbar edilmiş olup;
ayrıca bahse konu olayın D.G.M. Savcılığına intikal ettiği ve soruşturma
yapıldığı öğrenilmiştir”
43
Oysa, dönemin Emniyet Genel Müdürü’nün Özel Kalem Müdürü
başta olmak üzere, çok sayıda üst düzey emniyet mensubunun yanısıra, 50’ye
yakın emekli ya da muvazzaf Türk Silahlı Kuvvetleri mensubunun da Enstitü’de
öğrenim sürdürdüğü, Hürriyet, Milliyet, Günaydın, Sabah, Cumhuriyet gibi
gazetelerde yayınlanan çarşaf listeler çerçevesinde kamuoyuna malolmuş olup,
sadece İstihbarat Şube Müdürlüğü’nün bilgisinin olmadığı anlaşılmaktadır. Bu
sonuç, bizatihi İstihbarat Şubesi’ne yapılmış bir hakarettir. Nitekim, dönemin
Ankara Emniyet Müdürü Kemal İskender, anılan Mahkeme Başkanlığı’na gönderdiği
29.5.2000 tarih ve B.05.1.EGM.4.06.00.06-06.5.800.1200-(6068-2000)-072065
sayılı yazıda şu bilgileri vermektedir: “... Kayıtlarımızın tetkikinde ve
yapılan arşiv araştırmasında 15.10.1986 gün ve C-2537 sayılı evrak
bulunamamıştır. Bahsekonu evrakın numarası itibariyle yazışma ve arşiv kodlama
sistemimize uygun olmadığından muhtemelen böyle bir raporun mevcut olmadığı
veya tarih itibariyle on yılı geçtiğinden imha edilmiş olabileceği
değerlendirilmektedir. Ayrıca İstihbarat Şube Müdürlüğü’nün görev alanına giren
faaliyetlerle ilgili yapılan yazışmalarda yeralan bilgiler; dokümanter olmayıp
istihbari niteliktedir. Herhangi bir adli veya idari tahkikatta delil olarak
kullanılamayacağı gibi genel güvenlik ve İKK tedbirleri açısından evrakın aslı
veya fotokopisi yazışmaya muhatap olan ilgili birim tarafından başka birimlere
gönderilemez ve başka amaçlarla kullanılamaz ibareli bir uygulama
bulunmaktadır. Bilgilerinize arzederim”. Zaman gazetesi, anılan mahkeme
tarafından mahkûm edilmiştir. İstihbaratçı fethullahçıların, tüm bu sahte
belgelere dayalı dezenformasyon faaliyetlerine ve tasfiye yöntemlerine muhatap
olan Atatürkçü bir akademisyen olarak,
emin olduğum gerçek şu ki, Türkiye’nin en az PKK kadar, belki ondan da
fazla tehlikeli ihanet odağı olan
fethullahçıların devlet içindeki, öncelikli olarak da istihbarat birimlerindeki
kökü kazınmadıkça; dış destekleri kesilip elebaşlarıİmralı’ya doldurulmadıkça,
bu dış destekli, olağanüstü güce sahip organize suç örgütüyle bireysel kavgalar
da -eşit olmayan koşullarda- sürüp gidecektir (67). 3.2. İNTERNET ÜZERİNDEN YÜRÜTÜLEN OPERASYONLAR
Fethullahçı istihbarat örgütünün yürüttüğü operasyonların
analizi yapıldığında, profesyonel bir teknik desteğe sahip oldukları
anlaşılmaktadır. Örneğin, medyadaki kadroları, gizli çekim, gizli kayıt, ses ve
görüntü montajı, grafik, fabrikasyon-asparagas haber yazımı ve dağıtımı gibi
konularda, örgüte lojistik destek sağlamaktadırlar. Aynışekilde, yurtiçi ya da
yurtdışı eğitimi almış bilgisayar mühendisleri ile profesyonel düzeyde
bilgisayar konusunda bilgi ve deneyime uzmanlar, “hacker”, “moderatör” ya da “webmaster” olarak görev üstlenmektedirler. Özel
şifrelerin kırılması yoluyla hasımların bilgisayarlarındaki tüm bilgi ve
belgelerin kopyalanması, özel tanıtım amaçlı ya da provokatif amaçlı site
kurulumu, özel yazışmaların elde edilmesi ve sürekli denetimi gibi servis
hizmetleri, sözkonusu mürit bilgisayarcılar tarafından gerçekleştirilmektedir. Fethullahçıların tanıtım ve propaganda amaçlı
kullandıkları sitelerden neredeyse tamamı, yurtdışındaki adreslerden
yayınlarını sürdürmektedir (68). Fethullahçı istihbaratçılar, “hasım” kabul
ettikleri kişiler aleyhine doğrudan yayın sürdüren siteler açmak yerine, bu işi
kamufle edilmiş siteler üzerinden yürütmeyi yeğlemektedirler (69). Bu arada
kendilerine muhalif (!) siteleri de, yine kendileri oluşturmaktadırlar (70).
Fethullahçı istihbaratçıların, “hasım”larına karşı kullandığı en etkin internet
sitesi, C.I.A.’in teknik, propaganda ve
benzeri lojistik desteği ile yayınını sürdüren ve bu sayede internet dünyasında “en çok ziyaret edilen”
siteler arasında gösterilen Mehmet Eymür’ün sitesidir (http://www.atin.org).
Yakın bir süre öncesine kadar Türkiye’nin en önemli istihbarat kuruluşu olan
M.İ.T.’nın kilit isimlerinden biri olup, bu ahlâk (!), işbirlikçilik,
müfterilik, ketumiyetsizlik gibi
belirgin özellikleriyle bunca yıl nasıl devletimizin güvenliğinde söz
sahibi makamlarda tutulduğunu şaşkınlıkla değerlendirdiğimiz Mehmet Eymür,
C.I.A.’nın yanısıra, yine aynı bağlantılı
fethullahçı istihbaratçıların da
sözcülük ve tetikçiliğini yürütmektedir (71). Eymür, bu cümleden, şahsımla ilgili
dezenformasyon esaslı iftira ve isnatları da, pekçok fethullahçı internet sitesinden
önce yayınlamıştır (72).
Fethullahçı istihbaratçıların “hasım” kategorisinde
değerlendirdiği Türk Silahlı Kuvvetleri de, karşı propaganda faaliyetlerinden
nasibini almaktadır. Örneğin, kamuoyu anketlerine göre “en güvenilir” kamu
kurum ve kuruluşları içinde başta gelen Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bu imajını
gölgelemek, kamuoyu nezdinde itibar kaybı sağlamak, bir başka ifadeyle zan ve
töhmet altında bırakmak amacıyla kurulan sitenin adresi şudur:
“http://www.yolsuzluk.com”. Giriş
sayfasında yer alan Türk Bayrağı ve Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin
Kıvrıkoğlu’nun fotoğrafı, ilk
44
bakışta “yurtsever”, “Kemalist” bir site görünümü
vermektedir. Sitenin linkler bölümünde ise, -onlarca güvenlik görevlimizin ve
vatandaşımızın ölümünden sorumlu yasadışı “Kurtuluş” örgütünün
dışında-“Kemalist Siteler Birliği”,
“Aydınlanma 1923”, “Hablemitoglu”, “Fethullah Gülen Gerçekleri” gibi
Kemalist ve anti-şeriatçı sitelerin bağlantıları dikkate alındığında, bu sitenin
ülkemizdeki yolsuzluklarla mücadeleyi görev edinmiş kişilerce yönetildiği
kanısı uyanmaktadır. Sitede yer alan yazılara biraz dikkatle bakıldığında,
hazırlayanların profesyonel istihbaratçılardan oluştuğu anlaşılmaktadır:
İsimler ve adresler doğru, buna karşılık olaylar, belgeler, iddia ve isnatların
tamamı ise sahte!.. Bu sitede,
dezenformasyon kapsamında hazırlanmış “fabrikasyon” bilgi ve belgelerle, Türk
Silahlı Kuvvetleri’nin kamuoyu nezdinde güvenilirliğinin yokedilmesinin
yanısıra, özellikle fethullahçılar başta olmak üzere, tüm şeriatçı
yapılanmalara karşı net tavırları ile ön plana çıkmış, “hasım” olarak
değerlendirilen üst rütbelerdeki Türk Subaylarının, özellikle karalamaya dahil
edilerek yıpratılması amaçlanmaktadır.
Bu arada, silah ve malzeme ihalelerinde, A.B.D. silah firmalarından
doğrudan alım yerine, alternatif ülkelerin tekliflerini değerlendiren Türk
Subayları da, nedense bu sitenin
hedefleri arasında yer almaktadırlar. Fethullahçı istihbaratçılar
olgusunu bilmeyen, yaygın deyimle “sağ gösterilerek sol vurulması” biçiminde bir
amacın farkına varmayan, psikolojik harekât kavramından habersiz nice insanımız, bu sitenin tuzağına düşmektedir. Nasıl mı? İşte, tipik
bir örnek: Türkiye’nin 500’ü aşkın
merkezinde örgütlenmiş olan ve yöneticilerin yurtseverliğinden asla kuşku duyulmayan
Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Merkezi de bu oyuna düşenler arasındadır.
A.D.D. Genel Merkezi’nce 26 Ağustos 2001 tarihinde ilgili tüm adreslere
gönderilen “Atatürkçü Düşünce Yolunda Toplumsal Dayanışma Kampanyası” başlıklı çağrı metninde şöyle denilmektedir: “Bu
kampanya, Türkiye’nin sorunlarını Atatürkçülük yönünden ele alarak, O’nun
düşünce kalıtını korumak, milli birlik ve beraberliği kuvvetlendirmek,
ATATÜRK’ün devrim ve ilkelerinin toplumsal sorunlarımızın çözümlenmesinde ışık
tutucu niteliğini ve yaratıcı güce sahip olduğunu anlatmak, ülkemizin içine
düştüğü durumu değerlendirmek, gereken çözümleri üretmeyi hedeflemektedir.
Kampanyaya katılmanızı bekliyoruz. Teşekkür ederiz. Atatürkçü Düşünce Derneği.
Destekleyenler: http://www.add.org.tr Atatürkçü Düşünce Derneği sitesi
http://www.yolsuzluk.org Çeyrek asrın flaş yolsuzlukları
http://www.yolsuzluk.com Türkiye’nin yolsuzluk haritası
http://www.temizeller.com Temiz toplum, temiz siyaset”. Atatürkçü Düşünce
Derneği’nin sergilediği iyiniyetli aymazlık, ayrıca yoruma muhtaç değildir.
Buna karşılık, eşimle birlikte ortak sorumluluğumuz altındaki “Hablemitoğlu”
sitesi (73) dahil, tüm Kemalist siteler adına “Kemalist Siteler Birliği”,
kamuoyuna hitaben yayınladığı bir duyuru ile,
izinsiz bağlantı veren sözkonusu “yolsuzluk.com” sitesini protesto
etmiştir: “Kamuoyuna Önemli Duyuru! 05.06.2001 Son zamanlarda yolsuzlukla
mücadele amaçlı yayın yaptığını öne süren bir web sitesi, iznimiz alınmadan
Kemalist Siteler Birliği Üyesi olduğunu iddia etmekte ve KSB üyesi sitelere
izinsiz olarak link vermektedir. Bu siteyi hazırlayanlar ve sitenin içeriği ile
ilgili hiçbir ilgimizin olmadığını duyururuz. Özellikle Türk Silahlı
Kuvvetleri’ne yönelik ağır ithamların yayınlandığı bu siteyi hazırlayanların
kimliği meçhuldür. Bu tür ithamların muhatabının Türk Mahkemeleri olduğunu
hatırlatır, Kemalist Siteler Birliği olarak Türk Silahlı Kuvvetleri’ni
yıpratmaya yönelik bu tür girişimleri onaylamadığımızı önemle vurgularız.
Sitenin reklamını yapmamak amacıyla, web adresini yayınlamıyoruz. Kemalist
Siteler Birliği Üyeleri, sitemizin “Üyelerimiz” bölümünde logoları ile birlikte
sergilenmektedir. Kamuoyuna önemle duyurulur” (74). Sözkonusu site, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni
karalamaya çalıştığı kadar, K.S.B.’nin duyurusunda ifade ettiği gibi kafalarda
“çelişki” yaratmaya da çalışmaktadır:
Bir kere bu site, A.B.D.’nden (PO Box 444 La Jolla , California)
yönetilmektedir. Sorumlu kişi olarak görünen Yeşim Çillioğlu, muhtemelen
gösterdiği posta kutusu adresi gibi
gerçek değildir. Şekilsel olarak hem Türk Bayrağı ve hem de temiz Türkiye
duyarlılığı sergilerken, özde sadece Türk Silahlı Kuvvetler düşmanlığı
yapmaktadır. Eli kanlı bir terör örgütünün logosu ile fethullah karşıtı yazıların yer aldığı
Kemalist sitelerin logolarını yanyana koymak suretiyle, Kemalist siteleri zan altında bırakmayı hedeflemektedir. Nasıl
mı, sorusunun yanıtını, fethullahçı istihbaratçıların en önemli işbirlikçisi ve tetikçisi Mehmet Eymür, kendi
sitesinde, amaçlanan doğrultuda zihinleri bulandırarak vermektedir:
45
“Doğrusunu söylemek gerekirse biz, bu sitenin ilk başta
askerle ilintili bir site olabileceğini düşünmüştük. Neden öyle düşündüğümüze
gelince KSB yani ‘Kemalist Siteler Birliği’ üyesi gözüküyordu. Herhalde
‘yolsuzlukla mücadele’ kapsamında kurulmuş bir site diye düşündük. Küçük bir
teferruatı atlamışız. Sitenin ‘Linkler’ bölümüne bakarsanız, KSB üyesi
sitelerin hepsinde rastlayacağınız ‘Aydınlanma 1923’, ‘Yeni Hayat Dergisi’,
‘Hablemitoğlu’, ‘Fethullah Gülen
Gerçekleri’ gibi müşterek linklerin haricinde sıradışı bir bağlantı görürsünüz:
Kurtuluş Cephesi. Biz yolsuzluğun Türkiye’nin en başta gelen çok önemli
sorunlarından biri olduğu bilincindeyiz. Ancak neyi kurtaracaklarsa, yıllardan
beri terörcülük oynayarak, bir türlü kurtaramayan ‘Kurtuluş’çuların, yolsuzluk
ve anarşi düzeninin bir parçası olduğu kanaatini de taşıyoruz. ... Bize göre kökü dışarıda olan, kime hizmet
ettiği belli olmayan, silahlı eylem ve sinsice adam öldürmekten başka
marifetleri bulunmayan, yöneticileri keyfince yaşarken kandırdıkları zavallı
militanları köle gibi kullanan, onları intihar eylemlerine, ölüm oruçlarına
sevk ederek ölümlerini zafer işaretleri ile kutlayan, fikir ve çağdaş
doktrinler üretmek yerine, çağın dışında kalmış ideolojilere tutsak olmuş, bu
bağnaz, teröör hastası örgütlerin Türkiye’ye zarardan başka verebilecekleri bir
şey yok. Onun için bu siteyi de, yapıcı, yolsuzluklarla mücadele eden samimi
bir yayın olarak kabul etmek mümkün değil. ... Yeşil.org isimli sitenin Doğu
Perinçek ve Aydınlık’ın yeni gizli yayını olduğunu yazmıştık.... Yeşil.org’da
dikkatimizi çeken bilgiler var. Mesela ‘Terör’ sayfasına bakarsanız buradaki
bilgilerin ancak devletin resmi bir organında bulunan kapsamlı bilgiler
olduğunu görürsünüz. ... Diğer bir sayfaya bakalım. Fethullah Gülen ile ilgili
iddianame. Burada da sayfanın altındaki referanslar arasında KSB yani ‘Kemalist
Siteler Birliği’ üyelerinin hemen hepsinde bulunan ‘Hablemitoğlu’ ve
‘Nursuzlar’ gibi bağlantıların verildiğini görürsünüz. Aydınlanma 1923, Yeni
Hayat, Nursuzlar, Hablemitoğlu, Otopsi, Fethullah Gülen Gerçekleri, Talkan,
Reformist, Kemalist, Cengiz Özakıncı, Sarısakal gibi ‘Kemalist Siteler Birliği’
üyesi web sitelerine bir göz gezdirirseniz, bunların adeta bir kaynaktan
beslendiğini, işledikleri konuların aşağı yukarı aynı olduğunu, sivil siteler
olduğu halde ‘Kara Harp Okulu’, ‘Kuleli Mezunları’ gibi askeri bağlantıların
sayfalarında olduğunu görürsünüz.
Genelde bu sitelerde yazan yazarlar da aşağı yukarı aynıdır. Doğu Perinçek,
Hasan Yalçın, Faik Bulut, Necip Hablemitoğlu ve diğerleri gibi” (75). Sığındığı
yeni vatanının istihbarat servislerinin lojistik desteği ile, eski vatanını
pazarlayan bir istihbaratçı eskisi kaçkın, K.S.B. üyesi sitelerin “beslenme”
kaynağı olarak, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni ima etmektedir. Eymür’ün yasadışı
terör örgütü “Kurtuluş”la ilgili yazdıklarına itiraz, elbette ki olanaksızdır.
Ancak, Eymür’ün amacı, fethullah karşıtı Kemalist siteleri, “Kurtuluş” örgütü
ile özdeşleştirerek zihinleri bulandırmak; zan altına sokmaktır. KSB üyesi siteler
içinde Doğu Perinçek, Hasan Yalçın, Faik Bulut gibi yazarların yer almadığını,
herkes gibi Eymür de çok iyi bilmektedir.
Fethullahçı Özel İstihbarat Örgütü, Mehmet Eymür’ü, “hasım”ları için
açılacak kampanyaların tetikleyicisi olarak kullanmaktadır. Eymür’ün
atin.org sitesinde ilgili bir haberin
yeralmasından sonra, suya atılan bir taşın neden olduğu halkalar gibi, aynı
konuda binlerce-onbinlerce yazışma gerçekleştirilmekte; dezenformasyon
kapsamındaki belgenin ya da bilginin kaynağı olarak Eymür gösterilmektedir.
Mehmet Eymür’ün yukarıda yazdıkları, internet ortamında faaliyet gösteren
binlerce haberleşme grubunda ve de sitede, kaynak gösterilerek ya da olduğu
gibi yönlendirilerek yayınlanmıştır. Örneğin, daha çok Türkiye karşıtı sözde
sosyalistlerin, yehova şahitlerinin, 2. cumhuriyetçilerin görüşlerine yer
veren “savaşkarşıtları.org” sitesi,
Eymür’ün yazdıklarına hiçbir yorum getirmeden aynen alıntı yapmıştır (76). Bu
defa, millliyetçi-muhafazakâr grupları yönlendirmek isteyen ve Alper Türkkan adını
kullanan bir fethullahçı, 23.8.2001 tarihinde, Milliyetçiler@yahoogroups.com,
grup-turk@yahoogroups.com , turkculer@yahoogroups.com,
Ulkucu-Hareket@yahoogroups.com, Turkmilliyetcileri@yahoogroups.com
adreslerindeki tartışma gruplarına konuyu taşımıştır. Bir anda binlerce adrese
ulaşan bu mesaj, fethullahçı istihbaratçıların taktiklerini sergilemesi
açısından tipik bir örnektir:
“www.yolsuzluk.com adresinin linkleri arasında yer alan sitelere
bakınca, ilginç ittifaklar ve müttefikler olduğunu göreceksiniz. Tohuma kaçmış
dinozor cinsinden kemalist siteler bir şey diyeceğimiz yok. Ama linkler
kısmının ilk başında http://www.kurtuluscephesi.com isimli terör
46
örgütünün sitesi yer alıyor. Terör örgütünün sitesinde ise
Lenin, Troçki vs. gibi komünist liderlerin hayat ve görüşlerine link veriliyor.
Durun daha bitmedi. Aynı sitede tanıdık bazı ‘simalar’ da yer alıyor. Çok büyük
Türkçü Hanefi Altaş’ın Yeni Hayat Dergisi ile yine Altaş’ın çok değerli silah
arkadaşı Necip Hablemitoğlu’nun sitesi de yer alıyor. Peki bir terör örgütünün
sitesi ile Altaş ve Hablemitoğlu’nun sitesini hangi ortak değerler bir araya
getiriyor dersiniz? Şimdi soruyoruz: Kurtuluş Cephesi ile Hanefi Altaş ve Necip
Hablemitoğlu’nun ortak değerleri nelerdir? Ya da Kurtuluş Cephesi isimli terör
örgütü Hanefi Altaş’ın üzerinde çok durduğu ‘Ulusal Güvenlik’in neresinde, ne
kadar yer alıyor?Acaba bizim bilmediğimiz hizmetleri mi vardır bu terör
örgütünün Ulusal Güvenliğe? Lenin ve Troçki hangi söylemleri veya katliamları
Türkçü yapmıştır? Lenin ve Troçki’nin Türkçülüğe ne gibi hizmetleri olmuştur?
Yoksa bu iki muhterem zatın sitelerine link verenler Fethullahçı mıdır? Yani
kendilerine yönelik bir provokasyon mu sözkonusudur?Bütün bunlar bir yana son
dönemde özellikle internet ortamında başka maskeli kişiler aramıza Türkçü,
milliyetçi kılıklarla giriyorlar. Sanırım aynı sitelerin bir terör örgütü ile
aynı sayfada yer alması, özellikle bazı arkadaşlarımızın gerçekleri
farketmelerine neden olur” (77). Fethullahçı istihbaratçıların, bugüne kadar
hazırlamış oldukları en etkili ve de sonuç getiren dezenformasyon belgelerinin bir başka
muhatabı, Mikdat Alpay’dır. Laik kimliği ile bilinen ve de sırf bu nedenle
başta şeriatçılar olmak üzere, tüm şeriatçı grupların nefret ve korkuyla
andıkları Mikdat Alpay’ın, M.İ.T. Müsteşarlığı görevine atanmaması için, planlı
istihbarat faaliyetleri yürütülmüştür. İşte bu kapsamda, tüm ilgililere
gönderilen ve de internet ortamında faaliyet gösteren fethullahçı-şeriatçı
sitelerde teşhir edilen mektupta, tamamı gerçekdışı-iftira niteliğinde şu isnat
ve iddialara yer verilmiştir: “Bilgi Notu: Ülke yönetiminde istihbarat,
yöneticilerinin hem gözü hem kulağı hem de eli durumundadır. Ancak objektif bir
haber değerlendirmeleri ile devlet organları sağlıklı çalışır ve somut sonuçlara
varır. MİT Müsteşarlığı’nın boşalması ile yerine düşünülen Miktad Alpay,
Türkiye Komünist Partisi (TKP) yanlısı olarak bilinmekte, eğilimini ve eğrisini
işine yansıttığı aynı çevrelerce kabul edilmektedir. Benimsediği marksist
ideolojiden bugün ateistliğini sürdürmekte, Türkiye’de islamı andıran ve inancı
çağrıştıran, her türlü kişi ve kuruluşlara karşı radikal bir cüretle, fanatik
bir duygusallıkla kara çalmakta, tahrikkâr ifadelerle MEDYA’da kampanyayı
sürdürerek objektifliğini yitirmiş bir şekilde yanlış değerlendirmelerde
yanıltıcı kararlara varılmasına neden olabilmektedir. Kendilerinin ateist
olduğunu zemin ve zamana göre vurgularken, kökeni itibarı ile Alevi olduğunu
gizlemektedir. Aleviliği ülke güvenliği için tehdit olarak görmemekte ve bilgi
toplanması yönünde önlemler almakta, 1992’de yayınlanan Milli Güvenlik
Politikalarını gözardı ederek hedef önceliğini islama ve müslümanlara
yönelterek MGK’nın konseptini saptırmaktadır. Türkiye’nin Cezayir gibi olmasını
ve ordunun sünni halka savaş açmasını beklemektedir. Diğer taraftan, Aleviliği
rejim payandası olarak lanse etmekte, PKK ile Alevi kökenli Terör örgütlerini
3-4. hedef sıralamasına çekmektedir. PKK ve Alevi hedeflerini meşrulaştırıcı ve
meşruiyet kazandırıcı temalarla devletin üst düzeyini etkilemede başarıya
ulaşmıştır. Aleviliğin özüne zarar gelmeyecek şekilde Alevi terör örgütlerini
istihbari değerlendirmelerde bulunmakla, hafife irca ederek dikkatlerin
yoğunlaşmasını perdelemektedir. Operasyon Daire Başkanlığından beri müsteşarı
etkileyerek operasyonlu faaliyetlere Alevi kökenli şahısları yönetici olarak
getirmiş, terfi önceliğini Alevilere vermiştir.
Oysa en sağlıklı verilere göre Türkiye’de Alevi nüfusu % 5’i
geçmemektedir. Bu oran içinde de Alevilerin birlikteliğinden söz etmek zordur.
Ancak yarar çıkarları, muhtelif etnik unsurlara mensup alevileri pastanın
paylaşımında birbirine yaklaştırmaktadır. Ülke çapında % 5 olan Aleviler,
Teşkilata ve diğer devlet kurumlarında % 100 etkin olabilmektedir. Milli
İstihbarat Teşkilatının sivilleşmesi amacı ile Dışişleri’nden getirilen
Müsteşarı aşarak şirketi askerin emrine ve hizmetine yanlı ve yanlış
değerlendirmeleri ile sunmuştur.
Teşkilat sivilleşmemiştir. Askeri sivil demokratik rejime daha çok
müdahale etme eğilimine ivme kazandırmış, demokratik koşullarda bilgi derlemesi
ve üretmesi gereken kurumu totaliter yönetimi özletecek ve özendirecek şekilde
işin kolayına kaçacak değerlendirmelere girişmiştir. MİT yöneticileri,
demokrasiyi içine sindirememiş, Cumhuriyetin bekası öne sürülerek anti demokratik
çağrışımlara her zaman kapı aralamış, insan hukukunu ihlal etmiştir. Bu
yönetici kadrolarla askeri müdahale ihtimali her zaman güncelliğini
sürdürecektir.
47
Teşkilat öteden beri iç tehdidin çözümünü anti demokratik
yöntemlerle önlenebileceği yönünde önerilerde bulunmuş ve ciheti askeriyeyi
Demokrasiye müdahale yönünde davetiye çıkarmış, MEDYA’daki saplantılı
uzantıları ile kamuoyunu askeri yönetimi beklentili hale getirmiştir. M. Alpay,
mezhebi bağnazlığı nedeni ile tarihi intikamı çağrıştırarak Osmanlı ve
sünnileri topyekûn MGK’nın hedefi haline getirmiş, Millet/Asker kutuplaşmasının
iç mimarı olmuştur. Teşkilatta
objektifliği ile tanınan anti marksist olarak bilinen kişileri CIA çizgisinde
ve yönlendirmesinde kabul etmiş, TKP uslûbunu kullanarak ince ayarla sindirme
politikaları uygulamıştır. Milliyetçi muhafazakâr görevlileri pasifize etmiş,
dışlamış, kendisine rakip gördüğü görevlileri ise kendi icraatına engel teşkil
edecek ve yanlı tasarruflarına karşı tavır koyması beklenen yöneticilere de bir
bir yurt dışı görevlerle sus payı vermiştir. Şirketin, Teşkilatın görevlilerini
birbirini izleterek kimin ırkçı, kimin irticacı (Cuma namazı kılanlar buna
dahil) olduğu yönünde güven sarsıcı tecessüslerin yoğunlaşmasına neden
olmuştur. Görevlileri dışa bilgi sızdırıyor şeklinde birbirinden kuşkulanır
hale getirmiştir. Teşkilatın bünyesinde en önemli yerlerde M.A. tarafından
görev verilen mezhep mensupları, Suriye lehine teşkilatı adeta
şeffaflaştırmıştır. Bu nedenle Suriye İstihbaratı, Türkiye ile ilgili en gizli
bilgilere dahi ulaşma imkanına kavuşmuştur. Suriye aracılığı ile diğer ülkelere
de sunulan gönüllü hizmette, şirketteki Alevi kökenliler aracılığı ile
sağlanmaktadır. Şirketin, yönetimine getirilecek bir alevi aracılığı ile Suriye
İstihbaratının yan kuruluşu haline getirileceği uzak bir ihtimal değildir. Bu
nedenle Suriye Devlet Başkanı Hafız Esad Türkiye’yi her defasında
ıskalamaktadır. Şirket, mercek altına alınarak elemeye tabi tutulmalı, yeniden
değerlendirmeye alınmalıdır. Hedefler tekrar belirlenirken, demokratik
ilkelerin özüne zarar vermeyecek şekilde önem ve öncelik sıralamasına tabi
tutulmalıdır Hafız Esad’ın başkanlığındaki Suriye devleti, Türkiye
Cumhuriyetini birinci kuşakta yer alan önemli düşman ülke ilan etmiş ve
istihbari çalışmalarında önceliği Türkiye’ye vermiştir. Türkiye’deki mezhep
bağnazlığını beslemiş, Alevi kökenli Terör örgütlerine güvenli ortam
sağlamıştır. Türkiye’de bilinçli bir şekilde Aleviyim diyen her şahıs, dolaylı
ve dolaysız Suriye İstihbaratının haber kaynağıdır. Cumhuriyetin ilkeleri
arasında yer alan milliyetçilikten kaynaklanan etnik hoşnutsuzluklardan da
Suriye yararlanmasını bilmiş, Türkiye aleyhine bu çevreleri kullanmayı
sürdürmüştür” (78).
Fethullahçı istihbaratçılar, yukarıdaki mektupta, Mikdat
Alpay gibi yurtsever bir M.İ.T. yöneticisi için hayal bile edilmesi olanaksız
yakıştırmalarda bulunurken, kendilerinin de yerlerini ve gerçekte ne
olduklarını ortaya koymuşlardır. Alpay’a yapılan iftiraları, Türkçemizdeki
“alçakça” sözcüğü kesinlikle karşılamamaktadır. Türk alevilerini bilerek, sırf
provoke amaçlı olarak nasturilerle karıştıran; nasturi vatandaşlarımızın
Türkiye’ye bağlılığını çarpıtan; kendilerini, Türk yerine Osmanlı ve sünni
olarak nitelendiren ve 80 yıl önce tarihe karışmış Osmanlı’nın intikam davasını
güden; Türk Silahlı Kuvvetleri’ni millet düşmanı olarak gösteren; M.İ.T.
içindeki Alevi Türkleri, orduya müdahale davetiyesi çıkaran darbe
işbirlikçileri, kendilerini de salt Cuma namazına gittikleri için mağdur edilen
Osmanlı sünniler olarak takdim gayreti içine giren fethullahçı istihbaratçılar,
tüm bu iftira ve dayanaksız isnatları içeren mektuptan umduklarını -maalesef-
elde etmişlerdir. M.İ.T. Müsteşarlığı
ataması öncesinde, binlerce adrese normal ve elektronik posta ve de faks
yoluyla gönderilen bu mektubun kaynağının ve de sorumlularının araştırıldığına
ilişkin herhangi bir M.İ.T. soruşturmasının duyumu alınmamıştır. Yine çok
acıdır ki, Türkiye’nin güvenlik konseptini hazırlayan resmi kurum ve kuruluşlar
da bu duruma seyirci kalmışlardır. Sonuçta, Mikdat Alpay, fethullahçı
istihbaratçıların stratejisi doğrultusunda, bırakın M.İ.T. Müsteşarlığına
atanmayı, ardından da emekliye sevkedilerek tümüyle tasfiye edilmiştir.
Askeri-sivil, tüm yurtsever yetkililer, bu tasfiye sürecinde seyirci konumunda
kalmışlardır. Şimdilerde, Mikdat Alpay’ın M.İ.T. ve tam bağımsızlık savaşımı
veren Türkiye için önemi, buna karşılık fethullahçı istihbaratçıların neden
çırpındıkları çok iyi anlaşılmıştır; ancak bu duyarsızlığın ve seyirci kalmanın
bedeli ülkemiz açısından ağır olmuştur, olmaktadır da... Fethullahçı istihbaratçılar, başta M.İ.T.,
Emniyet olmak üzere, stratejik kurum ve kuruluşlarda, karar verici konuma
gelebilecek Cumhuriyet aydınlarını fişlemeye devam etmektedirler. Alınan
duyumlara göre, şahsım dahil, fethullahçılara aktif biçimde mücadele veren tüm kamu görevlilerinin hakkında, “ileride”
ve “gerektiğinde” kullanılmak üzere, yukarıdaki Mikdat Alpay örneğinden çok
daha ağır raporları içeren dosyalar hazırlanmıştır. Bu duyumların doğru olup
olmadığının araştırılması; şayet doğruysa, olası yükselmenin önünü kesmeye
yönelik bu dosyaların içinde imza ve parafı bulunan tüm istihbarat
görevlilerinin süratle kamu görevinden çıkarılmaları gerekmektedir.
48
Diğer taraftan, Fethullahçı istihbaratçıların internet
ortamındaki en önemli dayanakları ise, dünyanın hemen her tarafında dağılmış
fethullahçı müritlerdir. Kendi içlerinde, özel bir soruşturma süzgecinden
geçildikten sonra kabul edilen müritlerin yer alabildiği “çok özel” tartışma
gruplarının yanısıra, internete girebilen tüm fethullahçılar, aşırı
sağdan-aşırı sola, etnik bölücülerden-liberallere, ekonomistlerden-çevrecilere
uzanan çizgide ne kadar tartışma grubu varsa, bunların içinde yer almayı doğal
bir görev olarak kabul etmektedirler. Kendilerini alalamak için, örneğin
“antikapitalist” gibi aşırı sol tartışma gruplarında “Deniz Devrim”, “Ulaş
Kaypakkaya”, “Özgür Gezmiş” gibi takma adlar kullanan fethullahçı müritler,
ülkücü-türkçü-milliyetçi tartışma gruplarında ise, yukarıdaki örnekte olduğu
gibi “Alper Türkkan”, “Bahadır Ergenekon” gibi takma adlar kullanmayı
yeğlemektedirler. Daha ortalarda yer alan gruplarda ise, “Ali Kaya”, “Anıl
Seçkin”, “Ornaments Legend”, “Okşan Kıpırtılı”, “Taha Kıvanç” gibi takma adlar
kullanan fethullahçılar, kullandıkları terminoloji ve söylemlerden ve de
birbirleri ile paslaşmalarından belli olmaktadırlar. Örneğin, “Liberal Düşünce
Topluluğu” listesinde yükselen değer olarak, Atatürk ilke ve devrimlerine, laik
hukuk sistemine, Türk ulusalcılığına saldırmak anlaşıldığından, listede
mesajları ile dikkat çeken fethullahçılardan Yavuz Güneş kod adını kullanan bir
mürit, tipik bir örnek teşkil eden şu kışkırtıcı mesajıyla liste üyelerine
katkıda (!) bulunmaktadır: “Arkadaşlar
geçtiğimiz günlerde bu Faşist T.C. yönetimi, faşistliğine yeni bir şey daha
ekledi. Son yapılan faşistlik, Fatih’te yaşayan insanlar (kendince doğru
bulduğu) günlük kıyafet olarak sarık ve cüppe giyerek gezdiği için kılık
kıyafet kanununa aykırı davrandığı iddiası ile tutuklanıp, işkence ile
karşılaştılar. Bu zulmü yapan faşistler, kılık kıyafet kanunu diye bir şey
uydurmuşlar. Adama demezler mi, be faşist kardeşim, bu kılık kıyafette standart
nedir? Kim belirler, Atatürk mü? Hiiiç umurumda değil Atatürk’ün veya bir
başkasının belirlediği standart. Benim için mühim olan, benim arzu ettiğim ve
herkesin kendi arzu ettiği şeyi kendi iradesiyle giyebilmesidir. Şu düştüğümüz
duruma bakın, adamlar türban zulmünü yaparken efendim biz bunlara kamu alanında
türban takmalarını yasaklıyoruz. Özel hayatlarında giyebilirler, diyorlar.
Ardından böyle bir şey yapıyorlar. Yaa arkadaşlar insanlar PKK, HİZBULLAH vb.
terör örgütlerine neden katılıyor daha iyi anlaşılıyor, değil mi? Sanırım bu
son şansımız. Sadece ve sadece 3 seçeneğimiz kaldı: 1. LDP’yi en kısa zamanda
iktidara getirmek. 2. Yurtdışına gidip bu Faşist TC’den kurtulmak. 3. PKK ve
HİZBULLAH terör örgütlerinden birine katılmak.
Tercih sizlerin. NOT: Ben bugüne kadar hiç sarık vb. kıyafet giymedim,
giymeyi de düşünmüyorum. Giymek isteyene karışanın da tepesinden inmeyeceğim.
Allah bunlara akıl fikir versin” (79). Bir başka örnek, yine aynı tartışma
grubuna gönderilmiştir. Aşağıdaki mesaj, fethullahçıların “hasım” olarak
nitelendirdiği kişilere ve de aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’ne, laik hukuk
sistemine, Atatürk ilke ve devrimlerine karşı olan tüm ülke, örgüt ve gruplarla
koşulsuz dayanışmasına tipik bir örnek oluşturmaktadır: “Sevgili arkadaşlar, bu komplocu, paranoyak,
meczup Hablemitoğlu, direk bol keseden sallıyor, inanmayın. Adam sağ demiyor,
sol demiyor, Türk-Alman dostluğunu zedelemek pahasına ulusalcı görüşlerimi
pazarlayacağım diye, liberal Frederic Neuman, liberal-muhafazakar Konrad
Adenaur, sol görüşlü Heinrich Böll ve Frederic Ebert gibi bütün vakıfları zan
altında bırakıyor. Başına büyük iş aldı bu Hablemitoğlu. Alman vakıfları tümden
birleşip tutacakları avukatlarla bu meczubun hayatını karartacaklardır. Bizim
medya ise bu meczubu pazarlama peşinde, komplocu şahsa tüm gazetelerde ve
tv’lerde yer veriyorlar, bu ülke inanılır gibi bir ülke değil. Hablemitoğlu
bence Vural Savaş’ın 2002 modeli olarak
piyasaya sürülmüş bir arkadaş olup, belediye itlaf ekiplerine duyurulur,
zira ulusalcı kuduz vakaları gün geçtikçe halkımızı tehdit ediyor. Tanıl” (80).
İnternet ortamında faaliyet gösteren fethullahçıları deşifre etmenin en
kestirme yolu, hocaefendilerini ya da Said Nursi’yi ad vererek, açıkça
eleştirmektir. Sadece Türkiye’den değil, dünyanın neresinde fethullahçıların
okulu, dersanesi varsa, buralardan eşzamanlı
tepkiler yağacaktır. Bu müritlerin bir diğer ortak yönü de, tamamının
hocaefendilerini övdükten sonra, “ben fethullahçı değilim ama ...” diye
başlayan, kendilerini alalama gayreti ve çabası içine girmeleridir. Bugüne
kadar, bir tek fethullahçı, dürüstlük gösterip, gerçek kimliğini
kabullenmemiştir. Bu olgu, takiyye denilen dinsel kılıflı sahtekârlık ve
ikiyüzlülüğün, fethullahçıların adeta iliklerine işlediği sonucunu ortaya
koymaktadır. Fethullahçı istihbaratçıların, internet ortamındaki tartışmalarda
hasımlarını etkisizleştirme yöntemleri arasında, kendi müritlerine, hasımlarına
ait başta telefon numaraları, iş ve ev adresleri olmak üzere, her türlü kimlik
bilgilerini aktarmak da bulunmaktadır. Bu durumda, hasım kişiyi korkutmaya ve
caydırmaya yönelik hakaret ve tehditleri içeren binlerce elektronik posta,
49
mektup gönderilmekte; tehdit ve küfür telefonları günlerce,
bazen haftalarca sürmektedir. Kendi deyimleriyle, Risale-i Nur tedrisinden
geçtiği, hocaefendilerinin kasetlerini yüzlerce kez hıfzettiği anlaşılanlar,
bir başka ifadeyle, “imam” ya da “abi” denilen statüye yükselenler,
tehditlerinde amiyane tabirlerden kaçınarak daha ziyade, nispeten terbiyeli (!)
biçimde dinsel temaları kullanmaktadırlar. İşte, bunlardan bir örnek: “Size
selam veremiyorum, çünkü Allah dostlarına dil uzatan birisine selam verilmez.
Sitenizde yer alan nursuzlar diye adlandırdığınız F. Gülen hoca efendimizi
böyle bir şeyle kötüleyemezsiniz. Sizden iğreniyorum, yaptığınız çok yanlış ve
düşüncesiz bir şey. Aklınızı başınıza alın, bu bir tehdit filan değildir,
sadece uyarmadır. Herkesin kendi dinini yaşamaya hakkı var, İslamiyeti yayma
hakkı var. Varisler diye yazdığınız bölümde F. Gülen’i o kadar kötülemektesiniz
ki, size yazıklar olsun.Utanın, sizi Rabbime ediyoruz. Yaptığınız şeylere çok
dikkat edin, belki bir gün çok korkunç bir şey ile karşılaşabilirsiniz.
Korkmayın, hocalarımız Fethullah Gülen, M. Esad Coşan ve Musa Topbaş ve diğer
hocalarımızın bizlere verdiği islam terbiyesi devam edecek ve ettikçe islamiyet
inşallah çok büyüyecektir ve siz de o zaman göreceksiniz ne olacağını. Siz
benim sevdiğim insanları kötülüyorsunuz, ben ve benim gibilerin adına size
sesleniyorum, biz de sizi kötülüyoruz. Sizin yazdıklarınızın yanında benim bu
mailim, hiç kötü diyecek şekilde değildir, iyi düşünürseniz tabii ki.Geri bir
mail yazmak istiyorsanız, birgenclik@hotmail.com’a gönderebilirsiniz. Bu
yazdığım mailin sizden tepkisi ne olursa
olsun korkmuyorum, siz islamiyet ne demek bilmezsiniz ama bir gün herkese
apaçık gösterilecek, eyvah diyecek herkes ama iş işden geçmiş olacak. Uğur Top
(81). Fethullahçı istihbaratçılar, ayrıca, hasım kişilerin adreslerini
kullanarak, sahte mesajlar gönderme konusunda da epeyce deneyim kazanmışlardır.
Şayet Cumhuriyetimizin bu en tehlikeli örgütü ile mücadele ediyorsanız, diğer
alanların yanısıra, internet ortamında başınıza gelebilecek tüm olumsuzluklar
hakkında önceden bilgi sahibi olmanız ve önlemlerini almanız
gerekecektir... 3.3. SİVİL TOPLUM KURULUŞLARINA YÖNELİK
OPERASYONLAR
Kendilerini “Sivil Toplum Cemaati” olarak nitelendiren ve
özde Cumhuriyete ve ülke bütünlüğüne karşı tüm kuruluşlarla işbirliği ve
dayanışma gerçekleştiren Fethullahçıların, buna karşılık, “hasım” olarak
nitelendirdikleri demokratik kitle örgütlerine karşı yürüttükleri “caydırma” ve
“imha” politikalarının çok iyi bilinmesi gerekmektedir. Fethullahçıların,
kendilerine karşı ulusalcı-laik kuruluşlarla mücadele konsepti, birbirine bağlı
birdizi operasyonu içermektedir: 1.
Hasım olarak nitelendirilen kuruluşun, kontrol ya da güdümlerindeki “devlet
gücü” ile tanıştırılmasının (!) ilk aşamasında, isimsiz ya da sahte isimli
mektup gönderme yöntemine başvurulmaktadır. Bu aşamada, hasım kuruluşun
yasadışılığına ilişkin, dezenformasyon kapsamında hazırlanmış çarpıtılmış
bilgileri içeren ihbar mektupları, Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, T.B.M.M.
Başkanlığı ve ilgili istihbarat kuruluşlarına gönderilmektedir. 2. Sistemin
işleyişi içinde, yukarıdaki kurumlar, bu ihbar mektuplarının altındaki
imzaların gerçek olup olmadığını incelemeksizin, ilgili kurumlara havale
etmektedirler. 3. Bir diğer aşamada, T.B.M.M. üyelerinden birine, ilgili
Bakanlığın yanıtlaması için aynı çarpıtılmış bilgi ve iddiaları içeren bir soru
önergesi verdirilmektedir. 4. Diyelim ki, soru önergesini yanıtlayacak olan
İçişleri Bakanı olsun. Bu taktirde, yanıtların yazılması aşamasında, Emniyet
Genel Müdürlüğü ve M.İ.T. devreye girmektedir. İşte bu aşamada, Fethullahçı
istihbaratçıların aktif katılımının sözkonusu olduğu önesürülmektedir. Böylece,
çarpıtılmış bilgiler ve iddialar, “yasal-resmi” bir temele oturtulmuş
olmaktadır. Tabii bu arada ihbar mektubunun altındaki imzanın gerçek olup
olmadığı hususu, “Dilekçe Hakkının Kullanılmasına Dair Kanun”un bağlayıcı
hükümlerine rağmen gözardı ettirilmektedir (82). 5. Sonraki aşamada, sistemin
işleyişi içinde, rutin prosedüre göre Cumhuriyet Savcıları devreye girmektedir.
Şayet hasım kuruluş bir dernekse, yoğun-bunaltıcı kontroller, ani baskınlar, binada yasadışı suç
unsurlarının bulunması, bunların basına sızdırılması ve kapatılması için
dosyanın yargıya intikali gerçekleştirilmektedir. Şayet hasım kuruluş bir
vakıfsa, yukarıdaki tüm işlemlere ek olarak, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün ve de
Maliye Bakanlığı’nın kapatmaya kadar giden yoğun-bunaltıcı denetimleri
sözkonusu olmaktadır.
50
Fethullahçı istihbaratçıların, hasım olarak nitelendirdikleri
sivil toplum örgütlerine yönelik operasyonlardan aşağıya alınan iki örnek bile,
başlıbaşına devletin kuşatılmışlığı hakkında bir fikir vermeye yeterlidir:
3.3.1. SİVİL TOPLUM KURULUŞLARI BİRLİĞİ
(S.T.K.B.)
Sivil Toplum Kuruluşları Birliği, İstanbul’da faaliyet
gösteren 207 sivil toplum kuruluşunun, Cumhuriyet’in temel değerleri
doğrultusunda oluşturdukları ortak bir platformdur. Tıpkı, halihazırdaki
hükûmetin muhatap kabul ettiği “Emek Platformu” gibi. Fethullahçı istihbaratçıların, bu demokratik
platforma karşı çıkmalarının ve dağıtmaya kalkışmalarının temel nedeni,
S.T.K.B.’nin, Fethullah Gülen ve yandaşları aleyhine kamuoyu oluşturma “suç”unu
işlemiş olmalarıdır. Örneğin, platform, yayınladığı bildiriler, katıldığı TV
programları ile kamuoyunun dikkatlerini yasadışı fethullahçı yapılanmasının
devlet içindeki faaliyetlerine çekmiştir. Ancak, fethullahçıları asıl çileden
çıkaran, S.T.K.B.’nin yayınladığı “Hocanın Okulları” adlı kitap olmuştur (83).
1998’de, A.B.D.’deki “zorunlu tedavisini”nin henüz başlangıcındaki Fethullah
Gülen, avukatları vasıtasıyla platform aleyhine 5 milyar TL. tutarında manevi
tazminat ile yayının toplatılması için dava açtırmıştır. İstanbul Fatih Asliye
2. Hukuk Mahkemesi’nin verdiği 1.5 milyar TL tutarındaki tazminat kararı,
Yargıtay 4. Hukuk Dairesi tarafından bozulmuştur (84). Türkiye’de Fethullah
Gülen’in talimatları gereğince “Adliye”de kadrolaşmaya çalışan, ancak yeterli
güce ulaşamayan fethullahçılar, konuyu yasadışı yollarla çözümleme
doğrultusunda kendi istihbaratçılarına havale etmişlerdir. İşte bu aşamada,
S.T.K.B. aleyhine, sahte imzalı ya da imzasız
“ihbar” mektupları yağdırılmaya başlanmıştır: Örneğin, Emekli
Savcıİsmail Öztekin imzasıyla, “tam adamına” yani dönemin İçişleri Bakanı
Sadettin Tantan’a gönderilen mektup, “göreve geldiğiniz günden beri polis
teşkilâtımızın üstün gayretleri ve hizmetleri her türlü övgüyü haketmektedir.
Bu nedenle sizin şahsınızda bütün Polislerimizi yürekten kutluyorum”
cümleleriyle başlamakta ve biraz aşağıda, “geçmişte Cumhuriyetin temelini
dinamitleyen bir çok olaya karışmış kişilerin, bugün tam tersine Cumhuriyete
sahip çıkıyor görünme gayretleri ve özellikle Cumhuriyetimizin korunması ile
ilgili toplumsal hassasiyet gerektiren konularda en önde gözükme çabaları,
kirli olan geçmişlerini örtmeye yönelik çamur atma kampanyası olmanın ötesine
gitmemektedir” cümleleriyle esas maksat belirtildikten sonra, S.T.K.B.’nin kimi
yurtsever yöneticilerine, asılsız isnat ve hakaretlerle saldırılmaktadır (85).
Emniyet Genel Müdürlüğü Dernekler Masası’na hitaben yazılmış tarihsiz bir
başka ihbar mektubunun altında, imza
yerine “Eski STKB Üyesi Bir Dernek Başkanı” diye yazan kimliği belirsiz kişi,
Platformun önde gelen isimlerinden Gülseven Yaşer, Haşmet Atahan, Eymen
Sezerman, Prof.Dr. Bülent Berkarda, Prof.Dr. Türkan Saylan gibi kişilerin
“öldürülme tehditlerine” maruz kaldığını iddia etmektedir. Halk deyimi ile
“deli saçması” diye nitelendirilebilecek iddia ve isnatları içeren bu imzasız
mektubun sahibi, “konuyu ilginize sunar, zarar görebileceğim düşüncesiyle
ismimi veremeyeceğimden dolayı affınıza sığınırım” cümlesiyle mektubunu
sonlandırmaktadır (86). “... Ben güzel
Türkiye’nin yararına bir çok aktiviteyi gerçekleştirmiş, hem bir derneğin hem
de vakfın başkanı olarak, uzun zamandır devletin yetkili organlarının adeta
gözlerinin içine baka baka her türlü yolsuzluk, hırsızlık ve zorbalıkların
odağı haline gelmiş ve bünyesinde yaklaşık 300 tane dernek, vakıf ve girişimi
barındıran Sivil Toplum Kuruluşları Birliği Girişiminden söz etmek istiyorum”
cümleleriyle başlayan bir diğer ihbar mektubunda, S.T.K.B.’ni Dev-Genç,
APO-PKK, Dünya Kiliseler Birliği ile ilişkilendiren (!) muhbir, Gülseven Yaşer,
İlhan Baş, Engin Yurddaş, Türkan Saylan, Haşmet Atahan, Eymen Sezerman gibi
isimleri ağır isnatlarla suçlamaktadır. Tabii bu muhbir de, gerçek ismini
vermek yerine, “Eski STKB Girişimi Üyesi Dernek ve Vakıf Başkanı” notuyla
yetinmektedir (87). Şükran Önder imzası ile Cumhurbaşkanlığı’na gönderilen
tarihsiz bir ihbar mektubunda, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği hakkında,
akılalmaz iddialarda ve isnatlarda bulunulmaktadır (88).
Cengiz Oygür imzası ile yine Cumhurbaşkanlığı’na gönderilen
27.10.2000 tarihli ihbar mektubunda, Çağdaş Eğitim Vakfı ve Çağdaş Yaşamı
Destekleme Derneği hakkında yolsuzluk iddialarında bulunulmaktadır: “Ben bu
suistimalin sadece Vakıflar Bankası Etiler Şubesi’ndeki kısmına tanık oldum.
Diğer bankalardaki hesaplarla nasıl oynadıklarını tam olarak bilmiyorum ama
büyük bir vurgun olduğunu tahmin ediyorum. Bunun yanısıra bu vakıfların aynışubede
çok sayıda değişik isim ve kısaltmalarla trilyonlarca liralık hesaplar
açtırdıkları ve bu hesaplara çoğunluğu
51
yurtdışında bulunan yasadışı örgüt ve kuruluşlardan da bağış
topladıklarını bizzat bir yetkiliden öğrendim” (89). Diğer taraftan, Vakıflar
Bankası Etiler Şubesi’nden, yukarıdaki iddialarla ilgili olarak yapılan
16.5.2001 tarih ve 304 sayılı açıklamada, Çağdaş Eğitim Vakfı’na ait tüm
parasal işlemlere ilişkin bilgiler verildikten sonra, muhbirin isnatları kesin
biçimde reddedilmektedir: “Anılan dilekçede Vakfa ait trilyonlarca liralık
hesapların üst düzey yöneticileri tarafından açıkça kimlik bilgileri
belirtilmeden yakınları olarak bahsedilen kişilerce kullanıldıkları ve şube
personelinin de bunu bildiği iddiasının, yukarıda belirtilen hesap durumları ve
personelin bahsedilen türde bir tanıklığı olmadığından, gerçekdışı olduğu
kanaatindeyiz. Bu tür olaylara değerli Vakfınızın ve Bankamızın adının
asılsızca karıştırılmasını üzüntüyle kınamaktayız. Bilgilerinize arz ederiz”
(90). Çok sayıdaki imzasız ya da sahte imzalı ihbar dilekçesinin biri de, Celal
Gökyay adını veren hayali bir şahsa aittir: “Sayın Emniyet Genel Müdürüm” diye
başlayan ihbar dilekçesinde, yine Çağdaş Eğitim Vakfı ve Çağdaş Yaşamı
Destekleme Derneği aleyhine, çok sayıda asılsız isnatta bulunulmaktadır: “...
Yapılacak incelemelerden de anlaşılacağı gibi, yukarıda isimlerini açıkladığım
kişilerin aile şecerelerine bakıldığında veya irtibatları deşifre edildiğinde,
ifade etmeye çalıştığım ve sadece aysbergin görünen kısmına temas edebildiğim
hususların ne derecede vahim boyutlarda olduğu anlaşılacaktır. Ayrıca, Çağdaş
Yaşamı Destekleme Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Türkan Saylan’ın Dünya Kiliseler
Birliği’nin Türkiye’deki faaliyetlerini yürüten Türkiye Korunmaya Muhtaç Çocuklar
Vakfı aracılığıyla ülkemizdeki zeki ve nitelikli kimsesiz ve korunmaya muhtaç
çocukları, Vaftiz Babası yaparak hristiyanlaştırmak istemekte, Dünya Kiliseler
Birliği’nin görüş ve talimatları doğrultusunda hareket etmekte, özellikle Doğu
ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerimizde, yöneticiliğini yaptığı dernek kanalıyla
Dünya Kiliseler Birliği’nin de yönlendirmesiyle vatandaşlarımızın milli ve
manevi duygularını rencide edici uygulamalara giderek Hristiyan Dünyasına
hizmet edecek kadrolar oluşturmak için bu bölgelerdeki yoksul ve zeki kız
öğrencileri seçip, bunlara burs vermek suretiyle Hristiyan annesi Reiman
Hanımın vasiyetini yerine getirmektedir. Sayın Valim ... trilyonlar göz göre
göre hem de devlet eliyle zimmetlere geçirilmektedir. Hristiyan dünyasına hizmet
için sarfedilmektedir... Durumu takdirlerinize sunuyorum” (91). Bu ihbar
dilekçesinin diğerlerinden farkı, ikamet adresinin belirtilmiş olmasıdır. Ne
var ki, daha geniş ifadesini almak üzere, belirtilen adrese üç polis memuru
görevlendirilmiştir. Yılmaz Doğan, Abdurrahman Kundakçı ve Abdülkadir Bozan
adlarındaki polis memurları, verilen adrese gitmişler ve durumu şu tutanakla
belirlemişlerdir: “17.11.2000 tarihinde Sayın İçişleri Bakanı Sadettin TANTAN’a
hitaben Celal Gökyay isimli şahıs tarafından yazılan şikayet dilekçesinde,
Kartaltepe Mahallesi Şirin Sokak 28/12-İstanbul adresinde ikamet ettiğini
beyanla, adresinde yapılan araştırmada; Adı geçen şahsın hangi ilçede ikamet
ettiğini açık olarak belirtmediği, ilimiz genelinde, Bakırköy, Bayrampaşa ve
Küçükçekmece ilçelerinde Kartaltepe mahallelerinin bulunduğu, Küçükçekmece
Kartaltepe Mahallesi adresinde Şirin Sokak üzerindeki çift rakamlı hanelerin
(2) numaradan başlayıp (8) numarada son bulduğu, tek rakamlı hanelerin (3)
numaradan başlayıp (17) numarada son bulduğu ve karşısının çıkmaz sokak olduğu,
dilekçede belirtildiği gibi Şirin Sokak üzerinde 28/12 numaralı hanenin
olmadığı, Şirin Sokakta ikamet edenlerden sorulduğunda adı geçen Celal Gökyay
isimli şahsı da bu adreste tanıyan bulunmadığı adreste yapılan tahkikattan
anlaşılmış olup, işbu tutanak tarafımızdan tanzimle altı birlikte imza altına
alındı. 02.01.2001” (92). Emniyet, bu “delisaçması ve dayanaksız” iddia
sahibinin hiç olmazsa adresini tahkik ederken; M.İ.T. bunu da yapmamış,
İçişleri Bakanlığı’na gönderilen yazıda, müfterinin gerçek kimliğini
araştırmaya lüzum görmeksizin, sözkonusu dayanaksız isnatların tevili yoluna
gitmiştir (93). M.İ.T.’nın sözkonusu yazısı ile muhbirin dilekçesinin yer yer
örtüşmesi, ister istemez bir takım kuşkuları da gündeme taşımıştır. M.İ.T.’nın
tarafsızlığına ilişkin kuşkular, hiç şüphesiz İçişleri Bakanlığı için de
geçerli olmuştur. Örneğin, ihbar mektuplarının ve dilekçelerinin imza kontrolü
yapılması, yasal bir zorunluluk olarak ortada iken, dönemin İçişleri Bakanlığı
Müsteşar Yardımcısı M. Rasih Özbek tarafından İstanbul Valiliği’ne gönderilen
22.12.2000 tarih ve 296654 sayılı yazıda şöyle denilmiştir: “Cengiz Uygur ile
Şükran Önder isimli şahslar tarafı ından Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık
kanalıyla Bakanlığımıza intikal ettirilen Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği ve
Çağdaş Eğitim Vakfı hakkındaki şikayet dilekçeleri ilişikte gönderilmiştir.
Bilgilerinizi, sözkonusu şikayet dilekçelerinde iddia edilen hususların
araştırılarak incelenmesini; gerekli işlemlerin yapılmasını ve sonucundan 3071
sayılı Dilekçe Hakkının Kullanılmasına Dair Kanun hükümleri gereğince dilekçe
sahiplerine ve Bakanlığımıza bilgi verilmesini rica ederim” (94). Sözkonusu yazıya karşılık, S.T.K.B. dönem
Başkanı ve Çağdaş Eğitim Vakfı Başkanı Gülseven Yaşer tarafından İçişleri
Bakanlığı’na resmi bir yazı ile müracaat edilerek, Bakanlığın 3071 sayılı
yasaya aykırı olarak hareket ettiği ve bunun suç olduğu vurgulanmıştır. Yazıda,
işbirliği görüntüsünden rahatsızlık ifade edildikten sonra, polis kimliğini
kullanarak psikolojik baskı
52
uygulayan müritlerin yaptıklarına da dikkat çekilmiştir: “...
Öte yandan gerici akımlara karşı tarafımızdan yürütülen mücadele o denli etkili
olmaktadır ki, Vakıftan ayrılan personelin takibi ile üzerlerinde baskı uygulanması
gayretlerine dahi girişilebilmektedir. Amaç, çalışmakta olan vakıf personelinin
yıldırılarak gerici emellerinin engellenmesinin önüne geçilmesidir. Nitekim,
İstanbul Valiliği’ne yapılan yazılı müracaat ertesinde tarafımıza bildirilen İl
Emniyet Müdürlüğü’nün 12.04.2001 tarihli yanıtından öğrenildiğine göre, özel
nedenlerle vakıftan yeni ayrılan eski bir çalışanın evine giderek ‘polis
kimliği’ni gösteren ‘Ahmet Erten’ isimli şahsın İl Emniyet Müdürlüğü kadrosunda
görevli olmadığı ve Müdürlük tarafından da bu amaçla hiçbir personelin
görevlendirilmediği belirtilmiştir.... Yanıtta yer alan İl Emniyet Müdürlüğü
kadrosunda bu şahsın görevli olmamasının ötesinde Emniyet Genel Müdürlüğü
çapında gerekli araştırmanın yapılması, benzer kanun tanımazlıklara karşı gereken
önlemin alınmasında önemli bir aşama olacaktır” (95). S.T.K.B. adına yapılan
tüm girişimler, tahmin edilebilen nedenlerden dolayı sonuçsuz kalmıştır.
Örneğin, dönemin İçişleri Müsteşar Yardımcı M. Rasih Özbek, 3071 sayılı yasa
ile ilgili tüm resmi uyarılara rağmen, İstanbul Valiliği’ne gönderdiği bir
diğer yazıda, platforma bağlı 207 Sivil Toplum Kuruluşu arasından, özellikle
fethullahçılara karşı mücadelede ön plana çıkanları işaret ederek, haklarında
işlem yapılmasını istemiştir: “Emekli savcıİsmail ÖZTEKİN isimli, imzalı ve
isimsiz ve imzasız olarak Bakanlığımıza intikal eden Sivil Toplum Kuruluşları
Birliği (STKB) ile bu birliğin yöneticileri konumunda bulunan Çağdaş Eğitim
Vakfı Başkanı Gülseven YAŞAR, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Başkanı Türkan
SAYLAN, Atatürkçü Düşünce Derneği yöneticilerinden İlhan BAŞ, Dayanışma Derneği
Başkanı Bülent BERKARDA, Demokratik İlkeler Derneği Başkanı Engin YURDDAŞ,
Eymen SEZERMAN ve 68’liler Birliği Başkanı Haşmet ATAHAN hakkındaki şikayet
dilekçelerinin birer örneği ilişikte gönderilmiştir. Şikayet dilekçelerinde
belirtilen hususların incelenerek gerekli işlemin yapılmasını ve sonucundan
ivedilikle Bakanlığımıza bilgi verilmesini rica ederim” (96). Müsteşar
Yardımcısı M. Rasih Özbek tarafından İstanbul Valiliği’ne gönderilen bir başka
yazıda, isimsiz-imzasız ya da sahte isim ve adresli ihbar mektuplarına ve
şikayet dilekçelerine sahip çıkılırken, yazının altına kaydedilen bir notta,
daha da ileri gidilmiştir: “Not: STKB İçişleri Bakanlığı’nca yasadışı (illegal)
olarak kabul edilmiş. Bu nedenle; 13 İl Valiliğine İçişleri Bakanı (STKB’ye)
üye dernek, vakıf vb. hakkında hem yönetici, hem de üyeler hakkında yasal işlem
yapılması yönünde talimat vermiş. STKB’de illegal örgütlerle ilintili şahıslar
varmış (bu şahıslar ayıklansın). Ayrıca; Maliye Bakanlığı müfettişleri
önümüzdeki haftalarda STKB’ye üye dernek ve vakıfları denetleyecekmiş. Arz”
(97). Aynışekilde, İstanbul Vali Yardımcısı Osman Demir tarafından imzalanan,
22.01.2001 tarih ve 23457 sayılı bir başka yazıda da, “Ayrıca STKB adında yasal
bir birlik olmadığından, konu hakkında ilgili Cumhuriyet Başsavcılıklarına suç
duyurusunda bulunulmuştur” denilmiştir (98). S.T.K.B.’nin dağıtılması
operasyonunda, Cumhuriyet Başsavcılıkları, Emniyet, Maliye derken, Vakıflar Genel
Müdürlüğü de devreye girmiştir. Örneğin, Vakıflar İstanbul Bölge Müdürlüğü
tarafından Çağdaş Eğitim Vakfı Yönetim Kurulu Başkanlığı’na gönderilen bir
yazıda, şu senaryoya yer verilmiştir: “Vakfınızın 68’liler Vakfı ile bir araya
gelerek ‘Eğitim Hakkını Savunma Komitesi’ adı ile yasadışı bir yapılanmaya
gittiğiniz duyumlarıalınmıştır. Her iki vakfın mevcut dosyalarındaki kuruluş
senetleri ve değişiklik senetlerinin incelenmesinde böyle bir komite
kurulabileceği hükmü bulunmamakla birlikte, söz konusu komitenin oluşturulması
hususunda bir senet değişikliği talebiniz de bulunmamaktadır. Bu nedenle vakıf
senedinizde yer alan hükümler dışında faaliyette bulunulmaması, aksi halde
vakıf yöneticileri hakkında 903 sayılı yasanın ilgili maddeleri gereğince yasal
işlem yapılacaktır” (99). Bu yazıya karşılık, adıgeçen vakıflar, böyle bir
komitenin hiçbir zaman sözkonusu olmadığını bildirirken, Bölge Müdürlüğü’nün
yasal yetkilerini aşarak örtülü tehdit girişiminde bulunmaya hakkının
olmadığını yazılı olarak beyan etmişlerdir: “... Son zamanlarda Vakfımıza
yönelik bir takım kim olduklarını dahi ifade etmekten uzak, arkalarında gerici
güçlerin olduğu, sahte imza, isim ve adres bildiren kişilerin Vakıf hakkında
gerçek dışı iddialarda bulundukları bilinmektedir. Böylece hem Vakfımız; hem
sizler asılsız bazı iddialar yüzünden gereksiz yere meşgul edilmektedir” (100).
Aynışekilde, Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne gönderilen 29.05.2001 tarihli ve 128
sayılı yazıda ise, sahte imza, isim ve adres bildiren kişilere alet durumuna düşülmemesi;
yasal gereklere uyulması; vakıfta tüm çalışmalarla ilgili hacimli bir denetim
gerçekleştiren ve kendisini “Avukat&Mühendis” olarak tanıtan Selçuk Orhon
adlı görevlinin, müfettiş kadrosunda olup olmadığının bildirilmesi
istenilmiştir (101). S.T.K.B.’nin yönetimindeki fethullah karşıtı dernek ve
vakıflara karşı tüm bu “kontrol” ve “denetim”ler, 2000 yılının son aylarından
itibaren daha da sıkılaştırılmıştır. Nedenine gelince, S.T.K.B.
yöneticilerinden Çağdaş Eğitim Vakfı Başkanı Gülseven Yaşer ve Çağdaş Yaşamı
53
Destekleme Derneği Başkanı Prof.Dr. Türkan Saylan, Fethullah
Gülen Davasının görüldüğü Ankara 2 No.lu Devlet Güvenlik Mahkemesi’nden
müdahillik isteminde bulunmuşlardır (102).
S.T.K.B.’nin dağıtılarak etkisizleştirilmesi sürecinde, konu T.B.M.M.’ne
de taşınmıştır. Örneğin, Karaman Milletvekili Zeki Ünal, 24.10.2000’de dönemin
İçişleri Bakanı Sadettin Tantan tarafından yazılı cevaplandırılması talebini
içeren bir soru önergesi vermiştir: “Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, Doğu ve
Güneydoğu’da ilköğretimin 6, 7 ve 8. sınıfları ile Lise 1. sınıfta okuyan kız
öğrencilere, yılda 100 milyon lira karşılıksız burs vereceğini taahhüt ederek:
‘İlköğretimin 6., 7., 8. ya da 9. sınıflarında okuyan kız öğrenci olması,
liseyi bitirene kadar okuma isteği olması, bursu alacak kız öğrencinin annesi
artık doğurmayıp, doğumu engelleyen bir yöntem uyguladığını sağlık ocağından
belgelemesi, Ziraat Bankasından hesap açtırılırken numarasının ilgili derneğe
verilmesi’ gibi şartlar ileri sürülmektedir.
Sorularım şunlardır: 1. Doğu ve Güneydoğu gibi duyarlı bir bölgede
öğrencilere, bir dernek tarafından, burs verme adına, öğrenci ailelerinin özel
hayatlarına müdahale anlamına gelecek bir talepte bulunulmasını doğru buluyor
musunuz? Bu durum, bölge halkında bir huzursuzluğa sebep teşkil etmez mi?
Toplumda gerginliğe neden olabilecek bu tür faaliyetler ve açıklamalar dernek
yasasına aykırı değil midir? Aykırı ise, ilgililer hakkında ne gibi bir işlem
yapılacaktır? 2. Burs verme şartları arasında, özellikle İmam Hatip Okulu
Lisesi öğrencisi olmayacak şartı, toplumda dini bir ayrımcılık yapıldığı
anlayışını doğurmaz mı ve eğitimdeki fırsat eşitliği ilkesini ihlal etmez mi?
Bu da yasalara göre suç değil midir?” (103). Bu önerge sonrasında, Çağdaş
Yaşamı Destekleme Derneği’ne -yasal izinle- baskınlar yapılmış ve tüm evraklara
elkonarak “açık” aranmıştır. Ardından da konu yargıya intikal ettirilmiştir.
Basında, konu ile ilgili olarak, İstanbul Emniyet Müdürlüğü bünyesinde, sırf
Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’ni pasifize etmeye yönelik özel bir birim
oluşturulduğuna ilişkin haberler yer
almıştır. Yukarıdaki soru önergesinin ardından, bu defa Samsun Milletvekili
Musa Uzunkaya’nın, Başbakan Bülent ECEVİT’in cevaplaması istemli soru önergesi
T.B.M.M. Başkanlığı’na sunulmuştur: 1. “Sivil Toplum Kuruluşları Birliği (STKB)
kuruluşu ve faaliyetleri itibariyle yasalara ve hukuki mevzuata uygun bir
kuruluş mudur? STKB’nin kuruluşuna hangi kişi ya da kurumlarca müsaade
edilmiştir? Birlik ve üye örgütler en son ne zaman ve hangi mercii tarafından
mali ve diğer faaliyetleri yönünden denetlenmiştir? 2. Bu örgütün Dünya
Kiliseler Birliği (DKB) ve Ermeni-Rum lobilerinden20 milyar lira yardım aldığı
iddiaları doğru mudur?Birlik bu parayı nerede ve ne şekilde sarfetmiştir? 3.
Geçtiğimiz günlerde gerçekleşen CIA Ortadoğu MasasıŞefi Mark Parris ile STKB
yöneticileri devletin bilgisi dahilinde mi görüşmüşlerdir?Bu görüşmede hangi
konular ele alınmıştır? 4. Çağdaş Eğitim Vakfı Başkanı Gülseven Yaşer hangi
sıfatla ve yetki ile STKB başkanlığını yürütmektedir? 5. Çağdaş Yaşamı
Destekleme Vakfı yönetim kurulu üyesi Prof.Dr. Türkan Saylan’ın Dünya Kiliseler
Birliğinin himayesinde Türkiye Korunmaya Muhtaç Çocuklar Vakfı aracılığıyla
hristiyanlaştırma propagandası yaptığı ve bu amaçla özellikle Doğu ve Güneydoğulu
yoksul ve zeki kız öğrencilere burs verdiği iddiaları doğru mudur? 6. Vakfın
burs verdiği kız ve erkek öğrenci sayısı nedir? Burs alan öğrenciler içinde
hristiyanlığı resmen kabul eden ve bu amaçla İslâm dininden çıkmak için
müracaat eden öğrenciler olmuş mudur? 7. Vakıf Başkanı Türkan SAYLAN’ın
annesinin Limina Raiman adlı bir hristiyan olduğu ve Kiliseler Birliği
tarafından görevlendirilerek 1980 yılında Türkiye’ye gönderildiği yönündeki
bilgiler doğru mudur? 8. Dünya Kiliseler Birliği Türkiye Temsilcisi olduğu
iddia edilen Ameniel Bağdaş’ın organize ettiği ve STKB üyesi örgüt
mensuplarının iştirak ettiği iddia edilen mutat toplantılar devletin bilgisi
dahilinde mi yapılmaktadır? Bu toplantılarda ülke menfaatleri aleyhine
konuşmalar ve kararlar alındığı doğru mudur? 9. Yasadışı olduğu iddia edilen
Sivil Toplum Kuruluşları Birliği üyesi, 68’liler Birliği Vakfı, Helsinki
Yurttaşlar derneği, Çağdaş Eğitim Vakfı, Uluslar arası Sanayi ve İşadamları
Derneği gibi örgütler yakın geçmişte yaşanan deprem felaketi nedeniyle
topladıkları ve dağıttıkları yardım miktarı ne kadardır? Bu yardımların
dağıtımında Dünya Kiliseler Birliğinin etkisi ve yönlendirmesi olmuş
mudur?
54
10. Aynı binada faaliyet gösteren Kitab-ı Mukaddes Şirketi,
Amerikan Board Heyeti ve Sağlık Eğitim Vakfının kendi aralarında bu örgütler
ile Dünya Kiliseler Birliği arasında organik bir bağ mevcut mudur? 11. STKB
yöneticilerinin ‘Biz gücümüzü derin devletten alıyoruz’ şeklinde bir beyanları
olmuş mudur? Olmuşsa resmi makamların bu kuruluş hakkında aynı yönde kabulleri
sözkonusu mudur? 12. Türkiye’de faaliyet gösteren vakıf, dernek, şirket, oda,
sendika gibi kuruluşlar hangi şartlarda biraraya gelip bir üst örgüt
oluşturabilirler? Yukarıda sözü edilen örgütlerin yönetim kadrolarında geçmişte
ağır hapis cezası almış ya da terör örgütleri ile ilişkisi bulunanlar var
mıdır? Varsa bu şahıslara rağmen sözkonusu örgüt faaliyetlerine nasıl müsaade
edilmektedir?” (104).
Bu önergeye, Başbakan Bülent Ecevit’in yerine İçişleri Bakanı
Kazım Yücelen’in vermiş olduğu yanıtın, istihbarat tekniğine, politikacı
etiğine, devlet adamı ciddiyetine uygun
olup olmadığı ayrı bir tartışma konusudur (105). Kesin olan şu ki, Yücelen’in,
bilerek ya da bilmeyerek, oyuna getirildiği izlenimi doğmuştur. İçişleri Bakanı
ile STKB yöneticileri arasında, makam odasında cereyan eden “tatsız” görüşmeden
de hiçbir sonuç çıkmamıştır (106). Başta Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği olmak
üzere, pekçok sivil toplum kuruluşu, fethullahçılarla uğraştıklarına “pişman”
edilerek mücadele platformundan çekilmişlerdir. Sonuçta, S.T.K.B. DAĞILMIŞTIR
(107). STKB’nin dağıtılması ve kimi sivil toplum kuruluşlarının bir daha asla
fethullahçılarla mücadele edemeyecek konuma getirilmesi, fethullahçı
istihbaratçıların planlı istihbarat faaliyetlerinin kusursuz bir örneğini
oluşturmuştur.
3.3.2. ÇAĞDAŞ EĞİTİM VAKFI
S.T.K.B.’nin fethullahçı istihbaratçılar marifetiyle
dağıtılmasından sonra, bu mücadeleyi kaldığı yerden kesintisiz sürdüren tek
sivil toplum kuruluşu, Çağdaş Eğitim Vakfı olmuştur. Örneğin, bu vakıf, çok
yönlü denetim baskısı altında bunaltıldığı, asılsız ihbar mektupları
bahanesiyle devlet gücünün taciz boyutunda harekete geçirildiği dönemde bile,
geri adım atmamış, haklı savaşımından ödün vermemiştir. İşte o dönemde Ç.E.V.
adına yayınlanan bir “Basın Bildirisi”: “Cumhuriyete ve devrimlere kasteden,
laik düzeni yıkarak yerine şeriatı getirmek isteyen tarikatlara karşı
yürütmekte olduğumuz bilinçli ve kararlı mücadelemizi engellemek isteyen gerici
basın yayın kuruluşları, son günlerde şahsıma, başkanı olduğum Çağdaş Eğitim
Vakfına (ÇEV’e) ve bir dönem başkanlığını yürüttüğüm, yöneticisi bulunduğum,
‘Demokratik, Laik, Sosyal Hukuk Devleti temel ilkelerini gerçek anlamlarıyla
hayata geçirmek için biraraya gelmiş olan’ Sivil Toplum Kuruluşları Birliğine
(STKB’ye) asılsız suçlama ve karalamalarla saldırıya başlamışlardır. Fethullah
Gülen ve tarikatının kendi amaçlarını gizleyerek iyi niyetli vatandaşlarımızı
ve devlet yöneticilerini aldatarak örgütlenmesini sürdürürken; Sivil Toplum
Kuruluşları olarak kamuoyunu uyardık. Fethullah Gülen tarikatının el attığı iki
gencin yaşadıklarını kitapçık olarak kamuoyuna sunduk. Fethullah Gülen’in kendi
örgüt yöneticilerine hitap ettiği, gerçek düşüncelerini açıkladığı gizli
kasetlerini kamuoyuna sunduk. Fethullah Gülen’in iç yüzünü açığa çıkardık.
Fethullah Gülen Amerika’ya kaçmak zorunda kaldı. Ankara DGM Savcısı
yayınladığımız kitabı, açığa çıkardığımız kasetleri Fethullah Gülen hakkında
açtığı davada delil olarak kullandı. Biz gerçeğin ortaya çıkmasını istemekten
başka bir şey yapmadık ve yapmıyoruz. İnsanları satın almak, parayla kandırmak
ve yönlendirmek bizi karalayanların yöntemleridir... Girişimlerimizden rahatsız
olan tarikat uzantısı bir kısım medya, hakkımızda ne denli iftira
kampanyaları başlatırsa başlatsın,
Cumhuriyet düşmanlarıyla mücadelemizde bizleri yolumuzdan alıkoyamayacaktır.
30.03.2001. Gülseven Yaşer – STKB Yöneticisi ve Çağdaş Eğitim Vakfı Başkanı”
(108). Fethullahçı istihbaratçılar, hocaefendilerinin A.B.D.’ne zorunlu
“hicret”inin sorumluları arasında gördükleri, Gülseven Yaşar ve Çağdaş Eğitim
Vakfı aleyhine, bugüne kadar sahip oldukları tüm kozları kullanmışlardır ve
kullanmaya da kesintisiz devam etmektedirler. Fethullahçı istihbaratçılar ve
işbirlikçileri ile olup-bitenin farkında olmayan, yönlendirilmeye açık görüntü
sergileyen kimi bürokratlar tarafından, vakıf aleyhine, sadece bürokratik düzeyde gerçekleştirilen yüzlerce
baskı girişimi sözkonusudur (109). Ama daha ağır saldırılar, Vakıf Başkanı
Gülseven Yaşer’in kişilik haklarına ve de yaşama hakkına yönelmiştir. İşte,
internetteki tüm fethullahçı sitelerde yer alan ve Gülseven Yaşer’i bir
misyoner olarak takdim eden bir dezenformasyon belgesi!.. “Türkiye’de Olup
Biten BazıŞeylere, Lütfen Bir de Bu Açıdan Bakın” başlıklı, hayli uzun olan
ve
55
çarpıtılmış bilgilerin ardarda kullanılmasıyla ortaya çıkan
sözkonusu iftira dolu mesajdan bazı alıntılar: “Türkiye, yıllardır, bilhassa
son yıllarda âdeta bir kanunsuzluklar ülkesi manzarası veriyor. Batan bankalar,
off-shorezedeler, andıçlar, bütün müesseselerde yolsuzluk... Ve bütün bu kanun
dışı uygulamalar ve yolsuzluklar, devletin dayandığı bir takım ideoloji ve
değerlerin arkasına saklanarak ve bu ideoloji veya değerlere karşı olduğu
düşünülen bazı faaliyetler ve kişiler nazara verilerek yapılıyor. Şu ana kadar
haklarında herhangi bir işlem yapıldığını duymadığımız daha bazı faaliyetlere
dikkat çekmek istiyoruz.... Çevre Eğitim Vakfı’ndan (ÇEV) Gülseven Yaşer ...
Türkiye’de misyonerlik faaliyetlerini idare ediyor, Adapazarı gibi pekçok ilde,
yurt adını vermekten kaçındıkları gizli yurtlar açıyor, pek çok üniversite
öğrencisine emelleri doğrultusunda kullanmak üzere burs veriyor, depremzedelere
yardım için topladıkları paraları kendi vakıfları üzerine geçiriyorlar....
American Board, bu paradan 20.000 doları Gülseven Yaşer’e vermiş, bu şahsın
bulunduğu ÇEV, bu parayı kendi inisiyatifinde kullanmıştır.... Gülseven
Yaşer’in bulunduğu Çevre Eğitim Vakfı (ÇEV) ise, resmi kuruluşu bulunmayan, ya
da henüz tamamlanmamış olan STKB’ye, Lions Kulüpleri Birliği, 68’liler Birliği
Vakfı, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, Demokratik İlkeler Derneği, Atatürkçü
Düşünce Derneği, Cumhuriyetçi Kadınlar Derneği gibi derneklerle birlikte
üyedir. Çevre Eğitim Vakfı, vatandaşlardan, iş adamlarından öğrenciler için
burs adı altında topladığı veya deprem gibi bazı milli felaketleri istismarla
elde ettiği paralarda dilediği gibi tasarrufta bulunmakta, kendi görüşleri
doğrultusunda kullanmak üzere bazı öğrencilere aktarmakta, bu öğrencileri
düzenledikleri etkinliklere katılmaya mecbur bırakmakta, katılmayanların
burslarını kesmektedir.... Dışbank’tan kopardıkları 200 milyarın yarıya
yakınıyla yurt yapıyor ama, yurt olarak bilinmesini asla istemiyorlar. Sakarya
Üniversitesi konferans salonunu kullanıyor, karşılığında da bir plaket
veriyorlar. Demokrat Halk Partisi adı altında bir parti kurma çalışmaları var,
başına da Marmara Üniversitesi profesörlerinden İhsan Özgen’i düşünüyorlar.
Atatürkçü göründükleri için her yere de rahat girip çıkabiliyorlar. Türk Eğitim
Vakfı’nın başında sayın Aydın Bolak’ın olmasından son derece rahatsızlar ve onu
istifaya zorlamak için ‘FETHULLAHÇI’ diye suçluyorlar. Yerine de, Mehmet Şükrü
Tekbaş’ı düşünüyorlar. Aydın Bolak’ın o vakfın başında olmasıyla, o vakıf çok
puan kaybediyormuş. İddialarına göre, bunu Rahmi Koç’a GENELKURMAY söylemiş.
Sakıp Sabancı’nın, İshak Alaton’un, Üzeyir Garih’in FETHULLAH GÜLEN’le görüşmüş
olmasından alabildiğine rahatsızlar.Çocuk Merkezi kuracağız diye onbinlerce
dolar topluyorlar. Asıl kökü dışarıda olan, yine kökü dışarıda ve
faaliyetlerini gizli yürüten daha başka kuruluşlarla işbirliği içinde çalışan
ve tamamen Türkiye’nin milli menfaatlerinin ve mukaddeslerinin tersine
faaliyetler sergileyen, ülkemizdeki misyonerlik faaliyetlerini önemli ölçüde
finanse eden, devletten habersiz yurtlar açıp, pek çok gencimizi kamplarına ve
örgütlerine çekerek, emellerine alet eden, aile planlaması adı altında
KADINLARIMIZI KISIRLAŞTIRMA ve nüfusumuzu azaltma çalışmalarında bulunan bu menfur ağ,
ülkemizde son yıllarda milli değerlerimize karşı yapılan saldırıların da merkez
üslerinden biridir. Bunu da çağdaşlık, Atatürkçülük perdesi altında
yapmaktadır. Sürekli olarak Genelkurmay’ı aşındıran, (isimleri bizde mahfuz)
emekli ve muvazzaf bazı generallerle ilişki kuran ve onları da emellerine alet
eden, Çankaya’yla devamlı temas arayan, bakanları rahatsız eden, il il dolaşıp
belediye başkanlarıyla görüşmeye çalışan, HATTA AMERİKA’YA BİLE ULAŞMA PLANLARI
YAPAN, TV kanallarını dolaşan, son olarak BRT’de arz-ı endam etmeye çalışan bu
örgütün, bilindiği gibi son yıllarda kendisine baş düşman olarak seçtiği kişi
de FETHULLAH GÜLEN ve onunla birlikte anılan eğitim kurumlarıdır. FETHULLAH
GÜLEN, bilhassa son 5 yıldır yaptığı çıkışlarla tartışılmış bir isim. Kendisini
ve faaliyetlerini sevenler olduğu gibi, sevmeyenler de var.... Daha önce
kitapçık hazırlamakta kullandıkları, sonra kullanıldığını itiraf eden, fakat
kendisine verilen paralara mağlup olup,
yeniden onların hizmetine giren Serhat Özkan’ı diledikleri gibi
çalıştırıyorlar. Ne yapıp yapıp FETHULLAH GÜLEN’i mahkûm ettirmek için, her
türlü dolabı çevirmekten çekinmiyorlar. Fatih Koleji’nde güvenlik görevlisi
olarak çalışmış ve bir hastasına yardım edilmedi diye, kızıp bunlara gelen
birini hemen Savcı Nuh Mete Yüksel’e gönderiyorlar. Aynışekilde kullandıkları
Eyüp Kayar’a dolar üzerinden sürekli para veriyorlar. Hatta ailesine 140 milyon
liraya yeni bir daire kiralıyorlar kalmaları için ve kira parasını da bir iş
adamına yüklüyorlar. Nuh Mete Yüksel’le sürekli görüşüyorlar ve Eyüp Kayar’ın,
Fethullah Gülen’in mahkemelerinde bulunmasını sağlamaya çalışıyorlar. Nuh Mete
Yüksel bunlarla işbirliği yapıyor. Sözde eğitim faaliyetlerinin propagandası
için bilhassa MİLLİYET ve CUMHURİYET gazetelerini kullanıyorlar. Fethullah
Gülen aleyhinde, daha önce yazılmış bazı kitaplardan, Eyüp Kayar’ın ve yeni
elde ettikleri Fatih Koleji güvenlik
56
görevlisinin anlattıklarından yeni bir kitap yazmaya
çalışıyorlar. Başbakan sayın BÜLENT ECEVİT’i, Fethullah Gülen’e destek verdi
diye müthiş kin duyuyor, ihanetle suçluyor ve sayın HÜSAMETTİN ÖZKAN’la sayın
ECEVİT aleyhinde komplolar planlıyorlar. Evet... Ülkemiz, son yıllarda, kendi
tarihine, değerlerine, öz kimliğine düşman, kökü dışarıda, kendileri ne Türk ne
Müslüman kişilerin ve kuruluşların cirit attığı bir yer haline geldi. Bilhassa
‘irticayla savaş’ adı altında yapılan bütün bu menfur faaliyetlerin hangi
menfur emellere, hangi yolsuzluklara alet edildiği gün gibi ortada. Bunlar
yaptıklarının gizli kalacağını zannediyorlar. Fakat nasıl gizli kalır
zannedilen bazı yasadışı çalışmalar ortaya dökülüyorsa, bunların bütün iğrenç
faaliyetleri de elbette ortaya dökülecektir. Bilmeliler ki, bu ülke sahipsiz
değildir” (110). 3.3.2.1. Ç.E.V. VE
FETHULLAHÇI İSTİHBARATÇILARIN PLANLI
OPERASYONLARI
Yukarıdaki dezenformasyon belgesinden umdukları tepkiyi ve
sonucu alamayan fethullahçı istihbaratçılar, bu defa taktik değiştirerek,
Çağdaş Eğitim Vakfı’na adam yerleştirmişlerdir. “Alevi inançlı bir Atatürkçü”
olarak kendini tanımlayan ve bilahare gerçek adını kullanmayan bir komiser,
elinde M.İ.T.’na ait belgelerle birlikte Vakfa gelerek, yardım taahhüdünde
bulunmuştur. Kısa bir süre içinde
“mutemet” konumuna gelen fethullahçı istihbaratçı, Vakfın faaliyetlerini
yönlendirirken, Vakıf Başkanı Gülseven Yaşer ile görüşmelerini de
gizli-görüntülü kayda almıştır. Kendisine duyulan güveni pekiştirme sürecinde,
14.4.2002 tarihinde Gülseven Yaşer’in evinin kimliği belirsiz kişilerce
kurşunlanması olayı ile de yakından ilgilenen (!) komiser, sonuçta hazırlanan
ve sadece şeriatçı çizgide yeralan
kanallarda yayınlanan dezenformasyon programı ile deşifre olmuştur
(111). Sözkonusu programda Gülseven Yaşer’e isnat olunan iftira, PKK’ya yardım
ve yataklık yapmaktır. Aşağıdaki belge, fethullahçı istihbaratçıların, kişiye
(hasma) yönelik planlı istihbarat operasyonunun belli başlı evrelerini gösterme
açısından önem taşımaktadır. İşte, Gülseven Yaşer’in İçişleri Bakanlığı’na ve
İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne, “Bayram Özbek isimli emniyet mensubu hakkında”
yaptığı suçduyurusu ve başına “getirilenler”: “Yurt çapında yayın yapmakta olan
IŞIK TV Kanalında 04 Mayıs 2002 tarihinde saat 23.00’te ‘Özel Haber’ olarak bir
program yayınlanmıştır. Bu programda yer alan gizli çekimle gerçekleştirilen
şahsıma ait konuşma ve görüntüler, çarpıtılarak montajlanmışşekilde Samanyolu
TV ve Kanal 7 Televizyon Kanallarında muhtelif tarihlerde gösterildiği gibi,
Zaman Gazetesi’nin 07.05.2002 tarihli nüshasında da aynen yayınlanmış ve benim
bir arkadaşımla yaptığım görüşme olarak kamuoyuna yansıtılmıştır. Bu program ve
içeriğinden, 06 Mayıs 2002 tarihinde Ankara 2 No.lu Devlet Güvenlik
Mahkemesi’nin 2000/124 esas sayılı dosyasında, Sanık Fethullah Gülen ile
bağlantılı olarak görülen davada, Sanık Vekillerinin Mahkeme’ye bant ve
çözümünü sunmaları ve şahsım hakkında asılsız değerlendirmelerde bulunmaları
üzerine haberdar olunmuştur. Aşağıda açıklanacak olgularla birlikte
değerlendirildiğinde, gerek haberin veriliş biçimi, gerekse de duruşma esnasında
Sanık Vekillerince dosyaya kaset ve bant çözümlerinin sunulması, ertesinde de
‘Şehit Aileleri de kullanılarak suç duyurusunda bulunulması’, amacın
manipülasyon olduğunu, Mahkeme’nin yanıltılması ve kamuoyunda şahsım hakkında
husumet yaratılması kasdıyla haberin yayınlandığını somutlamaktadır. Zira,
Anayasal laik düzeni ortadan kaldırarak şer’i hükümlere dayalı bir düzenin
hakim kılınması için çalışmalar yürüttüğü iddiasıyla hakkında dava açılan Sanık
Fethullah Gülen’in yürüttüğü çalışmalara karşı çıkılması ertesinde, bu grubun
şahsıma karşı yönelttiği ilk gerçek dışı iddia bu olmamakla birlikte, koruma
verilmesi istekleri de dahil olmak üzere, ilgide bir kısmı aktarılan İstanbul
Valiliği’ne sayısız müracaatlarda bulunulmuştur. Şahsım ve Başkanlığını
yapmakta olduğum Çağdaş Eğitim Vakfı’na yönelik yasadışı oluşumlara
karşıİstanbul Emniyet Müdürlüğü nezdinde 28 Kasım 2000 tarihinde yapılan
başvuru ertesinde, halen İstanbul Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şube
Müdürlüğü Değerlendirme Bölümü’nde görevli komiser rütbesindeki Bayram Özbek
isimli emniyet mensubu, resmi kimliğini de göstererek şahsıma müracaat etmiş ve
son olarak evimin kurşunlanması da dahil olmak üzere, Vakıf ve şahsıma yönelik
yardımcı olacağını ifade etmiş ve kendisiyle kişisel görüşmelerde
bulunulmuştur. Tüm bu süreçte, çalıştığı
bölümde de kendisinin izlendiği konusunda beni ikna ederek, resmi kimliğinin
yerine ‘Hayri veya Mesut Öz’ olarak kendisine hitap edilmesinin uygun olacağını
bildirmiş, kendisine Vakıf çalışanlarından birisi adına kayıtlı ve
‘0555.3477675” nolu cep telefonu
57
verilerek görüşmeler bu telefondan yapılmış ve internetten
e-mail adresi olarak da ‘hayricanoz@e-kolay.net’ kullanılmıştır. Benimle
görüşen ve aşağıda açıklanacağı üzere şahsımla ilgili açıkça provokatör bir
tertibin içerisinde yer alan Bayram Özbek isimli İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nde
görevli bu kişi, benimle yaptığı görüşmeyi gizli kameraya almış, bu görüntüyü
yukarıda belirtilen IŞIK TV televizyon kanalına vermiş ve istenilen yerlerin
montajlanarak yayınlanmasını sağlamış ve kamuoyunda PKK için faaliyet gösteren
bir kimse olarak şahsımın tanıtılmasına neden olmuştur. Zira, ekte sunulan
kaset izlendiğinde görüleceği üzere, kişilik haklarımı doğrudan rencide edici
bir üslupla, kasten bu kişinin beyanları yayında ön plana çıkartılmış olup,
amaç, tarafımdan bizzat ifade edilmeyenlerin bu kişiye ifade ettirilmesi ve
ertesinde de bu görüşleri tasvip etmişçesine kamuoyunun husumetinin tarafıma
yöneltilmesidir. Bu duruma bir örnek verilmek gerekirse, resmi görevli bu
kişinin kendisi ‘Diyelim ki bunları ayarladık, aleyhte konuşturduk’ derken,
Spiker bunu benim tarafımdan söylenmiş gibi aktarabilmiş ve bu gerçek dışılığa
tüm yazılı ve görsel basında bilinçli olarak yer verilmiştir. Resmi sıfata haiz
bu kişinin Vakfa gelişine ve resmi kimliğini gösterdiğine ve bu kişinin emniyet
mensubu olduğuna Vakıf çalışanları ile birlikte birçok kimse tanıklık etmeye
hazır olup, Çağdaş Eğitim Vakfı’ndan burs alanlardan iki kişinin PKK ile
temasta olabileceğinin bu kişi tarafından bildirilmesi üzerine, öğrencilerin
bursları kesilmek üzere, üniversite ile temasa geçilmiş, üniversitenin
kendilerinde böyle bir bilgi bulunmadığını bildirmesi üzerine, Cumhuriyet
Savcılığı’ndan öğrencilerin adli sicil kayıtları istenmiş, gelen kayıtlarda
böyle bir bilgiye rastlanmadığı; Çağdaş Eğitim Vakfı, Yüksek Öğrenim Burs
Komisyonu tarafından saptanarak, tutanakla ÇEV Yönetim Kurulu’na
bildirilmiştir. Vakfımız uzunca bir süredir şehit ailelerimizin çocuklarına
öğrenim bursu vermektedir ve kurulduğundan beri bölücü ve dinci terörle
mücadele etmektedir. Buna rağmen gerek TV yayınlarında gerekse de hiçbir
araştırma yapmaksızın Zaman Gazetesi ve bazı basın organlarında, adeta
PKK’lılara burs verildiği iddia edilebilmiştir.
Başkanlığını yapmakta olduğum Çağdaş Eğitim Vakfı’nın Milliyet Gazetesi
ile birlikte 28 Ocak 2002 tarihinde düzenlediği ‘Uluslararası Eğitim ve Terör’
Sempozyumunun danışmanlığını da bu kişi,
emniyet mensubu sıfatıyla yapmış ve katılmıştır. Kaldı ki, konuşmaların
öncesine ve sonrasına yer verilmeyerek ve cümlelerin anlamını değiştiren
kelimeler montajlanarak, resmi sıfata haiz bir kimse tarafından gizli çekimle
kameraya alınan ve salt bu Emniyet mensubunun kendi ifadelerine dikkat çekilen
konuşmalar ile gizlice dinlenen telefon konuşmaları çözümleri, kamuoyuna PKK
ile irtibatlı olduğum şeklinde sunulmuş ve
neticede 06 Mayıs 2002 tarihli Ankara 2 No.lu DGM’nin 2000/124 Esas
sayılı dosyasındaki yargılamada da Sanık Vekilleri bant çözümünü buna kanıt
olarak göstermişlerdir. Bu Emniyet mensubu bağlantılı yayınlar, o denli yönlendirilmiştir ki,
Bakanlığınız ve Vakıflardan sorumlu Devlet Bakanlığı tarafından yanıtlanmak
üzere İstanbul Bağımsız Milletvekili Azmi Ateş tarafından Türkiye Büyük Millet
Meclisi’ne soru önergesi verilerek, Başkanlığını yapmakta olduğum Çağdaş Eğitim
Vakfı tarafından PKK’lılara burs verildiği gündeme getirilmiş ve yanıt
istenmiştir. Öte yandan, yine bu gizli
çekimle alınan bant kaydı ve yapılan haberler kaynak gösterilerek, PKK’lı
öğrencilere burs verildiği iddiasıyla hakkımda Ankara DGM Cumhuriyet
Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulunulmuştur. Ankara 2 No.lu DGM’nin 2000/124
Esas sayılı dosyasında, Sanık Fethullah Gülen bağlantılı cemaatin tüm yurt
çapındaki etkinliklerinin ötesinde Emniyet Genel müdürlüğü nezdinde de ne denli
etkin olduklarına dair resmi belgeler mevcut olup, bir emniyet mensubunun salt
bu cemaatin faydalanması için adeta bir ajan olarak hareket etmesi, resmi
sıfatından yararlanarak yaptığı özel görüşmeleri gizlice kameraya alması ve
telefon görüşmelerini kaydetmesi, konuşmaları bilinçli olarak yönlendirmesi ve
daha önemlisi bu bant çözümlerini duruşma tarihinden önce servis etmesi,
Bakanlığınız personeli resmi sıfata haiz bu kişi hakkında gerekenin yapılmasını
zorunlu kılmaktadır. Bu bant çözümü ve yayınlanan haberlerin bu bağlamda ele
alınması ve değerlendirilmesinin, ulusun geleceğinin karanlığa teslim
edilmemesi yönünde yarar olacağı açıktır. Yayınları yapan televizyon kanalları
ve Zaman Gazetesi hakkında tazminat davaları açılmış olup, bu konudaki gerekli
tüm yasal girişimler en üst düzeyde yapılacaktır.
58
Yazılı ve görsel basında yer alan yukarıda aktarılan
iddiaların aksine, PKK ve bölücü terör karşıtı çalışmalarımla tanındığım gibi,
dinsel rant peşindekilerin amaçlarına ulaşmak için her türlü olanağı sundukları
geleceğin teminatı olan gençlerin Atatürk devrimlerine bağlı, laik, yurtsever
bir eğitim alması için çaba gösteren Çağdaş Eğitim Vakfı’nın da Başkanlığını
yürütmekteyim. Açık olan husus, başlangıçta
IŞIK TV’de ve ertesinde diğer televizyon kanalları ile bir takım basında yer
alan haberler üzerine, bu televizyon kanalları ve Zaman Gazetesi’ne hemen
ertesi gün 07.05.2002 tarihinde Noter’den ihtarnameler keşide edilmiş olmasına
rağmen, hakkımda yayınlara devam edilmiş ve ‘Aziz Şehitlerin Yakınları’ dahi bu
tertibe bilinçli olarak alet edilmiştir. İhtarnamelerin keşide edilmesi
ertesinde, Bayram Özbek isimli bu kişi aynı telefondan yeniden arayarak,
yayınlanan kasetlerin ve görüntülerin kendisi tarafından çekilmediğini
bildirmiş olup, sözkonusu telefon numarası hakkında gerek aramalar gerekse de
aranan yerler konusunda araştırma yapıldığında tüm gerçeklik ortaya çıkacaktır.
Halen İstanbul Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü Değerlendirme
Bölümü’nde görevli Bayram Özbek isimli Komiser hakkında Bakanlığınız tarafından
gereğinin yapılmasını saygılarımla talep ederim. Gülseven Yaşer-Çağdaş Eğitim
Vakfı Başkanı” (112). Planlı operasyonun sonuçları, Zaman gazetesinde adeta
“sevinç çığlıkları” biçiminde yer alırken, Fethullah Gülen’in avukatları da,
montaj kaset ve çözümlerini Ankara 2 Nolu DGM Başkanlığı’na sunmuşlardır (113).
Anılan Mahkemede 1.7.2002 tarihinde yapılan duruşmada, Mahkeme Heyeti, sanık
avukatlarının talepleri doğrultusunda, İstanbul DGM Başsavcılığı’nca Ç.E.V.
hakkında başlatılan soruşturma evraklarının getirtilmesine karar vermiştir
(114). Ç.E.V. hakkında “Şehit Aileleri” (33 kişi) adına Av. Mehmet Emin Bağcı
tarafından yapılan suçduyurusu, planlı operasyonunun ikinci evresini
oluşturmuştur (115). Bu yolla, PKK’ya karşı haklı bir biçimde duyarlı olan
kamuoyunun tepkilerinin, Ç.E.V. Başkanı’nın şahsında, tüm Fethullah Gülen
karşıtlarına yöneltilmesi amaçlanmıştır. Operasyonun bu ikinci evresinden
hedeflenen amaç nettir: Abdullah Öcalan’ı gündemden düşürmek isteyen PKK’lılar,
Fethullah Gülen’i gündeme çıkararak muratlarına ermişlerdir!.. Bir başka
deyişle ve düz mantıkla, Fethullah Gülen’in düşmanları, PKK’lıdır!.. Bu
kapsamda, Ç.E.V.’nın Başkanı Gülseven Yaşer de PKK’lıdır!.. Emniyet makamları açısından, “Şehit Aileleri”ni
kullanarak, onların haklı ve tertemiz duygularını sömürüp kışkırtanlar, konunun
T.B.M.M.’ne taşınmasını sağlayanlar, sahte isim ve imza ile ya da isimsiz ve
imzasız olarak ihbarda bulunanlar, bunların Vakıflar ve Maliye ayağında yer
alanlar, belki bir anlam ifade etmeyebilir. Ya da organize bir suç örgütü,
yasadışı bir dinsel oluşum olarak algılanmayabilir. Bunu bir dereceye kadar
anlayış ve hoşgörü ile karşılamak da mümkündür. Ancak, evi kurşunlanan, sürekli
ölüm tehditleri alan ve can güvenliğinin sağlanması için koruma talebiyle resmi başvuruda bulunan;
buna karşılık Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Bahriye Üçok, Muammer Aksoy
örneklerinde olduğu gibi koruma tahsis edilmeyen; sonra da komiser rütbesinde
bir emniyet görevlisi tarafından –devlet çıkarı ya da güvenliği için değil,
cemaat çıkarı için- tuzağa düşürülmeye çalışılan bir Cumhuriyet aydınına karşı,
Emniyet makamları taraf mı olmalıdır, yoksa seyirci, hatta karşı mı durmalı,
sorusu mutlaka irdelenmelidir. Fethullah Gülen’e 1996’dan itibaren resmi koruma
tahsis eden ve hatta A.B.D.’ne zorunlu hicreti sırasında yanında resmi
korumasını götürmesine de izin veren, süresini uzatan Emniyet makamları, bu
olayda ne yapması gerekirken, ne yapmıştır? İşte, bu sorunun acı yanıtları: Türk ulusunun verdiği vergilerle maaş alan;
Türk Devleti tarafından yetiştirilerek komiser rütbesi ve üniforması verilmiş;
Türk Devletinin ve vatandaşlarının güvenliğinden birinci derecede sorumlu; kamu
güvenliği için canını feda etmeye yemin etmiş bir Emniyet mensubu kalkıyor,
yasadışı bir dinsel yapılanmayı koruma uğruna, devleti ve rejimi savunan bir
Cumhuriyet aydınına tuzak kuruyor, bir başka ifadeyle emniyeti suistimal
ediyor... Bu olay, bırakalım bir Batı ülkesini, sömürge konumundaki bir Afrika
Devleti’nde bile olsa, zanlının suçu sabit oluncaya kadar, yargılama sürecinde
açığa alınır, bu arada işbirlikçileri soruşturulur, bulunur ve gereği yapılır.
Ya bizde? Sözkonusu komiserin, Emniyet içinde başka işbirlikçileri olabileceği
hususu hiç araştırılmış mıdır? Aksine, işbirlikçilerin açığa çıkarılması
yerine, bunların mağdurun üzerine daha da baskı uygulamalarına, zan altında
bırakılmalarına -halk deyimi ile- çanak tutulmuştur. Nasıl mı? 3.3.2.2. GÜVENLİK ŞUBE MÜDÜRLÜĞÜ’NDE İFADE ALMA-SORGULAMA
TRAJEDİSİ
Çağdaş Eğitim Vakfı, IŞIK TV’de sözkonusu iftiranın
yayınlanmasının ardından, Ç.E.V. Başkanı Gülseven Yaşer, ifadesi alınmak üzere,
İstanbul Emniyet Müdürlüğü Güvenlik Şube
59
Müdürlüğü’ne çağrılmıştır. 28.05.2002 Tarihinde ve saat
15.20’de alınmaya başlanan ifadede sorulan sorular, aklı başında her
istihbaratçının -deyim yerindeyse- “saçını-başını yolduracak” biçimde
seçilerek, Ç.E.V. Başkanı’na psikolojik yıldırma yöntemleri uygulanmıştır.
Örneğin: “SORULDU: Bayram ÖZBEK ile nerede, ne zaman ve nasıl tanıdınız? Ayrıntılı
bir yanıt verilmiştir. SORULDU: Işık TV’de yayınlanan gizli kamera çekimlerini
siz mi yaptınız, adıgeçen yayın kuruluşuna siz mi verdiniz? Ayrıntılı yanıt,
ifadeyi alan 2. Sınıf Emniyet Müdürünü (Emniyet müdür Yardımcısı) tatmin
etmemiş olacak ki, ardından saptırma amaçlı bu soru gelmiştir. Ç.E.V. Başkanı,
PKK gibi eli kanlı bölücü terör örgütlerinin yanısıra, yıllardır dağıtılması
için savaşım verdiği, uğruna kurşunlanma dahil, her türlü maddi-manevi sıkıntı
ve riske girdiği yasadışı fethullahçı yapılanma aklansın; Fethullah Gülen
beraat etsin, Fethullah Gülen’in avukatlarına koz ve malzeme olsun, kendisine
vatan haini yaftası yapıştırılsın diye, bu gizli çekimi bizzat kendisi
yaptıracak ve şeriatçı TV kanallarına kendi eliyle verecek?!. Yine kendi eliyle
kendini PKK’lı olarak ilan ettirecek, sonra da Emniyet Müdürlüğü ve DGM
Başsavcılığı’nda bunu “itiraf” edecek?!. Bu nasıl bir algılama ve değerlendirme
kapasitesi ve düzeyidir?!. Ç.E.V. Başkanı, anlaşılan sorgulayanın üniformasına
duyduğu saygı ile yine de yanıt vermiştir: “Bunun teknik olarak sözü edilen
çekimlerin benim tarafımdan yapılmasının mümkün olmadığı gibi, bu görüntülerin
Işık TV’de yayınlanmasından sonra aleyhimde görsel ve yazılı basında çıkan
haberler ve bu haberlerle bağlantılı olarak Ankara DGM Başsavcılığı’nın PKK’ya
yardım ve yataklık ettiğim iddiasıyla suç duyurusunda bulunulması, benim vermiş
olabileceğim iddiasını da ortadan kaldırmaktadır”. SORULDU: Bayram ÖZBEK ile
birlikte başkanlığınızı yaptığınız Vakıf tarafından kendisine burs verilen
üniversite öğrencisi Ramazan Yıldırım adlışahısla görüştünüz mü? Görüştü iseniz
aranızda nasıl bir diyalog geçtiğini anlatınız. Ç.E.V. Başkanı, bu
yönlendirmeye açık soruya ayrıntılı yanıt vermiştir. Ancak, Komiser Bayram
Özbek’in bu vakıfta özel görevli olduğu, öğrenci düzeyine kadar indiği,
gerçekdışı isnatta bulunduğu, ifade alan görevlinin bilgisi dahilinde olduğu
sorunun içeriğinden açıkça anlaşılmaktadır. Kod adı kullanan, M.İ.T.’na ait
belgeleri deşifre ederek yayan, gizli çekim yapan, çevresindekileri gerçekdışı
bilgilerle yönlendirmeye kalkışan, kısaca her türlü yasayı çiğneyerek vazife ve
selahiyetlerini aşan, emniyeti her türlü ihlal eden bir komiserin durumu, ifade
alan 2. Sınıf Emniyet Müdürü’nü hiç mi hiç rahatsız etmeyecek?!. Ve üstelik, bu
komiserin iftiraları ciddiye alınarak, adıgeçen
emniyetçi tarafından mağdura soru olarak yöneltilecek?!. Kaldı ki, İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi
Cumhuriyet Başsavcılığı’nın (Hazırlık No: 2002/1134) TAKİPSİZLİK kararında,
Bayram ÖZBEK’in iddialarının asılsızlığı ve ifadeyi alanın da bu sorusunun
dayanaksızlığı ortaya çıkmıştır. SORULDU: Bayram ÖZBEK’in PKK’lı öğrencilere
burs vermemeniz gerektiği yönünde tarafınızdan herhangi bir tavsiye oldu mu?
Daha önceki sorularda da bunun yanıtı verilmesine karşın, 2. Sınıf Emniyet
Müdürünün, bu hususu algılamamakta ısrar gösterir bir tarzda, bu soruyla,
yasadışı bir biçimde, yasal görevlendirme emri olmaksızın, legal bir kuruluş
olan Ç.E.V.’na “sızan” malûm komiseri, “mazur gösterme”, “aklama” gayreti
içinde olduğu kanısı doğmaktadır. İfadeyi alan görevli, İstanbul başta olmak
üzere ülke içinde ve dışında faaliyet gösteren PKK, DHKP-C, TİKKO, Kaplancılar,
Vahdetçiler, Hizbullahçılar, Fethullahçılar, Selamcılar vb. yasadışı örgüt ve
yapılanmaları bilmek zorundadır. Bu bağlamda,
(E) Orgeneral Kemal Yavuz, (E) Orgeneral Atillla Ateş, (E) Orgeneral
Nejdet Timur gibi PKK’ya karşı verilen fiili mücadelede bizzat yer almış
komutanların Ç.E.V. yönetiminde ve danışmanlığı görevinde bulunduklarını,
konuyla ilgili hemen herkes gibi, kendisi de bilmek konumundadır. Gülseven
Yaşer, bu soruya da tekrar ve tekrar ayrıntılı yanıt vermiştir. SORULDU:
Vakfınızda gizli kamera ile çekilmiş görüntü kasetleri var mı? Varsa bu
kasetlerden Bayram ÖZBEK’e verdiniz mi? Verdiyseniz bu kasetlerin içeriği ne
idi? Bu kasetleri Bayram ÖZBEK’e verirken neyi amaçlamaktaydınız? Bu sorunun
-eski deyimle- “hikmet-i sebebi”, Vakıf Merkezi’nde daha sonra yapılacak polis
aramasında anlaşılacaktır. Zira, arama sırasında nedense, Fethullah Gülen davasının
Savcısı Nuh Mete Yüksel’e ait olduğu iftiraen iddia olunan gizli çekilmiş bir
montaj kaset, polis memurları marifetiyle bulunmuştur (!). Vakıf Başkanı’nın
yanıtı net ve kısa olmuştur: “ÇEV’de gizli kamera kullanılmaz.
60
Gizli kamera çekimi yapılmaz ve yapılamaz. Gizli kamera
çekimi ile yapılmış görüntü kasetleri yoktur. Bu şekilde bir kaset de kendisine
verilmemiştir”. SORULDU: Işık TV’de
yayınlanan görüntü ve konuşmaları yalanlaması için Bayram ÖZBEK’e herhangi bir
teklifte bulundunuz mu? Şu an hangi (GSM) telefon numarasını kullanıyorsunuz?
Kullandığınız telefon sizin adınıza mı kayıtlı? Son bir senedir başka telefon
numarası kullandınız mı? Bu sorularla, ifadeyi alan 2. Sınıf Emniyet Müdürü’nün
-deyim yerindeyse- niyetinin “üzüm yemek mi, bağcı dövmek mi” olduğu rahatça
değerlendirilmektedir (116). Şöyle ki, Gülseven Yaşer, bu ifadeyi müşteki
(şikâyetçi) sıfatıyla vermiştir. İfadeye konu, Bayram Özbek adında bir emniyet
mensubunun ilişkileri ve bazı yasadışı girişimleri ile ilgili olarak verilen şikâyet
dilekçesidir (117). Yaşer’in iddiaları, derhal üzerine gitmeyi gerektirecek
önem ve aciliyete sahiptir. İfade tekniği açısından, soruların dilekçe
çerçevesinde sorulması; soruların birbirini açması ve zincirleme yeni sorular
doğurması gerekirken, bu yapılmamıştır. İfade alan görevli, tekniğe aykırı
olarak önceden not alınmış soruları sormakla yetinirken, bu soruların dışına
hiç çıkmamıştır. Sorularda, şikâyete konu Bayram Özbek adlı komiser lehine
durum yaratacak “tuzak” hususlar yeralmıştır. Örneğin, şikâyet dilekçesinde,
eski bursiyer Ramazan Yıldırım’ın adı hiç geçmediği halde, ifade alan 2. Sınıf
Emniyet Müdürü bu konuda doğrudan soru yöneltmekle, “tarafsız” bir görüntü
yerine, önceden “doldurulmuş”, “güdümlenmiş” bir görüntü çizmiştir. Aynışekilde,
bir Vakıf Başkanı’nından burs verdiği onbini aşkın öğrenciden biri ile
“görüşüp-görüşmediği”ni sormakla ve şayet bu görüşme olmuşsa ne konuşulduğunun
anlatılmasını istemekle, sadece abesle iştigal değil, müştekiyi “zan” altında
bırakacak bir plana dahil olduğu kanısını uyandırmıştır. Yukarıdaki sorularla,
kısa süre sonra Vakıf binasına yapılacak polis baskınının ön gerekçeleri de
elde edilmeye çalışılmıştır. Keza, “Vakfınızda gizli kamera ile çekilmiş
görüntü kasetleri var mı?” sorusu ile müştekinin adresi hedef olarak
gösterilmiştir. Aynı zamanda, polis araması sırasında nedense bir anda “ortaya
çıkıveren”, “elleriyle koymuşçasına bulunan” ve Nuh Mete Yüksel’e ait olduğu
iddia edilen her karesi montaj kasetin mevcudiyeti ve bulunuş öyküsü, yine aynı
polis memurları tarafından vakıf kütüphanesinde bir dakika içinde “elleriyle
koymuşçasına bulunan” kayıtsız-kaşesiz yasadışı yayınların mevcudiyeti ve
bulunuş öyküsü gibi hususlar, ifadeyi alan Emniyet Müdür Yardımcısının
sorularıyla asla çelişmemiştir. “Şu an hangi (GSM) telefon numarasını
kullanıyorsunuz? Kullandığınız telefon sizin adınıza mı kayıtlı? Son bir
senedir başka telefon numarası kullandınız mı?” soruları ise, ancak bir zanlıya
sorulabilecek sorular arasındadır; bu konumdaki bir müştekiye asla değil!..
Sorudan, Ç.E.V. Başkanı’nın kullandığı GSM telefonlarının önceden detay
sorgulaması yapılmış olduğu anlaşılmaktadır. Kendisinin, kimlerle, kaç defa ve
hangi süreyle konuştuğu, zaten bu detay sorgulamasında -ki yapılmışsa- mutlaka saptanmıştır. Gülseven Yaşer, bu
soruyu olumlu yanıtlamış olsaydı, bu defa detay sorgulamalarındaki bilgiler
masaya yatırılacak, örneğin Yaşer’in Fethullah Gülen davasını “etkilemek”
için kimlerle ne sayıda konuştuğu ve bu konuşmalarda geçen diyalogları
anlatması istenecekti. “Bu bilgiler nereden alındı?” sorusuna da, hiç
şüphesiz “kendisi verdi” denilecekti.
Kısaca, teknik olarak ifadenin böyle “tuzak” nitelikli, önceden kalıp olarak
hazırlanmış sorularla alınması, doğru, objektif ve de etik değildir. Sonuç olarak, bu ifadede soru
bağlamında müştekinin “ikrarı” ve
“itirafı” amaçlanmıştır. Cumhuriyetin tüm temel değerlerine, Atatürk ilke ve
devrimlerine, devletin ülkesi ve ulusuyla bölünmezliğine, laik hukuk sistemine
sıkı sıkıya bağlı nadir bir sivil toplum kuruluşu olan Çağdaş Eğitim Vakfı’na
“sızan” ve zincirleme suç işleyen Komiser Bayram Özbek hakkında açılacak
soruşturmanın derinliğini arttıracak sorulara ise maalesef yer
verilmemiştir. Devlet ve vatandaş
güvenliğinden birinci derecede sorumlu olanların sergilediği bu tutum ve
davranış ile görüntü, ister istemez tüm bilinçli vatandaşlarda, umutsuzluk,
karamsarlık, yeis gibi duygulara neden olmaktadır... 3.3.2.3. ÇAĞDAŞ EĞİTİM VAKFI’NDA POLİS ARAMASI
Fethullahçı istihbaratçıların planlı operasyonunun üçüncü
evresinde, yargı-kolluk gücünün birlikte harekete geçirilmesi yer almaktadır.
Ç.E.V. Başkanı Gülseven Yaşer’in, İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet
Başsavcılığı’na ifade vermesi, süreci durdurmaya yetmemiştir (118). Sonuçta,
İstanbul 6 Nolu D.G.M. Başkanlığı, Müteferrik No. 2002/288, Hazırlık No.
2002/1134 kararla, “CMUK. 94-103 maddesi uyarınca usulüne uygun olarak
GÜNDÜZLEYİN BİR DEFAYA MAHSUS OLMAK ÜZERE ARAMA YAPILMASI” hususunu Terörle
Mücadele Şube Müdürlüğü’ne tevdi etmiştir (119).
61
Bundan sonrasını, yani kimi emniyet mensuplarınca
sergilenen mizanseni, polis marifetiyle
gerçekleştirilen aramanın başından sonuna kadar içinde bulunan Ç.E.V. Genel
Müdürü Gülşen Can, 3.6.2002 tarihli durum tespit raporunda şöyle anlatmaktadır:
“03.06.2002 Tarihinde sabah saat 9.30 sularında, T.C. Maliye Bakanlığı İstanbul
Defterdarlığı Boğaziçi Bölge’den, Yavuz Oğuz ve Mustafa Güneş isimli kişilerce
yoklama yapılmış olup, ekteki tutanak imzalanmıştır. Bu kişiler Vakıftan daha
ayrılmadan, sayıları 20’ye yakın, ve aralarında daha önce misyonerlik
panelimize de katılmış olan Siyasi Şube’den Komiser Murat’ın da bulunduğu
İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nden bir ekip, ekteki arama izni ile birlikte gelip
Vakıfta arama yapacaklarını söylediler. 5 Katlı Vakıf Binasının ayrı ayrı gruplarca
(herkes kendi konusuna göre) aranması gerektiğini belirtip, derhal bodrum kata
inmek istediklerini bildirdiler. Çok kısa bir sürede bütün katlara dağıldılar.
Kütüphanenin ve odamın bulunduğu katta görevli olarak benden başka kimsenin
olmaması nedeniyle, dağılmış olan kişileri takip etmem çok zordu. Derhal
Ankara’da bulunan Vakıf Başkanı’mıza ve Av. Suat Ballar’a haber verdim. Yönetim
kurulu Üyelerimizden Arif Sönmez ve Bike Karaduman hemen geldiler. Av. Arif H.
Bildik de bir süre sonra geldi. Emniyet mensupları ile birlikte Vakıflardan
Melih Güler de araştırmaya katıldı.
Kütüphanemiz aranırken ben o sıralarda Başkanımızın odasını denetleyenlerin
yanında idim, aşağıya çağrıldım ve bazı PKK yanlısı el broşürleri ile 2 adet A.
Öcalan’ın kitaplarından bulunduğunu iddia ettiler. Bunları ilk kez gördüğümü ve
üzerinde ayrıca ÇEV kitaplığının kaşesinin bulunmadığını ve bu kitapların
kitaplığımızla bir ilgisinin olmayacağını belirttim. Bana ‘kapı kapalı idi,
sizin denetimimiz sırasında yanımızda bulunması için görevlendirdiğiniz
arkadaşınız kapıyı açtı, o da gördü bunlar burada idi’ dediler ve inanılmaz
hırçın ve suçlayıcı bir ifadeleri vardı. Arzu da kapıyı kendisinin açtığını
söyledi, oysa ki sabah saat 9.00’da her zaman olduğu gibi kapı benim tarafımdan
açılmıştı. O sırada yine aynı katta emniyetten 7 veya 8 kişi görevli bulunuyor
idi, benim odamın kapısı açıktı hatta bir görevli de benim odamda gazete okuyor
idi. Bizden ise Kütüphanedeki Arzu dışında hiç kimse yoktu. Bir süre sonra
başka bir görevli benim odamdaki kitapları araştırırken, ÇEV ve Otopsi
yayınlarının bulunduğu az sayıdaki kitabın arasından ‘bu ne’ diyerek PKK
Gerçeği ve Apo olarak anımsıyabildiğim bir kitap uzattı, hayatımda ilk kez
gördüğüm bir kitap olduğunu söyledim, ayrıca daha geçen hafta bir kitap aramak
için yeni elden geçirmiş idim o rafı. Sonuçta durum o kadar gerçek dışı gibi ve
komik idi ki Komiser Murat vakfa gelen öğrencilere daha çok dikkat etmemiz
gerektiğini, bu öğrencilerden birinin de gelip bu kitapları o rafa
yerleştirebileceğini söyledi. Daha sonra odama gelen Melih Güler, ki tavrı
Emniyet Mensuplarınınkinden de daha itici idi, Yönetim Kurulu kararlarını ve
üzerinde American Board yazılı bir dosyayı (içinde çocuk kulübü ve yaz okulları
projesiyle ilgili bilgilerin bulunduğu) aldı... Ayrıca her türlü özel
evraklarım da tetkik edildi. Başkomiserin izni olmadan dışarıya hiç kimsenin
çıkamayacağını, ayrıca dışarıdan da hiç kimsenin içeriye giremiyeceğini
söylediler. Bu arada bir grup, ÇEV Yönetim Kurulu Başkanının odasında hem maç
seyrediyor hem de evrak inceliyorlardı. Akşama doğru Muhasebeye çağrıldım ve
yeşil bir CD gösterdiler. Bunu kasaya kim koydu diye sordular. İlk kez gördüğüm
CD’nin çok önemli olduğunu söylediler.
İşlerinin ne zaman biteceğini sorduğumda, sizi kendi mekanınızda misafir
ediyoruz aksi takdirde sizi emniyette tutacaktık dediler. Bütün aldıkları
evraklar kolilendikten sonra bir zabıt tutuldu. Sözü edilen kitapların zapta
geçerken ÇEV Kaşeli olmadıklarını belirtilmesini istedim, ‘bunu daha sonra
savunmanızda belirtirsiniz şimdi bunu imzalayın yoksa bizimle emniyete
gelirsiniz’ dediler. Dışarıda bekleyen basın mensuplarına biz vakıf zarar
görsün istemiyoruz, bu nedenle hiçbir açıklamada bulunmayın bizler kimselere
bir şey söylemiyoruz dediler, ancak hepsi dağıldıktan sonra saat yedi buçuk
sularında vakfa gelen basın mensupları PKK yanlısı yayınlar varmış polislerden
duyduk, dediler. Av. Arif Beyle birlikte kendi aramızda bir zabıt tuttuktan
sonra arkadaşlar saat dokuza doğru vakıftan ayrıldı” (120). Mizansenin daha iyi
anlaşılabilmesi için, normal olarak arama boyunca binada bulunan Ç.E.V.
çalışanlarının ifade tutanaklarının da bilinmesi gerekmektedir. İşte, bunlardan
biri olan Arzu Miroğlu’nun ifadesi: “03 Haziran 2002 günü saat 11 sularında
masamda çalışırken, Sn. Emine hm. Tarafından 2. kata çağrıldım. DGM tarafından
mahkeme kararı ile vakfımız aranacağı ve benim Kütüphane
62
aranırken hazirun olarak bulunmam istendi. Merdivenlerden
inerken 2 kişinin kütüphane kapısında beklediğini gördüm ve kapıyı iterek kütüphaneye
girdik. Bir polis sol, diğer polis sağ
tarafa yöneldi. Sol tarafa yönelen adının İlker olduğunu zannettiğim komiser aramanın birinci
dakikasında Abdullah Öcalan’ın Halk Ayaklanmasında Militan Kişilik isimli
kitabından 2 adet ve bir takım yasa dışı örgütlerin bildirilerini buldu. Bana
bu örgütleri tanıyıp tanımadığım soruldu. Tanımadığımı belirttim. Onlar PKK’nın
iki örgütü olduğunu bir tanesinin PKK’nın askeri kanadı olduğunu, diğerinin
siyasi kanadı olduğunu, mavi çarşı ve mısır çarşısı olaylarını bu örgütlerin
yaptığını söyledi. Ne kadar profesyonelsiniz dediğimde: Biz ne aradığımızı çok
iyi biliyoruz dediler. Bu işlerle hiçbir ilgimiz olmadığını bu kitap ve
belgeler ile ilk kez karşılaştığımızı söyledim. Ağaçtaki öğrencilere bakılırsa
çok tanıdık simalar olduğunu söylediler.
Bulunan Abdullah Öcalan’ın kitabında bizim kaşemiz olmadığının ve
bulunan bildirilerin tarafımdan ilk kez görüldüğünün daha önce bunların burada
olmasının mümkün olamayacağını söyledim. O zaman biz mi koyduk onu mu demek istiyorsun
dediklerinde: Hayır burası herkese açık bir kütüphane, belli ki birileri
tarafından kasıtlı konmuş diye söyledim. Bu ibarelerin Avukatımız Sn. Arif Bey
tarafından da tutanağa şerh konması istendi ancak görevliler bunların tutanağa
yazılamayacağını, onları savunmada söylersiniz dediler. Tutanağı imzalamazsam
kesinlikle göz altına alınacağımı 4 güne kadar içerde kalabileceğimi
söylediler. Bunun üzerine korktum ve imzaladım” (121).
Mizansenin bir başka boyutunu, CD’ler ile ilgili olanını da,
yine bir başka Vakıf çalışanı Emine Macun, ifadesinde şöyle yansıtmaktadır:
“03.06.2002 Günü sabah 10.30-11 sularında Gn. Müdürümüz Sn. Gülşen Can
tarafından giriş katına çağrıldım. Aşağıda 15-20 görevli bulunuyordu. Vakfımıza
DGM Mahkemesi kararınca aranacağı söylendi. Görevli bir kişi her odaya bir
hazirun eşliğinde arama yapacaklarını belirtti. Arzu arkadaşımızı 2. kattaki
kütüphane odasına çağırdım, 2 görevli ile orada hazirun olarak bulundu. .
İsmail arkadaşımız 2 kişi ile depomuza indi, biz de diğer görevlilerle 3. kata
çıktık. Cem Bey 4. kattaki Vakıf Başkanımız Sn. Gülseven Yaşer odasına diğer
yetkili arkadaşlarla çıktı. İnci hm. ve ben 3. katta bulunan muhasebe odasına
birkaç arkadaşla girdik. Vakıflardan görevli Sn. Melih Güler bir görevli ile
dolaplarımızdan dosyalarımızı, muhasebe defterlerini, çekmecelerimizden çıkan
evrak ve disketleri odadaki bir masanın üzerine yığmaya başladı, daha sonra Sn.
Melih Güler tarafından kasanın açılması istendi, kasayı açtım içindeki parayı
birlikte saydık, bir kağıdın üzerine çıkan rakam not alındı ve parayı kasaya
koydum, kasanın altında bulunan kilitli kısmı açmam istendi açtım, orada
bulunan muhtelif zamanlarda yapılan etkinliklerimize ait video kasetleri, ana
bilgisayarın disketleri, muhasebe disketleri, birkaç CD, kullanılmış ve
kullanacağımız makbuzlar hepsini diğer evrakların bulunduğu masanın üzerine
Melih Bey tarafından konuldu. Ayrıca vakfa ait 3 adet çek karnesi de diğer
evrakların üzerine konuldu, bir süre sonra aşağıdan çağrılmam üzere çek
karnelerini tekrar kasaya koymayı ya da tutanak tutmayı talep ettim. Melih bey
bize güvenmiyor musun, dedi, tutanağın evraklarla bir tutulacağını söyleyerek
çekleri tekrar kasaya koyabileceğimi belirtti. Akşam 6.30 sularında aşağıdan
çağrıldım, bir görevlinin elinde 2 adet yeşil CD kılıflarında Ankara-Deniz
yazılı, bana bu CD’lerin neler olduğunu, kim tarafından verildiği ısrarla
soruldu, hiç görmediğimi, hatırlamadığımı söyledim. Hatırlamam gerektiği, suçlu
duruma düşeceğim ifade edildi. CD’lerin kasadan çıkanların yanında bulunduğu
söylendi. Daha sonra kütüphaneye indik, kütüphaneden bazı kitaplarla belgelerin
bulunduğunu öğrendik. Bunları da ilk defa gördüğümüzü belirttik. Tutanak
tutuldu, imzalamamız istendi, kabul etmediğimiz takdirde emniyete giderek ifade
vermemiz gerektiği söylendi ve kasa tutanağının ayrı tutulacağını o zaman
öğrendim, kasa tutanağı tutuldu ve bahsedilen 2 CD bunların arasına yazıldı. O
arada 4-5 adet CD daha dikkatimi çekti, onları da daha önce görmediğimi
söyledim. O CD’lerin Cem bey’in Batman Proje etkinliklerine ait olduğu ve Cem
beyin odasından alındığı anlaşıldı ve tutanağa eklenmekten vazgeçildi. Tutanak
Gülşen hm. Avk. Arif bey ve tarafımca imzalandı” (122). Çağdaş Eğitim Vakfı, emniyet eliyle maruz
bırakıldığı bu “anlamlı” operasyon karşısında, bir yandan hukuksal mücadelesini
sürdürken, diğer yandan da kamuoyunu acilen bilgilendirmeye yönelik bir bildiri
yayınlamıştır: “Çağdaş bir Türkiye’nin
teminatı olan gençliğin, irticanın karanlık emellerine alet edilmemesi ve
gelecekte karşılaşılabilecek olumsuzlukların engellenmesi amacıyla kurulan
Çağdaş Eğitim Vakfı, cemaatlere karşı mücadelesinde bu tarihe kadar sayısız
güçlüklerle karşılaşmış ve neticede bu gün vakıf merkezi bir komplonun
sonucunda emniyet birimlerince aranarak, vakıf evraklarına el konulmuştur.
63
Emniyet birimleri arama gerekçesi olarak, ‘PKK’ya yardım ve
yataklık yapılmasını’ gerekçe göstermişlerdir. Uzun süreden beri vakfımıza
yönelik devam etmekte olan tertibin son halkasını teşkil eden bu ağır suçlamayı
vakfımızın kabul edebilmesi mümkün değildir. Son suçlama Işık TV televizyon
kanalında 4 Mayıs 2002 tarihinde yayınlanıp, 6 Mayıs 2002 tarihinde Ankara 2
No.lu Devlet Güvenlik Mahkemesi’ne sanık Fethullah Gülen vekilleri tarafından
sunulan ve vakfımızın PKK’lılara burs verdiği iddiası ile ilgili olup, bu iddia
İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nde görevli fethullahçı bir emniyet mensubunun
vakıfla irtibat kurarak gerçekleştirdiği ajan provokasyon tertibin ve
dezenformasyon faaliyetinin sonucudur. İlgililer hakkındaki tüm yasal
haklarımız saklı kalmak üzere gerekli açıklamalar 4.6.2002 Salı günü saat
12.00’de Vakıf Merkezimizde kamuoyuna yapılacak olup, ‘stratejik denge’
aşamasında tertipler düzenleyerek ‘Cumhuriyetin temel değerlerinin
değiştirilmesinde aktif faaliyete geçen irticaya karşı’, tüm Cumhuriyet
aydınlarını göreve davet ediyoruz” (123). Çağdaş Eğitim Vakfı’nın bu
açıklaması, maalesef Basında yer bulmamıştır. “Çamur at, izi kalır” taktiği ile
hareket eden fethullahçı istihbaratçıların
tüm hesapları, Milliyet Gazetesi yazarlarından Tuncay Özkan ile Star
Gazetesi yazarlarından Saygı Öztürk’ün köşe yazıları ile bozulmuştur. Bir başka
deyişle, Ç.E.V. üzerinde oynanan oyunlar, bu iki yazar tarafından kamuoyuna tüm
çıplaklığı ile deşifre edilmiştir. İşte bunlardan Tuncay Özkan’ın yazdıkları:
“... Neden Çağdaş Eğitim Vakfı Önce Çağdaş Eğitim Vakfı’nın başına örülmek
istenen komployu anlatayım. Bu vakıf ilk olarak Çağdaş Yaşamı Destekleme
Derneği’yle birlikte Sadettin Tantan döneminde kapatılmak istendi. Bu kapatma
oyununun arkasında kendi yazdıklarıyla bu vakfı ihbar eden İslamcı bazı
gazeteler ve yazarlarının başlattığı kampanya vardı. Bunların kapanmasının
istenmesindeki amaç şu, bu vakıflar Fethullah Gülen davasının itirafçı
çocuklarını bulup ortaya çıkartan ve davanın açılmasında en etkin gücü
oluşturan sivil toplum örgütleri. Bunları yok etmek için çabalamalarının nedeni
bu. Ayrıca bu vakıflar, Gülen ve diğer İslamcı cemaatlerin el attığı burs
verdiği her çocuğa gidip burs veriyorlar. Onlara Cumhuriyet devrimlerini ve
aydınlanmayı anlatıyorlar. Polis ajanı komploda Kapatma davaları, üst üste
gelen incelemeler sökmeyince, şimdi kumpasa polis içindeki adamlarını kattılar.
Bunlardan İstanbul Emniyeti’nde Terörle Mücadele’de görevli bir komiser (B.Ö.)
polis kimliğini kullanarak vakfa sızıyor. Sonra da önce Fethullah davasının
itirafçı çocuklarının kimliğini öğrenip onların davadan vazgeçmesini sağlıyor,
ardından da vakıfın dağıttığı burslardan alan iki öğrencinin PKK’lı olduğunu
savlayarak bununla ilgili bir gizli kamera çekimi gerçekleştiriyor. Bu çekim
İslamcı basında yayımlanınca, Ankara DGM soruşturma başlatıyor. Ama daha sonra
görevsizlik kararıyla olayıİstanbul’a gönderiyor. Bu sırada İstanbul
Emniyeti’ne yazılan bir arama yazısı ajan polisin bağlı olduğu Terör ile
Mücadele ekiplerine ulaşıyor. Bunlar Vakfı basıyor ve ne ilginç, daha dün yayın
yasağı konulan Nuh Mete Yüksel’e ait olduğu iddia edilen seks şantajı
kasetlerinden buluveriyorlar. Abdullah Öcalan’a methiye kitapları ve yazılar
buluyorlar. Yeni Şafak gazetesi de bunu haber yapmış. İyi de bu kasedi oraya
koymadan önce Nuh Mete Yüksel’e gönderip şantaj yapanlar kim o zaman? Nuh Mete
Yüksel ile dün telefonla bir görüşme yaptım. Yüksel, Çağdaş Eğitim Vakfı ile
ilgili olarak yapılanları ‘oyun içinde oyun’ diye nitelendirdi. ‘Bu vakıftaki
aramadan çok önce bana bu şantajı yapmak istediler. Ama daha önce Çağdaş Eğitim
Vakfı’nı katarak olayın yönünü, değerlendirilmesini ve algılamasını
değiştirmeye çalışıyorlar. Bunların yaptıklarını görüyoruz. Yanlarına
kalmayacaktır. Bunu yapanları tek tek bulup ortaya çıkartacağım. Bu yolla
etkilemeye çalıştıkları davalar yargının şaşmaz terazisinde tartılıyor. Bir Nuh
Mete Yüksel’i, Çağdaş Eğitim Vakfı’nı yok etmekle ne yapacaklarını sanıyorlar.
Biz gideriz Cumhuriyet’e ve Türkiye’ye sahip çıkacak başka savcılar gelir. Türk
adaleti bu oyunları, şantajları boşa çıkartır, kimse merak etmesin’ dedi.
Bir taşla iki kuş Bir taşla iki kuş vuracaklar ya! Hem vakfı,
hem de Nuh Mete Yüksel’i harcamış olacaklar. Akıllı adamlar değil mi? Bu
komploda biri bana çıkıp polisin eli yok desin. O ajan provokatör polis şimdi
açığa alındı. Müfettiş soruşturması başlayacak. Ama onun arkasından İstanbul
terör ile Mücadele’ye sızan veya istihbarata sızan irticacı güçler ne olacak?
Ankara’da ya da polisin merkez birimlerinde istihbarat ve diğer ünitelerde
cirit atan bu irticacı polislere kim dur diyecek?
64
İrticacı polisler atakta. Bunların ortaya çıkartılması, bu
komploların aydınlatılması için DGM savcılıklarını, İçişleri Bakanlığı’nı
göreve çağırıyorum. Şimdi hiçbir terör ile Mücadele birimi ayağa kalkıp biz,
Hizbullah ile mücadele ediyoruz demesin. Hizbullah ayrı, Fethullah ve diğer
gruplar ayrı. Bunlarla da mücadele edin de görelim. Yoksa bu ülkede irtica
yuvalarının polisi ele geçirmesinin önüne geçmek imkânsız olacaktır” (124).
Tuncay Özkan’ın yazdıkları, Emniyet Genel Müdürlüğü ya da İçişleri Bakanlığı
tarafından hiçbir şekilde tekzip edilmemiştir. Tertibin anlaşılmasına rağmen,
mağdur olan Çağdaş Eğitim Vakfı, kendini aklama çabalarını sürdürmeye devam
etmiştir. Örneğin, montaj kasede yer veren TV kanallarına ve gazetelere noter
kanalıyla açıklama gönderilmiş ve haklarında 100’er milyar TL manevi tazminat
davaları açılmıştır (125). Diğer taraftan, Vakıf Avukatları, İstanbul 6 Nolu
DGM Başkanlığı’na verdikleri itiraz dilekçesi ile usulsüz aramaya itiraz
ederken, bu arama sırasında el konulan Vakfa ait tüm evrak, belge ve her türlü
malzemenin iadesi talebinde bulunmuşlardır. Bu dilekçe, Vakfa yönelik tertibi
ortaya koymasının yanısıra, içeriği itibariyle de son derecede önemli olup,
daha sonra İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi Başsavcılığı tarafından verilen
TAKİPSİZLİK kararına dayanak oluşturmuştur:
“İtirazlarımız: MAHKEMENİZCE VERİLEN ARAMA KARARI YÖNÜNDEN: 1) İstanbul
DGM C. Başsavcılığının 31.05.2002 gün ve 2002/1134 hazırlık sayılı talep yazısı
hukuka ve usul hükümlerine göre aykırılıklar taşımakta ve amacını aşan bir
özellik göstermektedir. Zira yürütülen soruşturmada savcılık makamı ÇEV’in
Başkanı olan Gülseven Yaşer’i ifadesi alınmak üzere davet etmiştir. Vakfın
avukatlarından Av. Arif Hikmet Bildik ile Gülseven Yaşer 28.05.2002 günü
soruşturmayı yürüten Savcı Ali Yorulmaz’a gitmiş ve savcılık yazılı ifade
vermek ve belgeleri ibraz etmek üzere Gülseven Yaşer’e 3 gün süre vermiştir. 2)
Bu süreye uyulmuş ve Vakıf Başkanı Gülseven Yaşer 31.05.2002 günü öğleden sonra
tüm soruların ve olayların içeriğini açıklayan bir dilekçe ve ekimde; a)
Olayların başlangıcı olan ve İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nde görevli bir
komiserin çektiği gizli görüntüleri içeren CD ve yine bu kişi ile yapılan
telefon görüşmesini içeren CD, b) Hakkımızdaki şikayete neden gösterilen ve
PKK’lı diye lanse edilen öğrencilere ait vakıf dosyasındaki tüm kayıt belge ve
bilgiler ile bu kişilere yapılan ödemelerin ay ay dökümünü içeren muhasebe
kayıtları, c) Yine bu görüntülerin yayınlanması ile tarafımızdan başlatmış
olduğumuz hukuki süreçlere ilişkin ihbarname örnekleri, dava dilekçe örnekleri,
İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne yapmış olduğumuz şikayet dilekçesi örneği gibi
olayın soruşturmasına ışık tutacak ve vakfımızda bulunan tüm bilgi ve belgeler
3 adet dosya halinde savcılık makamına teslim etmiştir. 3) Savcılık makamı daha
bizim vermiş bulunduğumuz dilekçe ve eklerini incelemeden aynı gün Ankara
Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet Başsavcılığı’nca 2002/196 Hazırlık
numarası ile sürdürülen soruşturmayı da neden göstererek mahkemenize başvurmuştur.
Oysa Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından
sürdürülen bu soruşturma yetkisizlik kararı ile zaten İstanbul Devlet Güvenlik
Mahkemesi Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderilmiş bulunmaktadır. Yani Ankara
Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 2002/196 Hazırlık
numaralı soruşturması mahkemenize başvurulmayı gerektirmemektedir. 4) Bizim,
savcılık makamına vermiş bulunduğumuz belge ve bilgiler yürütülen soruşturmayı
açıklayıcı ve belgeleyici niteliktedir. Eğer bizden başkaca belgeler istense
idi bunları da seve seve ve derhal savcılık makamına ibraz ederdik. Bu nedenle
de mahkemenize yapılan başvurunun hukuki dayanağı yoktur. Soruşturmanın
sürdürülmesine olumlu bir katkısı dahi bulunmamaktadır. Yapılan arama ile yeni
bir belge ve bilgi elde edilmediği gibi vakıf bundan büyük zarar görmüş ve
görmeye de devam etmektedir. ARAMADA GÖZLEDİĞİMİZ YASA VE USULE AYKIRI OLAYLAR
YÖNÜNDEN:
1) Mahkemenizce verilen karar üzerine savcılık makamı bu
kararı uygulamak üzere Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü’ne havale etmiş ve
birimce arama yapılmıştır. Ancak tüm bu olayların nedeni olan ve Vakıfa gelip
görevli olduğunu söyleyen,
65
yürüttüğü ilişki sonucu gizli gizli görüntü kaydeden ve
savcılık makamınca yürütülen soruşturmada sanık sıfatı ile yer alan Bayram
Özbek adlı kişi de aynı birimde görevli bir memurdur. Yani Bayram Özbek’in de
sanık olarak yer aldığı bir hazırlık soruşturmasında, Bayram Özbek’in mesai
arkadaşları Çağdaş Eğitim Vakfı’nda arama yapmakla görevlendirilmiştir. 2)
Yapılan aramada maalesef savcılık hazır bulunmamış ve görevli memurlar da ne
olur ne olmaz zihniyeti ile vakıftaki ilgili ilgisiz ne kadar evrak, belge ve
malzeme var ise hepsini almışlardır. Bu durum pratikte vakfımızı kapama
noktasına getirmiş bulunmaktadır. Vakıf, fonksiyonlarını yerine getirecek
malzemeden ve belge düzeninden yoksun bırakılmıştır. 3) Arama yöntem olarak önce ne var ne yok
ortalığa döküp, sonra ayıklama işlemine tabi tutulmak şeklinde yapılmıştır. Bu
işlem yaklaşık 7-8 saat gibi bir zaman diliminde gerçekleştirilebilmiştir.
Kitaplığımızda vakfa ait olmayan ve bu güne kadar varlığından haberdar
olunmayan yedi sekiz adet yasadışı örgüt ismini ve sloganlarını taşıyan trikler
çıkmıştır. Yine kitaplıktaki tüm kitaplarımızda ÇEV damgası var iken bu damgayı
taşımayan ve yazarının Abdullah Öcalan olduğu görülen iki adet kitap çıkmıştır.
Bu kitap ve triklerin vakıfa ve vakıf personeline ait olmadığı ve ilk kez
görüldüğü belirtilmesine rağmen, bu husus, tüm ısrarlarımız sonuçsuz kalarak
arama tutanağına geçirilmemiştir. Bu hususta muhalefetimizi belirtmek üzere Av.
Arif Hikmet Bildik vakıf görevlilerine tutanağı imzalamamayı önermiş, ancak
yetkili polislerce o zaman görevlileri gözaltına alırız, diyerek imza atmaya
zorlamış ve bu yolla tutanaklar imzalatılmıştır. 4) Yine muhasebe kasası
görevli memurlar gelir gelmez açılmış, ne var ne yok masaya konmuş ve yaklaşık
7 saat sonra tutanağa geçilmiştir. Bu durumda kasadan çıktığı söylenen CD,
disket, görüntü ve ses kasetleri ve diğer belgeler üzerinde henüz inceleme
yapılmamışsa da, bu incelemelerde eğer bir suç unsurunu içeren bir durum varsa
bu dahi vakıfa ve çalışanlarına ait olmayacaktır. Bu kadar süre ile dışarıda
kalan belge ve malzemenin sıhhatli bir şekilde kayıt altına alındığı
söylenemez. 5) Tutanakların bir örneğinin tarafımıza verilmesi yasal bir
zorunluluktur. Vakfımızdan yüzlerce, binlerce belge, bilgi ve malzeme
götürülmüştür. Ancak şu anda ne alındığı ve nelerin götürüldüğü tarafımızdan
bilinmemektedir. En başta arama yapan yetkililer tutanak örneklerini vermek
için söz dahi vermişler ve tutanaklar imzalandıktan sonra, tüm srarları ımız ve
hatta araçllarına kadar peşlerinden koşup istememize rağmen, bu tutanak
örnekleri tarafımıza verilmemiştir.Yaratılan bu koşullarda endişelerimiz artmış
ve sonradan tutanaklara ilave yapılabileceği dahi tarafımızdan düşünülür
olmuştur. Tüm bu koşullarda mahkemenizce verilen arama kararına vaki itirazımız
nedeniyle arama kararının iptaline karar verilmesi ve bu karara bağlı olarak
vakfımızdan alınan tüm belge, kayıt ve her türlü malzemenin tarafımıza
iadesinin sağlanmasını saygılarımızla bilvekale arz ederiz. Çağdaş Eğitim Vakfı
Vekilleri Av. Hanefi Altaş - Av. Arif
Hikmet Bildik” (126). Yukarıdaki itiraz dilekçesinin hemen akabinde,
İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet Başsavcılığı, 24.6.2002 tarihli
(Hazırlık No. 2002/1134) kararıyla, fethullahçı istihbaratçıların tüm
oyunlarını bozmuştur: “... Toplanan delillere, hazırlık evrakı içeriğine,
sanıkların anlatımlarına ve Yargıtay’ın kökleşmiş içtihatlarına göre sanıkların
yasa dışı PKK adlı örgüte yardım ettikleri hususunda haklarında kamu davasını
açılmasını gerekli kılacak yeterli, inandırıcı kesin delil ve emare elde
olunamadığından, sanıklar hakkında CMUK 164 ve müteakip maddeleri gereğince TAKİBAT
İCRASINA YER OLMADIĞINA ... KARAR VERİLDİ” (127).
Bu karar metni, gerçekdışı, iftiraya dayalı düzmece haberi
yayınlayan şeriatçı basında yer almamıştır. Her zamanki gibi “çamur at izi
kalır” mantığı içinde hareket eden bu kesim, yeni bir iftira ve dezenformasyona
dayalı asparagas haber ya da programa kadar suskunluğunu korumaya devam
edecektir; tabii tüm bu yalanlar ve iftiralar, mukaddesat, maneviyat, din,
ahlâk, şeriat, milliyetçilik, alp-erenlik, hocaefendi (!) ve Saidi Nursi
adına... 3.4. “ADLİYE”DE YÜRÜTÜLEN OPERASYONLAR
66
Fethullah Gülen’in gerek yazdıklarından ve gerekse görüntülü
konuşmalarından, müritlerine “Adliye”de
kadrolaşmayı hedef gösterdiği bilinmektedir. Fethullahçıların “Adliye”ye ilk
sızma girişimleri, CHP-MSP koalisyonu dönemine kadar gitmektedir. 12 Eylül
sonrasında, “Adliye”deki kadrolaşma
çabaları sonucunda, yargı mensupları arasında “gümüş yüzüklü” olarak
adlandırılan bir grubun giderek güç kazandığı kaydedilmektedir. Örneğin, istihbarat
birimlerince hazırlanan ve Basına da yansıyan bir raporda, “ADALET
Bakanlığı’nda 250 kadar irticacı ve bölücü personel bulunduğu”
örneklendirilerek belirtilmiştir (128). Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin
Kıvrıkoğlu ise, Fethullah Gülen cemaatinin devletin bütün kurumlarına olduğu
gibi yargıya da sızdığını vurgularken, T.S.K.’nin geçen Yüksek Askeri Şura’da
(YAŞ) 11 Fethullahçıyı ordudan attığına dikkat çekmiştir. Kıvrıkoğlu’nun
ardından, dönemin Danıştay Başkanı Erol Çırakman’ın aynı konudaki açıklamaları,
kamuoyunda şok etkisi yaratmıştır: “Yargının içinde de Fethullahçılar var. Bu
konuda duyumlar var. Bir dönem hâkim ve savcı alımında tarikatların etkili
olduğu söyleniyor. İdari yargıda da Fethullahçıların olduğu yönünde duyumlar
var. Yine bir dönem hâkimlik ve savcılık mesleği istihdam alanı olarak
kullanıldı. Söylediğim gibi 100 hâkim alınacak, dendi, sonradan bu sayı 350’ye
çıkarıldı. Bir dönem mülkiye ve hukuk mezunu imam hatip lisesi kökenliler,
kaymakam ve hâkim oldu. Bunlardan hâlâ görevde olanlar var. Hâkim ve savcı
alımında çok titiz davranmak gerekir. Yargıya kaliteli, bilgili, yetişmiş
kişilerin alınması gerekir. Marjinal yapıda kişiler alınamaz. İdeal hâkimler
ancak parlak insanlardan oluşabilir. Belli görüşe angaje olmuş kişiler, hâkim
ve savcı alınamaz. İmam hatipte verilen bilgiler İslam Dini’ne ilişkindir. Din
dogmalara dayanır. Oysa yargı dogmalara değil, normlara dayanır. Hâkim ve savcı
olmak için demokratik ve açık fikirli olmak gerekir. Aksine kişiler yargıyı
zayıflatır. Ben kendim değil, çocuklarımız için endişe ediyorum. İrtica yargıda
en hafif şekliyle var. Ağır şekli bürokraside var. İrtica ile mücadele
yasalarını bir an önce çıkartmak şart. Bu konu Türkiye’nin meselesi. Sadece
yargının meselesi değil. Elbirliği ile herkes birşey yapacak. Yargı mensupları
daha çok şey yapacak. Türkiye yargısına olan güveni bu şekilde zedelemek doğru
değil ama olanları saklamak daha tehlikeli.
Bu gruplar planlı ve programlı hareket ettiler. En parlak, seçkin ve
çalışkan öğrencileri Mülkiye’ye, Hukuk’a gönderdiler. Bunlar hâkim, savcı,
kaymakam oldular. Polis oldular. Hatta en dirençli yer olan askerlerin arasına
bile sızdılar. Nasıl RP’li birinin Adalet Bakanı olduğu yere sızmasınlar. En
güç temizlenecek yer yargıdır. Çünkü hâkime bir dokunulmazlık tanımışızdır ki;
somut bir kanıt olmadan ceza bile veremezsiniz. Ancak, bir kaymakam hakkında
eşi türbanlı diye işlem yapılabilir. Atatürk, Cumhuriyet’in hâkimlerini
yetiştirmek için Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni kurdu. Cumhuriyet’in
kanunlarını uygulamaları için yetiştirildiler. O zaman Türkiye geçiş
dönemindeydi ve şeriata şartlanmış kafalarla hukuk egemen kılınamazdı. Türkiye
Cumhuriyeti kurulduğundan beri Avrupa’nın laik yapısını benimsemiş, hukuk
sistemini de buna göre kurmuştur. Laik sistem, aklın hâkim olduğu bir
sistemdir. Düşün ki bunu benimsemeyen, şeriata inanan bir hâkim... Düşüncesi
bile hafakanların basmasına neden oluyor. Bunları ayıklamak çok zor. Son
çıkarılmak istenen kanun hükmünde kararname ile bile zor. Çünkü müfettişler,
iddialar ve duyumlar üzerine harekete geçecek. Konuyu, Hâkimler ve Savcılar
Yüksek Kurulu’nun önüne götürecek. Kurul, maddi delillere bakacak. Yeterli
görecek mi? O kadar kolay değil” (129). Çırakman’ın açıklamalarına en önemli
destek, dönemin Barolar Birliği Başkanı Prof.Dr. Eralp Özgen’den gelmiştir:
“Barolar Birliği Başkanı Eralp Özgen, 312’nci maddenin kaldırılmasını
isteyenleri, ‘Demokrasiye değil, şeriatçı diktatörlüğe hizmet etmekle’ suçladı.
Özgen, ‘ülkemizde irtica tehlikesi hâlâ sürmektedir’ dedi. Adli Yıl açılışında Yargıtay Başkanı Sami
Selçuk’tan sonra kürsüye gelen Türkiye Barolar Birliği Başkanı Eralp Özgen,
irticaya değinilmemesini çok sert ifadelerle eleştirdi. Özgen, Başkan selçuk’un
geçen yıl ‘meşruiyetini kaybettiğini’ ileri sürdüğü 1982 Anayasası’nı bu yıl da
hedef alması ve irtica propagandası yapanların cezalandırıldığı TCK’nın 312.
maddesinin kaldırılmasını istemesi üzerine patladı. Özgen isim vermeden
Selçuk’u kastederek, ‘Bu düşünceleri ileri sürenler bilmelidirler ki;
demokrasiye değil, şeriatçı bir diktatörlüğe hizmet etmektedirler. Demokrasi,
demokrasiyi yok etme özgürlüğünü içermez’ dedi. ... Özgen, Fethullah Gülen’in
tutuklanmasına üzüldüğünü söyleyen Ecevit’i ise eleştirdi. Özgen, Ecevit’in,
‘Yargıda aklanacağını umuyorum’ sözleri için, ‘İrtica ile mücadelede siyasi iradenin
yetersizliğinin belirtmesi yanında Anayasa’nın 138. maddesine aykırı olarak
yargıya etki olasılığını da içinde taşımaktadır’ yorumunda bulundu. Salonda bir
yargı mensubu, ‘Çok doğru’ diye
67
seslenirken, Özgen’in sert konuşmasını törene katılan askeri
hâkimler de alkışladı. Özgen, konuşmasında Ecevit’in yanısıra hükûmeti de
eleştirdi. Özgen, ‘Koalisyon hükûmetinin, parlamentoda gerekli çoğunluğa sahip
olmasına rağmen, irtica ile mücadeleyi öngören yasa tasarılarını komisyonlarda
görüşülmeden bekletilmesi, irtica ile mücadele için gerekli siyasi iradenin
yeterli olmadığını göstermektedir’ dedi” (130). Yargıya sızan
fethullahçı-şeriatçı kadrolar konusunda başlayan tartışmalara, dönemin Hakimler
ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) Başkanvekili Ergül Güryel de katılmıştır:
“Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu Başkanvekili Ergül Güryel, Genel Kurmay
Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun ‘irticacılar yargıya da sızdı’
suçlamasına yanıt verdi ve ‘Hakimler arasından irticacı da çıkar, bölücü de’
dedi. Hakimlik ve savcılık mesleğine seçilecek adayların mülakat sınavının,
Adalet Bakanı’nın emrinde çalışan bürokratlardan oluşan bir heyet tarafından
yapıldığını belirten Güryel, ‘Bunun sonucunda yargı siyasallaşıyor. Bakan hangi
siyasi görüşteyse sınavı o görüşe sahip adaylar kazanıyor’ dedi. Mülakat
sınavlarının bir çoğunda hangi adayın sınavı kazanacağının önceden
belirlendiğini de ifade eden Güryel, SABAH’a yaptığı açıklamada şunları
söyledi: ‘Sınavı kazanmanın kriteri başarı olmadığı için mesleği gerçekten hak
eden bir çok aday mülakat sınavında eleniyor. Siyasi görüşleri sayesinde sınavı
kazanan kişilerin bir çoğunun güvenlik soruşturmaları ise sağlıklı yapılmıyor.
Bunun sonucu yaşam tarzını tanımadığımız, Atatürk ilke ve inkılâplarına
bağlılığı ve ülkenin bölünmez bütünlüğü konusundaki düşüncelerini bilmediğimiz
kişiler, hakim ve savcı cüppesi giyerek kürsüye çıkıyorlar. Bu yöntemle mesleğe
kabul edilen hakim ve savcılar arasında irticacı da çıkar, bölücü de” (131). Bu
tartışmaların gündemde olduğu dönemde, “T.B.M.M.’nde 107 Fethullahçı
milletvekili” olduğu önesürülürken (132), Cumhurbaşkanı Sezer’in, Valiler
Kararnamesi hakkında dönemin Başbakan Yardımcısı Hüsamettin Özkan’a, “Eğer
irtica ile mücadele bu kadar önemliyse, siz de irticaya bu kadar karşıysanız, o
zaman valiler kararnamesini bana getirmemeniz gerekirdi. Çünkü bu valiler
arasında Fethullahçılar var” dediği, Basında yer bulmuştur (133).
Fethullahçıların yargıdaki en önemli stratejik hedefi, “hasım”larını
susturmada, caydırmada, maddi anlamda korkutup köşeye sıkıştırmada, çok yönlü
etkisizleştirmede kilit olarak değerlendirdikleri ve bu anlamda en çok
işlerinin düştüğü Yargıtay 4. Hukuk Dairesi olmuştur. Gerek 4. Hukuk
Dairesi’nde ve gerekse Hukuk Genel Kurulu’nda yer alan üyelerin laik hukuk
sisteminden yana çoğunluğu oluşturmaları, fethullahçılar için bir talihsizlik
olduğu kadar, Cumhuriyet rejimi açısından da bir şans olarak nitelendirilmelidir. Normali de budur. Zira,
hiçbir onurlu hakim ve savcı, fethullahçılarla, fethullahçılara karşı mücadele
verenler arasında “tarafsız” konumunda yer alamaz. Nedenine gelince, hakim ve
savcılar, laik hukuk sisteminden, kamu düzeninin korunmasından, Atatürk ilke ve
devrimlerinin sürekliliğinden taraftır. Hatırlanacağı üzere, şeriatçı TV
kanalları dışında hemen tüm TV kanallarında teşhir edilen bir kasedinde,
müritlerine hitaben tavsiyelerde bulunan Fethullah Gülen, Türkiye’deki tüm
yargı mensuplarına yapılabilecek en ağır hakaret suçunu işlemiştir: “... Belki
bizim aczimiz bu yani orada icabında Mahkemenin altını üstüne getireceksin,
avucuna alacaksın, arkadaşlara diyorum ki ben bin döktürecektim, belki geriye
biri dönecek. Bu dershaneleri üstad destekleriz yani, bir milyar vereceksiniz,
10 milyon tazminat davası alacaksınız. Önemli olan mahkûm ettirmektir yani, Avukat
da kiralayacaksınız, HÂKİM DE KİRALAYACAKSINIZ...” (134).
Türkiye’de hâlâ “kadı”lık sisteminin özlemini çeken,
hâkimleri “kiralanacak bir meta” olarak gören ve nitelendiren benzeri şeriatçı
sapkınlara karşı, Büyük Atatürk, 9 Ekim 1925'de, sanki bugünü görerek,
Cumhuriyet Savcılarına şöyle sesleniyordu: "Her uygar ve çağdaş devlette
olduğu gibi, Türkiye Cumhuriyeti Adliyesi'nde de, Cumhuriyet Savcılarını yüksek
ve son derece önemli bir görev ve makamın temsilcileri olmak üzere tanırım.
Devrim savcılarının, kendilerine verilen bu büyük görevin önemine uygun olarak
gayretli ve çalışkan olmaları konusunu, adliyemizin başarı ve üstünlüğünün en
önemli etkenlerinden sayarım. Laik Türk Devrimi, çağımızın uluslara yaşama ve
yükselme yeteneği veren en son ve en uygar ilkelerin bir ifadesi ve Türk
Ulusu'nun büyük fedakârlıklarıyla sürdürülen ve kazanılan büyük mücadelenin
eseridir. Devrimlerin gerçekleşmesi, kararları ve kanunlarıyla, ulusal irade ve
ulusal egemenliğin bir görünümü; bütünü itibarıyla da Türk Ulusu'nun bütün
haklarıdır. Devrimlerin her biri, ulusun emeği ve hakkı ile gerçekleşmiştir.
Cumhuriyet Savcılarımızın, DEVRİM GEREKLERİ ETRAFINDA, EN KISKANÇ VE UZAKLARI
GÖREN HASSAS
NÖBETÇİLER OLMALARINI, ASIL GÖREVLERİNDEN SAYARIM.... YÜKSEK
AMACA
68
YÖNELİK HERHANGİ BİR SUİKAST FAİLİNİN DURMAKSIZIN
KOVUŞTURULMASI VE
KOVUŞTURMANIN, ULUSUN BÜTÜN HAKLARI TATMİN VE TAZMİN
EDİLİNCEYE
KADAR, HAKİM ÖNÜNDE DE KAYGI VE ISRARLA SÜRDÜRÜLMESİNİ VE
SONUÇLANDIRILMASINI İSTERİM.... YAKIN TARİHİMİZDE VE ESKİ
ZAMANLARDA,
DİNLERİN; ZORBA HÜKÜMDARLARIN, RAHİPLER VE ÇIKAR
SAĞLIYANLARIN ELİNDE
BİR BASKI ARACI OLMASI GİBİ, ÇAĞIMIZDA KESİNLİKLE İZİN
VERİLEMEZ VE HOŞ
GÖRÜLEMEZ. DEVRİME KARŞI KOYAN MUHALEFETİN ÖZGÜRLÜKTEN VE
YASADAN
YARARLANMAYA HAKKI YOKTUR. BİREYİN DEĞİL, BİREYLERİN TAMAMINI
İFADE
EDEN TOPLUMUN VE DEVLETİN YARARI, HER DÜŞÜNCE
VE KAYGIDAN ÖNCE
GELMELİDİR. SINIRSIZ BİREYSEL ÖZGÜRLÜK VE KİŞİSEL ÇIKAR
PEŞİNDE OLANLAR,
KENDİ EMELLERİNİ, ÇIKARLARINI ULUSUN YÜKSEK ÇIKARLARI VE
ÖZGÜRLÜĞÜNDEN ÜSTÜN TUTANLARDIR. SINIRSIZ KİŞİSEL
ÖZGÜRLÜKLER, KİŞİSEL
ÇIKARLAR, UYGAR VE DÜZENLİ TOPLUMLARI, DEVLETLERİ YIKARAK
ANARŞİYİ VE
ÇOĞUNLUKLA DA ZORBALIĞI YARATIR..."
İnsanın aklına ister istemez gelir, Atatürk'ün Cumhuriyet
Savcısı olma özelliğine, cesaretine, iradesine, kararlılığına, aydınlığına
sahip kaç hukukçu var, ülkemizde?!. İşte
bunun için Fethullah Gülen, müritlerine hedef gösteriyor: "Mülkiyede ve
Adliyede kadrolaşın!.." Cumhuriyet Savcıları'nın büyüteç altına alınması;
sadece müritlerin değil, tarafsızlık (!) adına görevini yapmayarak sessiz
kalanların, Cumhuriyete ihanete sırtını dönenlerin de ayıklanmasını gerekli ve
öncelikli kılmaktadır. Diğer taraftan, Atatürk’ün Cumhuriyet Savcısı olma
onurunu üzerinde taşımak, günümüzde çok yönlü saldırı ve iftiraya maruz kalma
riskini de beraberinde getirmektedir. Örneğin, Yargıtay’ın son iki dönemdeki
Cumhuriyet Başsavcıları Vural Savaş ve Sabih Kanadoğlu, özellikle şeriatçı,
ikinci cumhuriyetçi ve bölücü odakların boy hedefi olma onurunu ve kaderini
paylaşmışlardır. Aynışekilde, Adli yılın açılışı sırasında, “Bugün bir tarikat
lideri, hayali ihracatçılar, banka soyguncuları gibi Amerika’da yaşıyor. Bu,
geçmişte Humeyni olayında görüldüğü gibi, ABD’nin çıkarları doğrultusunda
yönlendirilip Türkiye’ye gönderilirse bunun hesabını kim verecek? Bunun Humeyni
gibi geri gönderilmeyeceğini kim kestirebilir? Bir tarikat lideri için bu bir
açılımdır, diyerek hoşgörüye sığınılmasından endişe ediyorum” diyen Zonguldak
Cumhuriyet Başsavcısı Hayati Önder, dünyanın hemen her yerine dağılmış örgütlü
fethullahçı müritlerin çirkin protestolarına maruz kalmıştır. Cumhuriyet
Tarihimizde, hırsızların, hortumcuların, rüşvetçilerin, bölücülerin, Batı
destekli terör örgütlerinin, işbirlikçi politikacıların ama en çok da
fethullahçıların hedefi konumundaki isim, Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi
Savcısı Nuh Mete Yüksel olmuştur. Yüksel, özellikle son dönemde, halk deyimi
ile “kifayetsiz-muhteris” kimi siyasilerin marifetiyle Adalet Bakanlığı’nca en
çok soruşturma açtırılan, şeriatçı basında adından en çok bahsedilen Cumhuriyet
Savcısı olmuştur. Atatürk’ün Cumhuriyet Savcısı olmanın çok zor olduğu, zaten
bilenlerce takdir edilmektedir. Nuh Mete Yüksel aleyhine yürütülen kampanyalar,
O’nun mesleki gurur ve onuruna, kişilik haklarına, hatta ailesine yönelmiştir.
Bu kampanyalara, Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk de, dolaylı destek verme
konumuna düşürülmüştür. Nasıl mı? İşte, bu konuda kanaat oluşturmaya yetecek
sadece bir tek örnek!.. Aynı zamanda
Ankara 2 Nolu DGM’de görülen Fethullah Gülen davasının da savcılığını yürüten
Nuh Mete Yüksel’i korkutma ve yıldırma girişimlerinin sonuç vermemesi üzerine,
fethullahçı istihbaratçılar, Cumhuriyet Tarihimizde ilk defa bir hukuk adamına
yönelik planlı operasyon gerçekleştirmişlerdir. Bu operasyonun ilk adımında, Yeni
Şafak gazetesinde, Nuh Mete Yüksel’e ait olduğu iddia edilen meçhul bir
kasetten söz edilmiştir. Ardından, aynı gazetenin yazarlarından Fehmi Koru,
sakil bir pişkinlikle, “Böyle bir kargaşada DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel’in
örgüte – fethullahçılara (N.H.)- hiç bulaşmadığına inanmak çok güç; hem de
malûm, yarın öbürgün , biri çıkar da, ‘Nuh Mete de...’ derse, inanın hiç
şaşırmayacağım” mesajını vermiştir
(135). Daha sonra da, bu kaset. Nuh Mete Yüksel’e kargo yoluyla
gönderilerek, telefonla da şantaj girişiminde bulunulmuştur. Şantaj haberi, ilk
kez Star gazetesinde, Saygı Öztürk tarafından köşeyazısında -isim vermeksizin-
kamuoyuna duyurulmuştur. İşte, malûm kasedin, kimi polis memurları tarafından
Çağdaş Eğitim Vakfı’nın kasasından “elleriyle koymuş gibi” bulunuvermesiyle,
şantaj aşamasından, “tasfiye” aşamasına geçilmiştir. “Tasfiye” aşamasında
devreye dolaylı sokulan, yönlendirilen isim, Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk
olmuştur. Türkiye’de “şartlı salıverme” kapsamında onbinlerce kaatilin,
gaspçının, saldırganın, tecavüzcünün, sahtekârın aramızda ellerini kollarını
sallayarak dolaşmasının siyasal ve bürokratik müsebbiblerinden biri olan Adalet
Bakanı, suçlulara gösterdiği “hamilik” yaklaşımını, Nuh Mete Yüksel için
göstermekten kesin bir biçimde kaçınmıştır. İşte, Milliyet yazarı Tuncay
Özkan’ın bu çifte standarda haklı tepkisi:
69
“... Şimdi Nuh Mete Yüksel ile ilgili açıklamasını hayretle
okudum. Keşke susmayı başarsaymış. O şantaj amaçlı kaset kendilerine de
ulaşmış. Ne yapmış kendileri, işi hemen Teftiş Kurulu’na havale etmişler. Ben
onun yerinde olsam, ikide bir açtığı soruşturmalarda makamıma çağırıp öyle
değil böyle olmalı diye fikir beyan ettiğim savcıyı arar, ‘Biz hukukçumuzu
şantaja, montaja, konploya, kumpasa, ayak oyunlarına yedirmeyiz. Gerçeği
buluruz, çıkartırız. Siz adil yargılama görevinize devam edin. Özel yaşamları
bu kadar ucuz harcanacak duruma düşürmeyiz’ derdim. Kumpasın arkasını arardım.
Bakan Bey ne yapmış? Kasedi almış. Büyük olasılıkla izlemiş (çünkü bir yargı
beyanı var) ve diyor ki: ‘Kaset bize de iletildi. İddiaların incelenmesi için
Teftiş Kurulu Başkanlığı’na havale ettik. Biz de gerçeklerin ortaya çıkmasını
bekleyeceğiz. Diliyorum ki montaj olsun’. İyi de Sayın Bakan, tutun ki bu kaset
montaj ya da değil! Ne olacak yani? Ne fark eder? Bir savcının veya
siyasetçinin veya herhangi bir bürokratın şantaj amaçlı böylesi bir olayda
harcanması mı gerekiyor? Şantajı yapanlar değil de özel yaşamının gizi
şantajla, montajla ortaya dökülmek istenen savcı veya herhangi biri mi suçlu
olacak? Yazıktır... Bu anlayış Türkiye’yi bitirir. Buna Adalet Bakanı veya
adalet mekanizması, hukukçular prim verirse, hepimizin evlerine gizli kamera
koyar bu şantaj çeteleri, yatak odalarımızı teşhire başlar. Bu alçaklığı,
pespayeliği, belden aşağı vurmayı haklı çıkartacak bir tek sözü dahi hiçbir
hukukçu veya siyasetçiye yakıştıramam. ‘Diliyorum ki kaset montaj olsun’ ne
demek Sayın Türk? Kasedi izleyince başka bir kanıya mı kapıldınız? Size başka
bir bilgi mi ulaştı? Size bu kaset nasıl geldi? Kimler getirdi? Bu kasedi kim
çekmiş?Nasıl çekmiş? Nasıl üretmiş? Niye üretmiş? Niye Nuh Mete Yüksel? Neden
şantaj? Niye size yollanmış?Neden bu kadar oyun? Nedir bunca komplonun sebebi?
Bunları hiç düşündünüz mü? ... Size, tanıdığım Hikmet Sami Türk’e bu
açıklamaları, tavrı, tutumu hiç yakıştıramadım. Ben sizin hukukçu kimliğinizi,
insan özelliğinizi kinden, intikamdan, hırstan arınmış bulurdum. Yanıldım mı
yoksa Sayın Türk? Yoksa siz hâlâ o eski fezlekenin (Sayın Hüsamettin Özkan ile
ilgili Halk Bankası fezlekesi) intikamını alma umudunda mısınız? Şantajcılar
bunu bildikleri için mi kaset size iletildi yoksa? Bakanlığınızın verdiği
kınama cezası yetmez mi sizce? ... Türkiye’deki bütün savcıları. Yargıçları,
avukatları, baroları, hukukçuları, adalet adamlarını, sivil toplum örgütlerini,
siyasetçileri özel yaşam teşhirine, şantaja karşı durmaya çağırıyorum. Gizli
kaydedilen ses kasetleri orda burda yayımlanan herkes buna karşı sesini
yükseltmeli. Nuh Mete Yüksel’i sevsin sevmesin, yaptıklarını beğensin
beğenmesin özel yaşama saygı gereği, şantaja, montaja, tehdide hukuku etkileme
çabasına karşı olma inancıyla insanların bu olayda şantajcılara karşı saf
tutmaları gerekiyor. Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, Nuh Mete Yüksel’e
karşı girişilen bu alçak saldırıyı kendisine yapılmış saymalıdır. Bu tuzak ve
şantaj ters çevrilip hazırlayanların suratına bir tokat gibi, bir boş eldiven
gibi vurulmalıdır. Bu yapılırsa Türkiye’de bundan sonra hiç kimse şantajcılıkla
hukuku veya bir başka kurumu ve kişiyi etkisizleştirme acizliğini göstermeye
kalkamayacaktır. Şimdi bir Türkiye Cumhuriyet Başsavcılığı Kurumu olsaydı, bu
şantajı yapanlar saklanacak delik arardı. Ama ne yazık ki, hâlâ bu kurum yok ve
savcılar sahipsiz” (136). Tuncay Özkan, tespitleri ile, Türk Hukuk sisteminin
en önemli zaafına işaret etmiştir. Gerçekten de, kimi siyasiler ve de
bürokratlar, “emir kulu” gibi gördükleri Cumhuriyet Savcıları’na karşı,
işlerine gelmediğinde yaptırım uygulamayı, cezalandırmayı, bir “güç gösterisi”
olarak değerlendirmektedirler. Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun yargıya sızan
fetuhullahçılarla ilgili değerlendirmeleri sonrasında, bu konuda tipik bir
örnek yaşanmıştır. İçişleri Bakanlığı genelgesi çerçevesinde Ankara Valiliği,
Vural Savaş’ın yanısıra, Fethullah Gülen davasının görüldüğü Ankara 2 Nolu DGM
Başkanı Hüseyin Eken’in, aynı Mahkemenin üyesi Mehmet Maraş’ın ve Savcı Nuh Mete Yüksel’in koruma amaçlı araçlarını geri istemiştir.
Oysa, 1999’da toplam 406.260 litre yakıt tüketen araçlardan Turgut Yılmaz, Özer
Çiller, Semra Özal ve daha nicelerine tahsis edilmiş olanlar için geri isteme
sözkonusu olmuş mudur? Örneğin, Mehmet Ağar’a 6, Tansu Çiller’e 5, Ünal Erkan’a
4, Abdülkadir Aksu ile Murat Başesgioğlu’na 3’er araç tahsis edilmiştir. Bu kişilere,
size 1 araç da çok, denilmiş midir?
Saygı Öztürk, Nuh Mete Yüksel’e de gönderilen şantaj kasedi ile ilgili
gelişmeleri Star gazetesindeki köşe yazısında ele alırken, konu ile ilgili
yargı kararıyla birlikte, Jandarma Genel Komutanlığı Kriminal Daire
Başkanlığı’nın raporuna da yer vermiştir:
70
“Savcılara yönelik şantajın boyutlarının nerelere kadar
vardığı dün mahkeme kararıyla da ortaya çıktı. Demek ki bir yandan savcıların
telefonları dinleniyor, bir yandan şantaj kasetleri açıklanıyor. Şantajla karşı
karşıya olan isimlerden birisi de Ankara DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel. Dün
Yüksel’le sohbet ediyor, kasedin içeriğini konuşuyorduk. Neden kendisine böyle
bir şantaj yapılmak istendiğini de Nuh Mete Yüksel Star’a şöyle açıklıyor:
‘İrticaya karşı yürüttüğüm inceleme ve soruşturmalar, beni onlara hedef yaptı.
Ama bunları da aşacağım. Beni montaj seks kasetiyle vurmaya çalıştılar.
Bunların hesabı da, yapanlardan sorulacak’. Şantaj kaseti Nuh Mete Yüksel’e
geçen hafta kargoyla gönderildi. Nuh Mete Yüksel’e kaset ulaştığı sırada,
kaseti gönderenlerden birisi telefonla aradı. Kasetin, içeriğini belirtti ve
izledikten sonra kendisini bir daha arayacaklarını söyledi. Savcı Yüksel,
telefonla konuştuğu kişiye, yaptıklarının hesabının adalet önünde mutlaka
sorulacağını belirtti. ‘Beni yolumdan kimse çeviremez’ diye bağırdı. Diğer
savcılar, Yüksel’in bu kadar sinirlendiğine bu güne kadar tanık olmamışlardı.
Savcılar, Yüksel’in odasına gidip onu yatıştırdılar. Kaset, izleme gereği bile
duyulmadan, incelenmesi için Jandarma Genel Komutanlığı Kriminal Daire Başkanlığı’na
gönderildi. ... İşte Ankara DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel’e ‘kasetli şantaj’
yapıldığı mahkeme kararıyla da belgelendi. İşte o karar: ‘Ankara DGM
Başsavcılığı’nın 6.6.2002 tarih 6.6.2002 tarih ve 2002/3644 Muh. Sayılı
yazısında DGM C. Savcısı Nuh Mete Yüksel’in görevi nedeni ile yürütmekte olduğu
soruşturmada şantaj aracı olarak kullanılmak istenen video kasetinin posta ile
kendisine gönderildiği, bu kaset aracılığı ile yürütmekte olduğu
soruşturmaların engellenmeye çalışıldığı belirtilerek, dosya içerisinde bulunan
kasetin montaj olduğunun Jandarma Genel Komutanlığı’nın Kriminal Daire
Başkanlığı raporunda belirlenmiş olduğundan ...CMUK’un ekli evrakı tetkik
edildi. Gereği düşünüldü. Ankara DGM C. Savcısı Nuh Mete Yüksel’e gönderildiği
belirtilen ve yaptığı soruşturmalarla ilgili olarak şantaj aracı olarak
kullanılmaya çalışıldığı anlaşılan dosyada mevcut 1 adet Raks VHS tip (Seri No:
21032P13E-30) video kaset üzerinde Jandarma Genel komutanlığı tarafından
düzenlenen Ekspertiz raporunda oda içerisine yerleştirilen gizli bir kamera
vasıtasıyla çekilen video görüntülerinin toplam uzunluğunun 4 dakika 52 saniye
olarak tespit edildiği ve görüntülenen her karesinin montaj olduğu
belirtilmiştir. DGM C. Savcısı olarak görevli olan Nuh Mete Yüksel ile ilgili
olarak montaj görüntüler ile düzenlendiği belirtilen video kasetinin yayını
halinde terör suçları ile ilgili olarak yapılan soruşturmalara etki edeceği
anlaşıldığından ilgili kasetin ulusal ve mahalli televizyon ve yazılı basında
yayınlanmasının CMUK’un 86. maddesi gereğince yasaklanmasına, sözkonusu kasete
soruşturma sonucuna kadar el konulmasına, karar ve ekli evrakın DGM C.
Başsavcılığı’na iadesine, itirazı kabil olmak üzere karar verildi. 7.6.2002”
(137). Yukarıdaki yargı kararı, fethullahçı istihbaratçıların planlı
operasyonuna ciddi bir darbe vurmuştur. Yayın yasağı kararı, Çağdaş Eğitim
Vakfı Başkanı Gülseven Yaşer’le ilgili montaj kaseti yayınlayan şeriatçı
kanalların heveslerini sonuçsuz bırakmıştır. Üstelik Mahkemenin, sözkonusu
kaseti, fethullahçıların var olduğu kuşkusunu uyandıran Emniyete ait
Kriminoloji birimine değil de, bilimsel ve objektifliğinden kuşku duyulmayan
Jandarma Kriminoloji Laboratuvarına göndermesi, fethullahçı istihbaratçıların
başka bir hayal kırıklığı uğramalarına neden olmuştur. Bu ülkede, bir
Cumhuriyet Savcısı’na böylebine iftira, tehdit ve şantaj gerçekleştirilebiliyor
ve bu yasadışı operasyon, kimi medya marifetiyle geniş kitlelere
ulaştırılabiliyorsa; Adalet Bakanı “seyirci”yi oynamanın da ötesinde, mağdur
Cumhuriyet Savcısı için soruşturma açtırıyorsa; bu montaj kasetin, İstanbul’da
cemaatin eğitim faaliyetlerinden sorumlu M.Ö. adlı Fethullah Gülen’in manevi varisi marifetiyle hazırlandığı,
çoğaltıldığı ve dağıtıldığı duyumlarının üzerine gidilmiyorsa, hatta hiçbir şey
yapılmıyorsa -ki mutlaka yapılacaktır- bu geçici başarı, tamamiyle fethullahçı
istihbaratçıların operasyonel gücünden, cemaatin ekonomik ve siyasal gücünden
ve de devlet içine sızmış kadrolarının gücünden kaynaklanmaktadır. 3.5. “EMNİYET”TE YÜRÜTÜLEN OPERASYONLAR
71
Dönemin Emniyet Genel müdürü Yılmaz Ergun, Ankara Emniyet
Müdürlüğü’ne gönderdiği 10.09.1992 tarih ve 244259 sayılı yazıda, fethullahçı
istihbaratçılar konusunda bugüne kadar yapılmış en mükemmel, kusursuz ve
tam suç tanımlamasını yapmıştır: “Türkiye
Cumhuriyeti Anayasası’nın demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti
niteliklerini değiştirerek yerine şeriat düzenini getirmeyi amaçlayan illegal
‘Fethullah Hocanın talebeleri’ adlı örgütün teşkilatımız bünyesinde özellikle
Polis Akademisi, Polis Koleji, Polis Okulları gibi Eğitim ve Öğretim
Kurumlarında örgütlendiği, bu örgüte girmeyenlerin veya girmiş olup ayrılmak
isteyenlerin tehdit edildikleri, ihbar edilmek ve disiplin cezası verilmek
suretiyle meslekten ilişiklerinin kesildiği, üstleri hakkında suç tasnii ve
iftiraya dayalı gerçek dışı belge ve tutanak tanzim ettikleri iddia edilen
Emniyet mensupları hakkında inceleme ve soruşturma yapmak üzere görevlendirilen
Polis Başmüfettişi İ. Sezgin Şenel tarafından düzenlenen 20.08.1992 gün ve
B.05.1.EGM.0.60.01./15-92 sayılı fezlekeli tahkikat evrakı ilişikte
gönderilmiştir. Bilgi ve gereğini rica ederim” (138). Yıl 1992 ve fethullahçı
istihbaratçıların, “bu örgüte girmeyenlerin veya girmiş olup ayrılmak
isteyenlerin tehdit edildikleri, ihbar edilmek ve disiplin cezası verilmek
suretiyle meslekten ilişiklerinin kesildiği, üstleri hakkında suç tasnii ve
iftiraya dayalı gerçek dışı belge ve tutanak tanzim ettikleri” soruşturmayla
sabit. Üstelik, dönemin Emniyet Genel Müdürü, bu soruşturma evrakını teşkilatın
bilgisi ve gereği için dağıtıma tabi tutuyor. Ancak, bugüne kadar
fethullahçılara ters düştüğü için kaç bin Emniyet mensubunun haksız suç isnadı
ve iftiraya dayalı sahte belge ve tutanakla ya da tehdit, asılsız ihbarla
disiplin cezası aldıkları, işlerinden atıldıkları bilinmiyor... Bu olgu,
herhangi bir devlet kurumunda, diyelim ki Bayındırlık Bakanlığı’nda olsa, bir
yere kadar “geniş” ve “ölçülü tepkili” olabilirsiniz; ama bu olgu, canımızı,
malımızı, namusumuzu, özgürlüğümüzü,
güvenliğimizi, kamu düzenimizi
teslim ile emanet ettiğimiz Emniyet Teşkilâtı’nda sözkonusu olduğunda,
en azından ülke aydınları olarak “kıyametleri koparmamız” gerekmiyor mu?!. Ama niye çıt çıkmıyor, sorusuna gelince,
bunun yanıtını, tepki verenlerin ve de verecek olanların, yani cemaat deyimiyle
“hasım”ların derhal tasfiye (imha) edilmelerinde; kamuoyunun
bilgilendirilmesine yönelik girişimlerin en etkin biçimde önlenmesinde;
soruşturma açtıran ve yürütenlerin pişman edilmesinde, kısaca Cumhuriyetin
gelmiş geçmiş en tehlikeli dinsel organize suç örgütü karşısında birey olarak yalnız kalmanızda
bulabilirsiniz... 3.5.1. İSTİHBARAT DAİRE BAŞKANLIĞI
Fethullahçılar için Emniyet’in Eğitim, TEM, Bilgi İşlem,
Narkotik gibi tüm birimlerinde kadrolaşmanın, Teşkilâtı yönetmek ve kontrolde
tutmak için kaçınılmaz olduğu anlaşılıyor. Ancak, Emniyet’te bir birim var ki,
ülkenin kontrolünü elde tutmak için stratejik ve hayati öneme haiz: İstihbarat
Daire Başkanlığı!.. Her şeyden önce, bu
birimde çalışan istihbaratçının görev ve sorumluluk alanı son derecede
geniştir. Bir tarafta Yasa – Tüzük ve Yönetmeliklerin polise verdiği
sorumluluk, diğer tarafta da özetle, “Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez
bütünlüğüne, Anayasal düzenine ve genel güvenliğe dair önleyici ve koruyucu
tedbirleri almak, ülke seviyesinde İstihbarat faaliyetinde bulunmak, Milli
güvenliği tehlikeye düşürecek her şeyi tespit ve zararsız hale getirmek,
espiyonajla mücadele yapmak, beşinci kol faaliyetlerini önlemek, Uluslar
arası terörizmle mücadele etmek, TCK 125
– 176 maddelerinde belirtilen ve SUÇ SAYILAN HUSUSLARLA mücadele etmek, DGM
görev alanına giren suçlarla ilgili çalışma yapmak v.s. ve bu faaliyetler
içinde yer alan, tahrik, teşvik, himaye ve yardım edenler hakkında açık ve
kapalı kaynaklardan her türlü bilgi toplamak” (İstihbarat Yönetmeliği Madde 14)
ve diğer birçok görev ve sorumluluklarla yüklendirilmiş bir İstihbarat
personelinin önemi tartışılmazdır. Diğer
taraftan, İstihbarat Daire Başkanlığı’na gelince, bu birimde görev yapmak, her
Emniyet mensubu için ayrıcalıktır. Cumhuriyete ve Devlete bağlı bir
istihbaratçı için bu Daire’nin personeli olmak, başlıbaşına onur ve gurur
nedenidir. Yabancı ülke istihbarat servisleri, siyasal rejimi değiştirmeyi
amaçlayan tarikat, cemaat ve örgütlerle, mafya mensupları açısından da bu
birim, anlaşılır nedenlerden dolayı ayrı bir “cazibe merkezidir”. Ama ille de neden, diye soruyarsanız, işte
gerekçelerinden sadece biri, şüphelilere ait telefonların dinlenmesi:
İstihbarat hizmetlerinde Türk Telekom, Turkcell, Aria, Aycell ve Telsim
şirketleri ile İstihbarat Daire Başkanlığı ve bağlı birimleri koordinasyonlu
bir çalışma yürütürler. İstihbarat Daire Başkanlığı diğer istihbarat
kurumlarının da yaptığı gibi, telekom şirketlerinin ay sonlarında
faturalandırmaya esas olan ayrıntılı fatura bilgilerini digital ortamda
bilgisayar disketleri halinde bu kurumlardan alarak kendi merkez
bilgisayarındaki bilgi bankasında toplar. Bunun yanı sıra “118 Bilinmeyen
Numaralar” adres bilgilerini, ASKİ, TEDAŞ, Seçmen Kütükleri, ÖSYM başvuru
formları, vb. gibi kimlik ve adres
72
bilgilerini içeren değişik kurumlara ait bilgisayar ortamında
muhafaza edilen bilgileri de yine bilgisayar disketleri halinde anılan
kurumlardan toplayarak bu bilgi bankasına yükler. Ayrıca ankesörlü telefonlara ait telefon
kartlarının digital ortamda tutulan kimlik ve arama bilgilerini de bölgesel
olarak bilgisayar verileri halinde alarak bunu da merkez bilgisayarındaki bilgi
bankasına depolar. Kısacasıİstihbarat Daire Başkanlığı’nda sürekli
güncelleştirilen ve geliştirilen zengin bir kimlik-adres-ilişki kütüphanesi
oluşturulmuştur. İstihbarat Daire Başkanlığı bu bilgileri özel yazılım ve
programlarla hizmete uygun olarak kendi bilgisayar ağı üzerinden merkez ve
taşra birimlerinin tümünün kullanımına açar. İstihbarat personeli de sadece
bilgisayara girişşifresini kullanarak, bu bilgi hazinesinden dilediği bilgiye
sınırsız denebilecek ulaşma yetkisiyle ulaşır ve kendi çalışmalarına konfigüre
eder. Bu aşama sonrasında toplanılan her türlü istihbarat bilgileri
değerlendirildikten sonra sanık, suçlu, zanlı değerlendirilir, muhtemel
olabilecek bağlantılar belirlenir ve bu noktadan itibaren işleme başlar. Bu
sistem aynı zamanda tahkikata esas olan çalışmalarda, ülke ve bölge
seviyesindeki terörle mücadele bağlamındaki terör analizlerinde de etkili
olarak kullanılır. Örneğin, yurtdışında bulunan bir terör karargahına ait
istihbari kaynaklardan ulaşan herhangi bir telefon numarasından hareketle, bu
telefon numarasını ülke genelinde, bölge, il, ilçe, mahalle, semt, köy gibi
yerleşim birimlerinde arayan tüm numaralar tespit edilerek, bu bilgilerin
değerlendirilmesiyle hedef örgütlerin detaylı analizleri yapılarak, üstlenme ve
faaliyet bölgeleri, herhangi bir telefon dinlemesine dahi gerek duyulmadan
tespit edilebilir. Bundan sonra ise dar bölgelerde çok basit düzeyde
yürütülecek istihbarat faaliyetleri operasyona dönüştürülerek örgütler
çökertilir. Bugün ülke genelinde
terörizm marjinal bir seviyeye düşürülmüş ise; bunu sağlayan en önemli etken
siyasi ve medyatik şovmenler değil, 1994-1999 yılları arasında bu sistemler
üzerinde emek sarf eden, gecesini gündüzüne katarak günlerce, hiçbir menfaat
düşünmeden, aile yaşantısını görevi uğruna ihmal eden Atatürkçü, laik
kadrolardır. Zira, bu birime sızmış fethullahçıların, kendi deyimleriyle “T.C.’ye
düşman” çevrelerle bir alıp veremediği yoktur. Onların tehdit algılaması, kendi
cemaatlerinin çıkar örgüsü çerçevesindedir ve sadece cemaat düşmaat
düşmanlarını kapsar. Örneğin, fethullahçıİstihbaratçıların “hizbullahçılara”
sevgi ve saygısı, şeyhlerinin bu yapılanma ile ilgili düşünce ve yorumlarına
dayanmaktadır (139). Ama ne zaman ki kürtçü-nurcu kesimden biri, Med-Zehra
Vakfı Başkanı, bu yasadışı yapılanma tarafından öldürülmüştür, fethullahçıların
yaklaşımı da aniden değişerek,
hizbullahın adını, “hizbulvahşet” olarak ilân etmişlerdir. Konumuza
dönersek, bu sistem sayesinde aranan herhangi bir kişinin, bulunduğu illegal
ortamda yaşamsal zorunluluğu olan “iletişim ihtiyacı” göz önünde
bulundurularak, geçmişteki legal hayatında kendisinin veya yakın çevresinin
bilinen adres ve telefon bilgilerinden, bilgisayar ortamında geliştirilen
kombinezon hesap mantığı ile, kriminalistik ilişkilendirme ve değerlendirmeler
sonucu bugünkü adresini mevcut sistem dahilinde tespit etmek mümkündür. Yine bu
şahsın tüm ailevi, ticari, siyasi, yasadışı vb. ilişki ve irtibatlarını da
belirlemek çok kolaydır. Aynışekilde herhangi bir kişi yada kuruma ilişkin
ihbar ve haberin doğruluğunu teyit etmede, iftiranın tespitinde de çok önemli
bir yöntemdir. Kısacası bu sistem istihbarat
hizmetlerinin beyni ve çağımızın kazandırdığı en etkili haber işleme
tekniğidir. Ne var ki fethullahçılar, 1999’dan itibaren sırf hasımlarını
suçlama dayanağı olarak bu sistemi deşifre etmişlerdir. Artık tüm suç
şebekelerince sistemin gücü ve çalışma prensipleri bilinmekte ve karşı önlemler
geliştirilmektedir.
Ankara Emniyet Müdürlüğü tarafından hazırlanan Fethullah
Gülen hakkındaki ünlü rapor sonrasında, Ankara Emniyet Müdürü Cevdet Saral ve
ekibinin, fethullahçıların Emniyetteki uzantılarının mutlaka tasfiyeleri
konusunda kararlılığı açık biçimde ortaya çıkmıştır. Özellikle, Cevdet Saral
tarafından imzalanan 10 Şubat 1999 tarih ve B.05.1.EGM.4.06.00.06 tarihli “çok gizli” yazı, bu kararlılığı daha ileri
boyutlara, Türkiye genelindeki yapılanmaya taşırken, fethullahçı
istihbaratçıları da, deyim yerindeyse, çılgına çevirmiştir. İşte, fethullahçı
istihbaratçılar tarafından, “bilgi için” imam (!) düzeyindeki müritlerine de dağıtımı yapılan bu yazıda, şu önemli hususlar önerilmiştir:
“... Hal böyleyken, ilgi (a.b.c.) ve Teftiş Kurulu Daire Başkanlığı’nın İlimize
intikal eden yazılarında yürütülen incelemenin örgütsel boyutlarından söz
edilmekte buna karşın müdürlüğümüzden lokal anlamda çok yönlü araştırma
istenmektedir.
73
Son yayınlarla inceleme ve soruşturmaya neden olduğu
anlaşılan bu ‘örgütlenmenin’ veya ‘tarikatın’ oluşumunun nasıl olduğu, kimler
tarafından yürütüldüğü, teşkilatımıza sızmaların nasıl gerçekleştirildiği
hususları hakkında geniş çaplı araştırma için yeni bilgilere ihtiyaç hissedildiğinden,
ilk anda F. GÜLEN’le ilgili yazılan kitaplardan elde edilen değerlendirmeler ve
teyide muhtaç diğer kaynaklardan derlenen bilgiler ışığında ulaşılan kanaat, bu
grubun bünyesinde mevcut örgütlenmenin yatay ve dikey şekilde olduğu;
yapılanmanın genelde ‘açık faaliyet’ ancak ‘hedefin’ gizlilik taşıdığı sonucuna
varılmıştır. Bu itibarla, söz konusu ‘grup’, ‘hareket’ veya ‘tarikatın’
örgütlenme tarzının çözüme kavuşturulması için; ideolojik ve felsefi yapısı,
örgütlenme modeli, taktik ve stratejisi, finans kaynakları, hedefin
netleştirilmesi hususlarındaki bilgileri derleme çalışmaları ile işe başlamanın
lüzunlu olduğu kıymetlendirilmiş olmakla birlikte, ayrıca: 1. Fethullah
Gülen’in şecereye bağlı geçmişi, hangi medrese ve hangi tanımış din alimlerinden
ders aldığı, bu kişilerin bilgi derinliğinin ne olduğu, ne kadar sürelerle
eğitim gördüğü, almış olduğu dini eğitimin irşat edici özellik taşıyıp
taşımadığı, 2. Fethullah Gülen’in güdümündeki okullardan mezun olan kişilerin
Cumhuriyet ve rejim ile Atatürk ilke ve inkılâpları hakkındaki düşüncelerinin
samimi boyutlarının ne olduğu, 3. Fethullah Gülen’in yurtdışında açmış olduğu
okullar üzerinde Milli Eğitim Bakanlığı’nın hangi ölçüde etkinliği bulunduğu ve
bu okullarda nasıl bir eğitim verildiği, yurt dışında bu okulların
açılmasındaki gayenin ne olduğu, 4. 1986 yılında yakalanan F. Gülen’in
yakalanıncaya kadar (6) yıl kimler tarafından korunduğu, Teşkilat
mensuplarımızın bu olayla bağlantısının olup olmadığı, 5. Akyazılılar Vakfı ile başlayan F. Gülen
faaliyetleri, günümüzde hangi şirket, vakıf ya da başka hangi yelpazede
sürdürüldüğü, 6. Ülkemizde açtığı birçok kolej, dernek ve üniversitelerin yurt
çapındaki faaliyetlerinin ne olduğu, hangi kaynaklardan finanse edildiği,
teşkilatımızın temel eğitim kurumu olan Polis Koleji ve Polis okulları ile
ilgili irtibatları konusunda ne tür bilgilere ulaşılabileceği, 7. Basın Yayın
ve İletişim faaliyetlerini mahiyetinin ne olduğu, zikredilenlerin haricinde
toplumun değişik kaynaklarına hitap eden başka legal, illegal yayın organı olup
olmadığı, 8. Fethullah Gülen’in açık çizgisinin arkasında nasıl bir amaç
taşıdığı, radikal kesimlerin içerisinde ne tür misyon üstlendiği, toplumun
değişik kesimleriyle diyalog kurmak suretiyle uzlaşmacı görüntünün arkasında
neyi gizlemeyi çalıştığı, teşkilatımız bünyesinde yaygın faaliyetinin hangi
boyutlara kadar ulaştığı, 9. Ülkemizde en geniş tabana hitap ettiği iddia
edilen bu grubun siyasal yelpazede bu gücünü nasıl kullandığı ve ne tür
yönlendirmeler yaptığı, hususlarının aydınlığa kavuşturulmasının gerekli olduğu
değerlendirilmektedir. Bütün bu bilgilerin derlenmesi aşamasında öncelikle açık
kaynaklar ciddi şekilde irdelenmek suretiyle sözkonusu kişi ve hareket, tarikat
veya örgüt hakkındaki bilgiler analiz edilerek ve öncelikle kendi
söylemlerinden yola çıkılarak F. GÜLEN’in tanımlanması, daha sonra ‘hareketi
veya tarikatı’ netleştirilerek gerçek hedefinin ne olduğunun aydınlığa
kavuşturulması amacıyla ilimiz kapsamında gerekli çalışma ve incelemeler
başlatılmış olup, kişi ve konu hakkında ülke genelinde genel maksatlı yapısını
deşifre edecek çalışmaların İstihbarat Daire Başkanlığı meyanında tüm iller
kapsamında oluşturulacak ‘Planlı İstihbarat Operasyonu’ çerçevesinde ele
alınmasının yerinde olacağı hususunda, bilgi ve gereğini arz ederim” (140).
Dönemin Ankara Emniyet Müdürü Cevdet Saral, yukarıdaki yazı ile de
yetinmeyerek, Teftiş Kurulu ve İstihbarat Daire Başkanlığı’na da gönderdiği 10
Mart 1999 tarih ve 1820-99 sayılı yazı ile de, bu doğrultudaki çalışmaların
titizlikle sürdürüldüğünü, ayrıca konunun D.G.M. kapsamına girip girmediği
hususunun da araştırıldığını
belirtmiştir (141). İşte, hocaefendilerine (!) DGM yolunu gösteren bu
yazı üzerine fethullahçı istihbaratçılar, Cevdet Saral ve ekibini “imha” etmeye
yönelik planlı istihbarat operasyonunun düğmesine basmışlardır.
74
Müritler eliyle yürütülen sözkonusu operasyon öncesinde,
dönemin İstihbarat Daire Başkanı -ki son kararnameyle görevden alınmıştır-
Sabri Uzun, yazışma teamüllerini bir kenara bırakarak, muhatap makam Ankara
Emniyet Müdürü yerine, doğrudan Ankara Emniyet Müdür Yardımcısı Osman Ak’a hitaben gönderdiği
yazılarda, buna karşılık istediği bilgilerin Ankara Emniyet Müdürü Cevdet Saral
imzasıyla gönderilmesini talep etmiştir (142). Hatta bu yazıların birinde, İstihbarat
Daire Başkanlığı’nca 1996’da yayınlanan İslamda Mezhepler Tarikatlar ve Dini
Akımlar” adlı kitapçığın önemli bölümünün açık kaynaklardan elde edildiği; F.
Gülen grubunun da dahil olduğu kategori içerisinde (Geleneksel İslami Kesimler)
kendine özgü bir görüntü çizdiği; bununla beraber tüm diğerleri gibi bu grubun
da ilgi ve takip alanı içinde bulunduğu kaydedilmektedir. Yazının son
paragrafında ise şu talep yer almaktadır: “İrticai faaliyetlerde bulunduğuna
dair hakkında ihbar mahiyetinde bilgiler intikal eden ve Müdürlüğü’nüzce daha
önce araştırma yapılan diğer Emniyet Teşkilatı mensupları gibi, ilgi
sayılarımıza verilecek cevapta yukarıdaki hususların gözönünde
bulundurulmasının ve hakkında iddiada bulunan personelin F. GÜLEN grubu ile
iltisaklarının derece ve mahiyetinin tespiti ile neticenin Genel müdürlük
Makamına iletilmek üzere ivedilikle Dairemize bildirilmesini rica ederim. Sabri
Uzun 1. Sınıf Emniyet Müdürü Daire Başkanı” (143). Sabri Uzun’un yukarıdaki
yazısına Osman Ak’ın ya da Cevdet Saral’ın
ne yanıt verdiği bilinmiyor, çünkü fethullahçı imamların dosyasına bu yazı
girmemiş. Belki de yanıt veremeden görevden alınmışlar. Burada Sabri Uzun’un
müfettişlere yanıtlaması gerekli
birtakım hususlar bulunmaktadır: 1. İstihbarat Daire Başkanlığı’nın,
fethullahçılarla ilintisi konusunda şüpheli görülen 64 emniyetçi hakkında bilgi
istemesi, soruşturma açtırması, makam sahibini bu konuda kesinlikle aklamaz,
şaibelerden kurtaramaz. Tüm istihbaratçılar gibi, tüm kamu görevlileri de çok
iyi bilmektedirler ki, disiplin yönetmelikleri uyarınca açılan ve yürütülen
soruşturmalar iki boyutludur. Ya istediğinizi tasfiye etmek, cezalandırmak için
soruşturma açtırırsınız, ya da istediğinizi kurtarmak, yargı yolunun
kapanmasını sağlamak için soruşturma açtırırsınız... Kötü niyeti saptamanın tek yolu vardır:
İstihbarat Daire Başkanı, görev yaptığı dönem içinde, teşkilattaki kaç bin fethullahçı müridi deşifre etmiştir?
Kaç binini teşkilattan tasfiye ettirecek bilgi ve belgeleri Teftiş Kurulu’na ya
da soruşturmacılara sunmuştur? Hakkında kesin kanıt bulunamayan kaç binini ise
tanzim ettiği gerekçeli raporlarla İstihbarat, Bilgi İşlem, Personel, Eğitim
gibi stratejik önemi haiz birimlerden aldırıp, daha etkisiz ve pasif görevlere
kaydırılmasına neden olmuştur? Bu soruları
çoğaltmak, hiç şüphesiz müfettişlerin tasarrufundadır. 2. Bir İstihbarat
Tarihçisi ile bir İstihbarat Daire Başkanı arasındaki en önemli fark şudur:
İstihbarat Tarihçisi, çoğunlukla açık kaynaklardan ve arasıra da teyidi alınmış
gizlilik dereceli bilgi ve belgeler üzerinde çalışır. Oysa, yukarıdaki yazıda
Sabri Uzun, kendisini bir İstihbarat Daire Başkanı yerine, bir İstihbarat
Tarihçisi konumuna yerleştirmektedir. Gerek “İslamda Mezhepler, Tarikatlar ve
Dini Akımlar” kitapçığı ve gerekse Temmuz 1998 İstihbarat Bülteni, gerek hacim
ve gerekse içerik yönünden, ama özellikle de istihbarat teknikleri açısından,
son derecede yüzeyel, zayıf, çelişkili
ve de aşırı yetersiz kaynaklardır. Başta fethullahçılar olmak üzere,
hizbullahçılar, şafakçılar, selefiler, akabeciler, vasatçılar, kaplancılar gibi
yüzlerce yasadışı oluşumun faaliyetleri ile bunların hangi dış ülkelerden
desteklenip yönetildikleri; resmi eğitim kurumlarının (ilköğretim, lise ve
üniversite) yanısıra, kendi açtıkları özel eğitim kurumları ve de medrese
tabelası altında açıkça faaliyet sürdüren
yasadışı kurumlardaki konumları;
yeşil sermaye ile şeriatçı yapılanmalar arasındaki ilişkiler; bunların devletin
kurum ve kuruluşlarına sızma çabaları; mevcut siyasal partilerle temasları,
türban ve benzeri konulardaki organize eylemleri, İstihbarat Daire
Başkanlığı’nın doğrudan görev ve sorumluluk alanı içine girmektedir. Bu konuda,
Türkiye’de sadece bir kitapçık ve bülteni, yapılacak soruşturmaya kaynak
önermek, abesle iştigalden başka hiçbir şey değildir. 28 Şubat süreci,
ülkemizde vahiy yoluyla başlamamıştır. T.S.K.’nde 28 Şubat süreci ile ilgili
çalışmaların tutarı onbinlerce sayfa ile ifade edilirken, birincil görevli ve
sorumlu Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanlığı’nın hâlâ tartışılır
bir bülten ve bir kitapçığa saplanıp kalması, üzücü ve düşündürücüdür. Zira,
Türkiye’deki şeriatçı faaliyetlerle
75
ilgili her yıl bırakın kitapçık ve bülten ölçülerini,
ansiklopedi ölçülerinde yayın yapılmasını gerekli kılacak bilgi ve belge
zenginliği mevcuttur. 3. Fethullahçılar, çalışma yöntemleri itibariyle,
“organize suç örgütü” kapsamında faaliyet yürütmektedirler. Mafya örgütleri
gibi, fethullahçı yapılanmanın da kendi içinde yazılı kurallarını belirleyen
bir tüzüğü ya da üye kayıt defterleri bulunmamaktadır.
Yasalara göre kurulmuş dernekler, vakıflar, eğitim kurumları ve şirketler,
resmi olmayan bir organizasyonla ve resmi olmayan bir hiyerarşik yapıda
yönetilmektedirler. Fethullahçılar ya da bir başka ifadeyle fethullahçı
organize suçlular, sosyal ve siyasal yapı içerisinde kendilerini kamufle etmişlerdir. Mafya örneğinde olduğu
gibi, “güç bir yapılanma gösteren Organize Suçlar, aynı zamanda koruyucu ve
yardımcı roller ile organizasyona karışan adli, idari ve politik unsurları da
çok iyi kullanmaktadırlar” (144). Yasal olmadıkları için denetlenemeyen,
aleyhine kanıt bulunamayan bu tür organizasyonlarla mücadele için, 10.02.1998’
de İstihbarat Daire Başkanlığı bünyesinde Organize Suçlarla Mücadele Şube
Müdürlüğü’nün kurulması ile birlikte, İstihbarat Yönetmeliği’nin 38.
Maddesi’nin (b) bendine göre tüm il istihbarat şube müdürlüklerince bu
çalışmanın ayrıca bir emre gerek olmaksızın doğrudan başlatılması zarureti
doğmuştur. Akabinde, İstihbarat Daire Başkanlığı’nın 24 Nisan 1998 gün ve
4509.98 sayılı emri ile de şifahi talimatlar yazılı emir haline dönüştürülerek
il istihbarat birimlerince organize suçlarla mücadele faaliyetlerine işlerlik
kazandırılmıştır. Tüm bu yapısal değişiklikler, İstihbarat Daire Başkanlığı’nın
yetki ve sorumluluklarının çerçevesini daha da büyütmüştür. Mafya mensuplarını
yakalayan, sorgulayan ve bu yolla elde edilen bilgilerin kanıta dönüştürerek
suçluları yargıya teslim eden İstihbarat
Daire Başkanlığı’nın, bırakalım Türkiye’deki fethullahçıları, Emniyet içinde
var olan müritler için bile, “içimizde fethullahçı olduğu iddia ve ihbar edilen
kimi mensuplarımızın gerçekten fethullahçı olup olmadıklarının kanıtlarını elde
etmek çok zor” yaklaşımıyla, soruşturma açıyor görünüp de ciddi sonuçları olan
operasyon yapmaması, sadece bir çifte standart değil, teslimiyetçi- traji-komik
bir çelişkidir. Fethullahçılarla mücadele veren Emniyet mensuplarına karşı
ödünsüz “kaplan” postuna bürünenlerin, konu fethullahçılar olduğunda kör ve
sağırları oynaması, sadece Teşkilâtı değil, ülkeyi de zaafa sürüklemiştir. Bu
anlamda İstihbarat Daire Başkanı Sabri Uzun’un savunması mutlaka alınmalı ve
gereği yapılmalıdır ki, yerine geçecek olanlar da bir daha asla aynı
duyarlılığı (!) ve sorumluluğu (!) göstermesin!.. 3.5.2. TELEKULAK OPERASYONU-TELEKULAK DEŞİFRASYONU
Yaklaşık 20.000.000 $ bütçesi ile, Cumhuriyet Tarihinde
yasadışı bir organize suç örgütü tarafından yürütülen en geniş kapsamlı, en
etkili, psikolojik harekât boyutları itibariyle en geniş, hedef kişi ve
kuruluşları itibariyle en sansasyonel ve de güncelliğini en uzun süre koruyan
operasyonun, adı da oldukça medyatiktir: “TELEKULAK”... Yalnız anormallik
şuradadır ki, planlı istihbarat operasyonunu yönetenler, yürütenler, devlete ve
rejime karşı hiçbir sorumluluk hissetmeden doğrudan hocaefendilerine (!) bağlı
olan ve hizmet eden; ancak maaşlarını, makam ve rütbelerini ise devletten alan
müritlerdir;“imha”ya maruz kalanlar, bir başka ifadeyle tasfiye edilerek çok
yönlü cezalandırılmak istenenler ise, devlete ve rejimine sadakatle bağlı, bunun
için herşeyi göze alan gerçek emniyetçilerdir. Devletin diğer ilgili kurumları
ve istihbarat birimleri ise, bu operasyonda maalesef “seyirci” konumundadır... Suç ve suçlulara
karşı yürütülen bu yasal zemindeki mücadele esnasında, yasal olmayan faaliyetlerinden
dolayı doğrudan zarar gören ve zarar görme tehlikesini hisseden kişi ya da
kurumlar, ne yazık ki teşkilat içerisindeki
tespit edilmiş Fethullahçı unsurların yönlendirmesiyle, haber ve gündem
oluşturma peşinde koşan medya kuruluşlarını da etkileyerek doğrudan saldırıya
geçmişler, kimi siyasileri, sivil toplum örgütlerini, bürokrasiyi ve
dolayısıyla tüm kamuoyunu “TELEKULAK” adı çerçevesinde koşullandırarak, amaçladıkları ön yargıyı oluşturmuşlardır. Bu planlı fethullahçı organizasyon içinde
amaçlarına ulaşmak için, bir taraftan Cumhurbaşkanlığı’nın, Başbakanlığın,
Bakanlıkların, tüm medya kuruluşlarının, gazetelerin, siyasi partilerin,
aydınların, Emniyet Teşkilatının, MGK.’nın, Genelkurmay’ın, Jandarma
Teşkilâı’nın, sivil toplum örgütlerinin telefonlarının dinlendiğini, hizmet
dışı sorgulandığını iddia ederken; olay ve olayların yargı aşamasına intikal
edeceğini de hesaplayarak, Yargıtay’ın, Danıştay’ın, bazı yargı mensuplarının
da telefonlarının dinlendiğini ve sorgulandığını da iddialara ekleyerek,
olayların niçin geliştiğini, telefon sorgulamasının ne olduğunu, niçin
yapıldığını bilmeyen ve doğal olarak
76
bilemeyecek durumda olan her derecedeki kurum, kuruluş kişi
ve kişiler nezdinde, tasfiyesi amaçlanan emniyet görevlilerini savunmasız ve yalnız bırakmışlardır. Telekulak
Operasyonu’nun ayrıntıları, hiç şüphesiz başlıbaşına bir kitap konusudur. Bu
operasyona esas taktik ve strateji, kusursuz bir mükemmeliyetlikte, tam bir
profesyonellikle hazırlanarak uygulamaya konulmuştur. Telekulak operasyonu, bu
açıdan fethullahçı istihbaratçıların gerçek potansiyel gücünü ortaya koyarken,
bundan sonra yapacaklarının teminatı olarak da “göz kamaştırmış”, hem de
“hasım”larına “gözdağı” vermiştir. Bu operasyonla, sağ-sol, irticacı-laik,
etnik bölücü-ulusalcı, sosyalist-ülkücü ayırdetmeksizin tüm kamuoyu, ortak
tepkide birleştirilmiştir. İşte bu
operasyonun perde arkasındaki gerçekler, kamuoyuna yansımayan iftiralar,
kandırmacalar, yönlendirmeler ve
dezenformasyon faaliyetlerinden sadece birkaçı:
3.5.2.1. TEKNİK YÖNÜ İLE
TELEKULAK OLAYI
Ankara Emniyet Müdürlüğü İstihbarat Şubesi’nin teknik
imkânları dahilinde, gerekli teknik prosedüre uyulmaksızın ve ayrı bir kamu
kuruluşu olan Türk Telekom görevlilerinin katılımı olmaksızın anlık kararlarla
herhangi bir telefonu dinleyebilmek mümkün değildir. Bu süreç, aşağıdaki
örnekte tüm aşama ve detaylarıyla anlatılmıştır. Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün
teknik olanakları bilindiği halde yüksek teknolojiyi gerektiren cep
telefonlarının, fiber optik hat teçhizatı olan santral ve telefonların, hatta
bırakınız şehirlerarası telefonların, yakın ilçelerin telefonlarının dinlendiği
iftirasına yönelinmiştir. Bazı kesimlerce dile getirildiği gibi, Ankara Emniyet
Müdürlüğü’nce ne bir cep telefonunun, ne de fiber optik teçhizatla donatılmış
Cumhurbaşkanlığı, Genel Kurmay Başkanlığı, Kuvvet Komutanlıkları gibi önemli
kurumların telefonlarının dinlenmesi teknik olarak kesinlikle olanaksızdır.
Başbakan Bülent Ecevit’in, dinlendiğini iddia ettiği İstanbul’daki “mütevazi
evi” de, ancak İstanbul içerisinde bulunan bir dinleme merkezinden
dinlenebilir. Ankara Emniyet
Müdürlüğü’nün yetki alanı içerisinde bulunan bölgede, Telekom’a ait merkezi
Ulus semti olmak üzere analog bir telefon şebekesinin yanı sıra, bunu fiber
optik bağlantılarla destekleyen sayısal şebeke bağlantılarıyla, yaklaşık 50’nin
üzerinde telefon santrali bulunmaktadır.
Bu bağlamda Ankara Emniyet Müdürlüğü İstihbarat Şube Müdürlüğü’nce
İskitler Santrali güzergahından Ulus Merkezindeki santrale analog (klasik
kablolu) paralel telefon hatlarıyla dinleme bağlantısı mevcuttur. Bunun dışında
merkezden uzak olması ve teknik olarak bağlantı sağlanamaması nedeniyle
Batıkent Yerleşim Merkezi ile, Sincan İlçesinde ayrı birer dinleme merkezi
bulunmaktadır. Bunun haricinde Ankara’nın hiç bir mesafeli ilçesinin ya da
Ankara dışı yerleşim birimleriyle, yüksek teknolojiyi gerektirecek cep telefonu
ve benzeri haberleşme sistemlerinin dinlenmesine olanak tanıyacak hiç bir
ekipman ve sistem, Emniyet Müdürlüğü İstihbarat Şubesi emrinde bulunmamaktadır. Ankara ilinde Ankara Emniyet Müdürlüğü
İstihbarat Şube Müdürlüğü’nün dışında, yine Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne bağlı
Narkotik, Organize Suçlar ve Mali Şubelerde benzer analog sistemde dinleme
merkezleri bulunmaktadır. Bunun dışında Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat
Daire Başkanlığı’nın, Kaçakçılık Daire Başkanlığı’nın, MİT Müsteşarlığı ilgili
merkez ve Ankara’da yerleşik taşra birimlerinin, askeri ilgili birimlerin de
olmak üzere hem analog hem de ileri teknoloji sistemlerini dinleyebilecek yaklaşık
(...)’un üzerinde Dinleme Merkezi bulunmaktadır. Ayrıca Ankara Emniyet Müdürlüğü İstihbarat
Şube Müdürlüğü’nün dinleme bağlantıları diğer birimlerin nehirleri yanında
kılcal damar gibi kalmakta ve sistem dışı herhangi bir keyfi işleme de
teknolojik imkanların elvermemesinden dolayı müsaade vermemektedir. Bir an için hukuki prosedürü ayrı tutarak,
teknik anlamda (A) telefonunun dinlenmek istenildiğini varsaydığımızda: a)
Belirlenen numarayı ilgili istihbarat personeli Telekom yetkilisine bildirir.
b) İlgili Telekom yetkilisi kendi kurum içi işlem prosedüründen geçtikten sonra
sorumlu Kramportör’e (50’nin üzerindeki ayrı santralde fiziki ve teknik
bağlantıyı yapacak olan Telekom personelinden herhangi birisi) bildirir. c)
Sorumlu Kramportör kendi santral bölgesindeyse direkt, başka bir santral
bölgesindeyse o bölge görevlileri ve güzergah kramportörleriyle temasa geçerek
dinlenmesi istenilen telefonun paralel ucunu kendi bölgesine taşıyarak buradan
Ankara Emniyet Müdürlüğü ile Telekom arasındaki mevcut kablolara paralel olarak
fiziki bağlantısını yapar.
77
d) Bu işlem sonrasında sorumlu Kramportör, ilgili istihbarat
personelini arayarak dinlenmesi istenen telefon numarasının paralel hattının
Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne ait telefon kablolarından hangisinin uçlarına
gönderildiğini bildirir. e) İlgili teknik personelce dinlenecek hat, dinleme
konusuyla bağlantılı olarak ilgili birime bağlanır (PKK ile ilgili birime veya
terörle ilgili ise bir başka birime veya mafya-çetelerle ilgili ise 8.kattaki
birime gibi). f) Bu fiziki bağlantı dinleme cihazına intikal ettirilir ve
uygulama başlatılır. Bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere bir bilgisayar ağı
içerisinde aynı anda bir çok personelin birlikte yaptığı ve kurumlar arası
ortak çalışmayı gerektiren bir durum söz konusudur. Bu itibarla canı isteyen
her görevlinin, istediği telefonu dinlemesi teknik olarak olanaksızdır.
Nitekim Telekom görevlileri, Telekulak soruşturması
kapsamında verdikleri ifadelerinde,
mahkeme kararı olmadan bağlantı yapmadıklarını açıkça beyan etmişlerdir
(145). Bu hususun Fezlekede gizlenmesi de, soruşturmayı yürütenlerin yanlı ve
yanıltıcı olduğunun kanıtıdır. Bu konuda Müfettişlerce 11.06.1999 tarihinde
ifadesine başvurulan Türk Telekom Genel Müdür Yardımcısı Mehmet TAŞALTIN,
“Dinleme mutlaka dinlenecek telefon numarasının paralel bir hattın girilmesi
suretiyle yapılabilir. Bu da iki biçimde olur. Ya başında beklersiniz, ya da
hattın paralelini uzağa çekersiniz. Bu işlem de iki biçimde olabilir. Ya böcek
denilen radyo vericisinin hattın paraleline koymak suretiyle yaparsınız ya da
fiziki olarak kabloyu uzatırsınız. Bunun dışında herhangi bir şekilde
telefonları dinlenmesi mümkün değildir.... kablo ile uzattığınız en uç noktada
bir dinleme yerinizin de bulunması gerekir.... Cep telefonu santralinde de her
numaranın fiziksel bir karşılığı olmadığı için teknik olarak paralelini uzağa
çekmek ve bu şekilde dinlemek mümkün değildir” demektedir. Teknik boyutu bu
ifadeden de anlaşıldığı üzere, dinleme işlemi, santrallerle kablo üzerinden bir
paralel bağlantı zorunluluğunu ve fiziki bir müdahaleyi gerekli kılmaktadır. Bu
anlamda yapılacak dinleme faaliyeti için de ilgili Telekom görevlisinin yada
görevlilerinin desteği gerekmektedir. Telekulak soruşturması sırasında basına
kasıtlı sızdırılan haberlerin hiçbirinde, yukarıdaki teknik koşul ve
zorunluluklara değinilmemiştir. Telefon dinleme, izleme veya detay sorgulaması
yapma şeklinde bugünkü istihbarat derlemenin önkoşulu haline gelmiştir. A.B.D.
bırakalım sadece kendi ülkesini, “Echelon Ağı” vasıtasıyla tün dünyayı
izlemekte ve dinlemektedir. Benzeri bir dinleme ağı da, Almanya ve Fransa
ortaklığında tesis edilmiştir. Gelişmiş tüm Batı ülkelerinde, kamu düzeninin
sağlanması ve ülke güvenliği için telefon dinlemeye ilişkin yasal düzenlemeler
ve uygulamalar sözkonusudur. Ve gelişmiş
ülkelerin hiçbirinde, Watergate skandalı gibi birkaç özel istisna dışında, o
ülkenin Emniyet makamları, küçük hesaplar uğruna, belirli kişi ya da kadroları
tasfiye amacıyla, telefon dinleme sistemlerini deşifre etmemişlerdir.
Telekulak olayında esas “sanık”lar, deşifrasyonda bizzat soruşturmacı, tanık,
uzman, bilirkişi olarak görev üstlenen Emniyet mensuplarıdır; çünkü devlet
sırlarını ortaya dökerek, yetki ve nüfuz suistimalinde bulunarak, sistemin
işleyişini altüst etmişlerdir. Bu durumdan en çok yararlananlar da, yeni
önlemler geliştirme fırsatı elde eden organize suç örgütleri olmuştur. Bir başka ifadeyle, 81 İl Emniyet Müdürlüğü
ve İstihbarat Daire Başkanlığı ile Organize Suçlarla Mücadele ve Kaçakçılık
Daire Başkanlığı’nca da sürekli yapılan ve halen de yapılmakta olan bir teknik
çalışma tarzı, kamu güvenliği ve irtibatı açısından yaratacağı olumsuzluklar
hiç düşünmeden, sırf “hasım”lara suç isnat etme basitliği uğruna afişe
edilmiştir... 3.5.2.2. POPÜLER İSİMLER
VE PROVOKASYON DÜZENEĞİ
Osman Ak ve arkadaşları aleyhine açılan soruşturmayı yürüten
müfettişlerin, telefonların teknik olarak dinlenmesi ile detay sorgulamasının
apayrı iki işlem olduğunu bilmemelerine olanak yoktur. Ancak, hazırladıkları
fezlekeden, bilerek ya da bilmeyerek oyuna geldikleri-getirildikleri
görülmektedir: “Müfettişliğimizin
05.06.1999 gün ve 156/06-3 sayılı yazısı ile İstihbarat Daire Başkanlığı’ndan:
‘Başkanlığın görevlileri, Ankara Emniyet Müdürlüğü İstihbarat Şube Müdürlüğü
veya diğer iller İstihbarat Şube Müdürlüklerince mevzuat hükümlerine aykırı
olarak Cumhurbaşkanımız Sayın Süleyman DEMİREL’e, Başbakanımız Sayın Bülent
ECEVİT’e, Başbakanlık ve Bakanlıklara, Milletvekilleri Kamu kurum ve
kuruluşlarına, Askeri Kuruluşlara, Siyasi Partilere veya mensuplarına, kitle
iletişim araçlarına veya mensuplarına işadamlarına ait telefonların teknik
dinlemelerinin veya detay sorgulamalarının yapılıp yapılmadığını, dinlenmiş ya
da sorgulanmış ise kimler tarafından yapıldığını, sorgulama veya dinlemenin ayrıntılı
özelliklerini gösterecek biçimde daireniz
78
görevlilerinden oluşturulacak üç kişilik bir komisyon
marifetiyle tespit edilerek düzenlenecek tespit tutanağının müfettişliğimize
gönderilmesi’ istenmiştir. İstihbarat Daire Başkanlığı görevlilerince yapılan
yoğun çalışma sonucunda düzenlenen ve müfettişliğimize 06.06.1999 gün ve
6639-99 sayılı yazı ekinde gönderilen tespit tutanağının incelenmesinden Ankara
Emniyet Müdürlüğü İstihbarat Şube Müdürlüğünün bazı görevlileri tarafından üst
düzey devlet yöneticilerimize, bazı
bakan ve milletvekillerine, bazı siyasi parti veya mensuplarına, bazı
kitle iletişim araçlarına veya mensuplarına, bazı kamu kurum ve kuruluşlarına
ve bazı kişilere ait teknik detay sorgulama işlemine tabi tutulduğu
anlaşılmıştır” (146). Fezlekede sözü edilen Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, özel
ve tüzel şahsiyetlere ait numaraların, yukarıda özet olarak açıklanan izleme
faaliyetleri esnasında karşılaşılan milyonlarca telefon numarası arasından
özellikle ve maksatlı olarak seçilmiş olduğu anlaşılmaktadır. Örneğin, dosya
içerisinde mevcut Emniyet Genel Müdürlüğü’nün emir ve talimatlarına dayalı
olarak Türkiye Kalkınma Bankası eski Genel Müdürü Özal Baysal’ın yakalanması
maksadıyla yapılan çalışmalarda, Baysal’ın bağlantılı telefonunun aradığı
telefonlar; Cumhurbaşkanlığı Köşkü, Cumhurbaşkanlığı Koruma Şube Müdürlüğü,
Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği, Cumhurbaşkanlığı Tarabya Köşkü,
Başbakanlık Özel Kalem, Turizm Bakanlığı, Bayındırlık Bakanlığı, İstanbul
Emniyet Müdürlüğü Özel Kalem, Antalya Valiliği, ANAP Genel Merkezi, DYP Genel
Merkezi. Bu merkezler Özal Baysal’ın yakalanmasına ilişkin yapılan telefon
izleme faaliyetleri sırasında Özal Baysal’la irtibatlışahıslar tarafından
telefonla aranmış ve bu arama kayıtları programa bağlı olarak çalışan
bilgisayar dökümünde ortaya çıkmıştır. Kaldı ki bu önemli telefonlar Özal
Baysal’la ilgili telefonların yaptığı binlerce arama arasından özellikle
seçilerek çıkartılmıştır. Kesinleşmiş mahkûmiyet kararı ile aranan bir şahsın
yakalanması amacıyla yapılan telefon izlemesi sırasında karşılaşılan
telefonların sorgulanmasında, sorgulamayı yapan istihbaratçılara nasıl bir suç
isnat edilebileceği açıklanabilir bir husus değildir. Kamuoyunda Yeşil olarak
bilinen Mahmut Yıldırım’la ilgili telefonlar, yine çete lideri Kürşat Yılmaz ve
Kasım Gençyılmaz’la ilgili telefonlar izlenirken karşılaşılan pek çok önemli
şahsiyet ve kurumun telefonu da bir suçlama nedeni olarak kullanılmıştır.
Telekulak operasyonunu ilk kez gündeme getiren gazetenin Zaman olması, şaşırtıcı
değildir. Doğal olarak, bu kampanyaya Aksiyon dergisi de katılmıştır. Dergi,
tüm dinlemelerin, Cevdet Saral’ın marifetiyle yapıldığını iddia ettikten sonra,
esas mesajını vermiştir: “Ancak iş
bununla bitmiyordu. Kısa süre sonra Cevdet Saral’ın Başbakanlık’tan
Dışişleri’ne, Genel Kurmay Başkanlığı’ndan Cumhurbaşkanlığı’na, tanınmış
gazetecilerden milletvekillerine kadar bir çok kurum ve ismi dinlettiği ortaya
çıktı. Cevdet Saral ve ekibi köşeye sıkışıyordu. İşte tam bu sırada Cevdet
Saral bazı güç odaklarının desteğini alabilmek için şaşırtıcı bir yola
başvurdu. Başına gelenlerin, Fethullah Gülen’le ilgili raporları hazırladıkları
rapordan kaynaklandığını öne sürüyordu. Ne var ki Cevdet Saral,
Cumhurbaşkanı’ndan Başbakan’a, Genel kurmay Başkanı’ndan MGK’ya kadar onca
kurum ve kuruluşu neden dinlediklerini ise açıklamakta güçlük çekiyordu. ...
Ankara Emniyet Müdürü Cevdet Saral ve yardımcısı Osman Ak, kısa süre sonra
konuyla ilgili ipuçlarını vermeye başlamışlardı. Osman Ak, başlarına gelenlerin
Fethullah Gülen’le ilgili hazırladıkları rapordan kaynaklandığını, kendilerinin
bu raporu ‘irticaya hassas bazı birimler için hazırladıklarını’ iddia
ediyordu.... Ankara Emniyeti’ne göre herşey bununla birlikte başlamıştı. Ancak,
üst düzey Emniyet yöneticilerine göre, tüm bunlar Cevdet Saral’ın cephe
daraltma ve destek kazanmak için giriştiği çabalardan başka bir şey değildi.
‘Savaş’ denilen şey aslında Cevdet Saral’ın ‘aşırı ihtirasından’ kaynaklanıyor.
Saral’ın İstanbul’a Emniyet Müdürü olmak istediği için bunları yaptığı öne
sürülüyordu. Bir başka iddiaya göre, Cevdet Saral Cumhurbaşkanlığı’nı,
Başbakanlığı ve Genel Müdürlüğü dinlettiği için sıkışmış durumdaydı ve
Fethullah Gülen raporuyla son kozunu oynuyor, böylelikle bazı çevrelerin
kendisini korumasını sağlamayı amaçlıyordu”
(147). Fethullahçı yayın organlarında, dinlendiği önesürülenler
arasında, özellikle belli kurum ve kuruluşlarla, isimler ön plana
çıkarılmıştır. Örneğin, yayınlanan listelerde, fethullahçı dernek, vakıf ya
da istişare heyet üyelerinin, eyalet ve
bölge imamlarının telefonları yeralmamıştır. Aynışekilde, nakşibendi,
süleymancı, hizbullahçı ve benzeri siyasal islamcı tarikat ya da cemaatlerin
ilerigelenlerinin adlarına da bu listede rastlamak olanaksızdır. Peki kimler
ver bu listelerde? Öncelikle, siyasal islamcılığın her türlüsünü “tehdit”
olarak algılayan kurum ve kuruluşlarla, Atatürkçü olarak tanınan ya da
“Atatürkçü Alevi” olarak nitelendirilen tümü laik hukuktan yana kimi hukukçulara, gazetecilere, işadamlarına
ve akıllı bir taktikle partileri de operasyona dahil etmek için, hemen her
partiden politikacılara yer verildiği anlaşılmıştır: Genel Kurmay Başkanlığı,
MGK, MSB
79
Lojmanları, Orduevleri, Yargıtay 8. Ceza Dairesi Üyeleri,
Yusuf Kenan Doğan, Muhittin Mıçak, Ahmet Köksal, Emin Çölaşan, Tuncay Özkan,
Koray Düzgören, Doğan Taşdelen, Ali Haydar Veziroğlu, Fikri Sağlar, Ayhan
Şahenk vd. Sözkonusu listelerin medyada yayınlanmasından sonra, operasyonun bir
diğer aşamasına geçilmiştir. Gerek medyada yeralan telkinler ve gerekse birebir
görüşmeler çerçevesinde, listelerde adı olan kişilerle, sivil toplum
örgütlerinin, idare aleyhine manevi tazminat davası açmaları istenmiştir. Buna
göre, idare mutlaka tazminat ödemeye mahkûm olacak ve ödediği tazminat
miktarlarını, Telekulak “sanıklarına” rücu edecektir. Bu sonuç, intikam
peşindeki fethullahçıların,
“hasım”larını madden-manen bitirmesi, tüketmesi, kısaca bir daha asla
başkaldıramayacak ölçüde “imha” etmesi anlamına gelecektir. Diğer taraftan, başta fethullahçılar olmak
üzere, yurt içindeki ve dışındaki tüm şeriatçı yapılanmaların nefretle
andıkları hukukçuların başını, Eralp Özgen, Naci Ünver, Bilal Kartal, Mustafa
Kıcalıoğlu, Erol Kıcıman, Salim Öztuna, Vural Savaş, Şerife Öztürk, Sabih
Kanadoğlu, Mehmet Uyumaz, Yekta Güngör Özden, Güven Dinçer vd. çekmektedir. Bu
isimlerden Naci Ünver, Yargıtay 8. Daire Başkanı olup, şair ve yazar kimliği
ile de tanınan, son derecede popüler bir Cumhuriyet hukukçusudur. İşte, Naci
Ünver’in telefonlarının dinlendiğine kanıt (!) teşkil ettiği iddia edilen kasedin
elegeçiriliş öyküsü: Müfettişlerce hazırlanan Fezlekede, maddi delil olarak
ortaya konan ve Naci ÜNVER’e ait olduğu söylenen tarihsiz ve numara
bilgilerinden yoksun telefon dinleme kasetinin,
11 Haziran 1999 tarihinde, yani Osman Ak’ın görevden alınmasının bir ay
sonrasında, stihbarat İ Şube
Müdürlüğü’nün 9. katında bulunan hurdalık deposunda ele geçirildiği beyan
edilmektedir (148). Aslında söz konusu kasetin her hangi bir yargı sürecinde,
herhangi bir iddiaya delil teşkil etmesi de yasal ölçütlerde mümkün değildir.
Çünkü bu kasetin istihbarat hizmetleri ile ilgili olarak kaydedilip
kaydedilmediği, kimler tarafından kaydedildiği, orijinal bir kayıt olup
olmadığı, hangi zaman sürecinde, hangi tarihte, hangi telefonların kaydı olduğu
belli olmadığı gibi, tutanaklara bant çözümünün kağıda aktarılış biçimi de daha
önce benzerleri yüzlerce defa yapılmış örneklere ve istihbarat teamülüne
uymamaktadır. Çözümü yapan istihbarat hizmetlerinde görevli M.Fecri Yıldız’ın
bu hususu bilmemesi, yani çözümleri kağıda aktarırken tarih, saat, dinlenilen
telefonun numara bilgisine ilişkin açıklamaları kağıda geçirmemesi mümkün
değildir. İddialara delil olarak konulan
kaset çözümünün incelenmesinde tarih ve zaman bilgisi ile numara bilgisinin
olmaması yanında dikkat çeken diğer bir husus da, kaseti düzenleyenlerce iki
ayrı önemli mahiyette gibi görülen, telefon görüşmesi içermesidir.Dinleme
tekniği itibariyle orijinal olarak dinlemede kullanılan ve telefon hattına
bağlı cihazda takılı bir kasette; tarih, zaman ve numara bilgilerinden hiç
olmazsa birisinin yer alması gerekir.
Diğer bir husus ise mezkur kasette önemli mahiyette görülen
iki ayrı görüşmenin ard arda bulunmasıdır. Oysa telefon hattına bağlı bir
cihazın yuvasına takılı ve canlı dinlemede kullanılan kasette bir çok görüşme
bulunmalıdır, ki bu görüşmeler hayatın olağan akışı içerisinde hedef telefonu
kullananın aile, iş, arkadaş, ticari vb. nitelikteki görüşmelerinden oluşur.
Cihazda hedefin konuşmalarını anında kaydeden kasetin en önemli özelliklerinden
birisi budur. Dinleme tekniği itibariyle, hedef telefonun tüm görüşmeleri
sürekli kaydedilir. Herhangi bir operasyonel çalışmada yukarıda belirtilen
tarzda mutat görüşmelerle, önemli kabul edilen (çalışmanın amacına hizmet
edecek) görüşmelerin birbirinden ayrılması gereklidir. Bunun içinde cihazda
kullanılan kaset daha sonra ayıklanarak, önemli görüşmelerin hepsi peş peşe bir
başka kasete arşivlenir. Önemli görüşmeleri içeren ve sonradan bir çok
kasetteki görüşmelerin ayıklanmasıyla oluşturulan bu arşiv kaseti kesinlikle
dinlemede kullanılan kaset yuvasına sokulmaz, ayrı bir yerde muhafaza edilir.
Tabii hurdalık deposunda değil. Oysa dosya içeriğinden anlaşıldığı üzere,
mezkûr kaset iki ayrı değişik konuyu içeren önemli görülebilecek görüşme
içermekte, hiç bir mutat ya da konu dışı görüşme içermemektedir.
Telekulak olayının hedef ismi olan Osman Ak, Kırıkkale 2.
Asliye Ceza Mahkemesi’ne yapmış olduğu savunmada, örnekleri çeşitlendirmiştir:
“Dosya içerisinde mevcut Emniyet Genel Müdürlüğü’nün emir ve talimatlarına
dayalı olarak Doğuş Holding Yönetim Kurulu Başkanı NTV Televizyonunun sahibi
A.Ş. ve Yargıtay Üyesi K.A. hakkındaki ihbara ilişkin çalışmalarda: Yargıtay,
TBMM, çeşitli tanınmış iş adamları, çeşitli büyük firmaların telefon
numaralarıyla karşılaşılmıştır.
80
Burada MGK Genel Sekreterliği, A.Ş. ve Genel Müdürü G.T. ile
bunlarla yakın ilişki içerisinde olan Yargıtay Üyesi K. A.’nın PKK ile ilişkide olduğuna dair kendisine
ulaşan bir ihbar mektubunu Emniyet Genel Müdürlüğü’ne göndermiş, İstihbarat
Daire Başkanlığı da konunun araştırılmasını ve neticeden de bilgi verilmesini
emretmiştir. Emir doğrultusunda yapılan çalışmalarda ihbarın doğru mu yoksa
iftira mı? olduğunun en kolay tespit yöntemi olarak bilgisayar sorgulamasına
başvurulmuş, arşivlerimizde kayıtlı PKK’lılar ile anılan şahsiyetlerin
iltisakları araştırılmış ve ihbarın iftiradan öte gitmediği tespit edilerek
konu emir veren makama iletilmiştir. Bu konudaki yazışmalar dosya içeriğinde
mevcuttur. Bu örnekte görüleceği gibi
iftirayı defetme sonucunu doğuran çalışmamız, bugün suçlama (işadamlarını
dinlediler!, Yargıtay’ı dinlediler!...) şeklinde karşımıza çıkartılmıştır.
İHD Genel Başkanı Akın Birdal’a düzenlenen silahlı saldırı
eylemiyle ilgili olarak yapılan çalışmalarda, eylemin azmettiricilerinden olan
ve aynı zamanda İstihbarat Daire Başkanlığı’nın dosya içerisinde mevcut çeşitli
talimatlarla hakkında çalışma yapılması istenen “yeşil” kod isimli Mahmut
Yıldırım’ın ilişki ve irtibatları araştırılırken: Cumhurbaşkanlığı,
Başbakanlık, MGK, MİT Müsteşarlığı, Genelkurmay Başkanlığı, Jandarma Genel
Komutanlığı, İl Jandarma Komutanlıkları, Emniyet Genel Müdürlüğü, İstihbarat
Daire Başkanlığı, İzmir ve Kocaeli Emniyet Müdürlükleri, Harp Akademileri
Komutanlığı’na ait telefon numaralarıyla karşılaşılmıştır. Dosya içeriğindeki
bu konuya ilişkin yazışmalar dikkatlice incelendiğinde hazırlanacak komplonun
sanki senaryosunun önceden yazıldığı rahatlıkla görülebilir Kamuoyunda kumarhaneler kralı olarak bilinen
Ömer Lüfü Topal’ın özel kuryesi Yeşim Kuzey ile ilgili çalışmalarımızda:
Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanlığı Organize Suçlarla Mücadele
Şube Müdür Yardımcısı, Hanefi Avcı veya İstihbarat Daire Başkanlığı Bilgi İşlem
Şube Müdürü, İstihbarat Daire Başkanlığı, İstanbul Emniyet Müdürlüğü, Antalya
Emniyet Müdürlüğü, Cumhurbaşkanlığı, Maliye Bakanlığı, çeşitli medya
kuruluşlarına ait telefon numaralarıyla karşılaşılmıştır. Mafya Babası Kürşat
Yılmaz’ın yakalanmasına yönelik olarak yapılan çalışmalarda: Başbakanlık,
Devlet Bakanıİkametgahı, Tarım Orman ve Köyişleri Bakanlığı, Milli Savunma
Bakanlığı, Adalet Bakanlığı, Toplu Konut İdaresi’ne ait telefon numaralarıyla
karşılaşılmıştır. Dönemin Devlet Bakanı Eyüp AŞIK aracılığı ile Müdürlüğümüze
gönderilen, yine dönemin Başbakanı Mesut YILMAZ’ın İl Emniyet Müdürüne şifahi
emirleri, diğer kurumlara verdiği bilgilere bağlı olarak Emniyet Genel
Müdürlüğü’nce yazılı talimatla çalışma yapılması istenilen Abdullah Argun ÇETİN
isimli şahsın, gerek verdiği bilgilerin doğruluğunun araştırılması, gerekse
ilişkilerinin tespiti için yapılan çalışmalarda: Bazı Milletvekilleri,
Ulaştırma Bakanlığı, Gençlik ve Spor Bakanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü, ABD
Büyükelçiliğine bağlı birimler, ANAP Genel Merkezi, TBMM, çeşitli medya
kuruluşlarına ait telefon numaralarıyla karşılaşılmıştır. Bu şahsın
anlatımlarına inananlarca yürütülen senaryolar ise, başlı başına bazı devlet
görevlilerinin durumlarını ortaya koyan trajikomik bir vakıadır. Dosya
içerisinde mevcut Emniyet Genel Müdürlüğü’nün emir ve talimatları ile bu
makamlarca gönderilen mahkeme kararlarına dayalı olarak: Cumhurbaşkanlığı,
Başbakanlık, Çeşitli Bakanlıklar, MGK, MİT Müsteşarlığı, Genelkurmay
Başkanlığı, Jandarma Genel Komutanlığı, İl Jandarma Komutanlıkları, Emniyet
Genel Müdürlüğü, İl Emniyet Müdürlükleri, çeşitli kamu kurumları, çeşitli medya
kurumları, birçok tanınmış işadamına ait telefon numaralarıyla
karşılaşılmıştır. Dönemin Başbakanı
Mesut YILMAZ, yanında Kanal D Televizyonun yöneticilerinden Tuncay ÖZKAN olduğu
halde İl Emniyet Müdürümüzü konutuna çağırarak, “eski İstanbul Büyükşehir
Belediye Başkanı Tayyip ERDOĞAN’ın hakkındaki yargılama kararını bozdurmak için
Yargıtay’da bazı kişilere rüşvet verileceğini, bu işlemde aracı olanlardan
birisinin Tuncay ÖZKAN ile ilişki halinde olduğunu beyanla, anılan şahısla işbirliğine
girilerek çok gizli bir çalışma yapılması, safahata ilişkin ara makamların
yazılı yada şifahi olarak bilgilendirilmemesi” yolundaki talimatı üzerine:
81
Tuncay ÖZKAN, İstihbarat Şubesindeki ilgili personelimizle
ilişkiye geçirilmiş, aracı olduğu iddia edilen şahısla temas sağlanmış, verdiği
bilgiler doğrultusunda yapılan ön çalışmalarda anlatımları tatmin edici
bulunmayınca, şahsın ilişkide olduğunu iddia ettiği yargı mensubumuzla teması
gözlenmiş ve olayın tamamen uydurma olduğu kanaatine varılmıştır. Bu durum
ilgili makama iletilmek üzere Emniyet Müdürümüze arz edilmiştir. Konuya Devlet
ciddiyetinde ve hizmet gereği olması gereken azami hassasiyette yaklaşılmış,
Yüce Yargıtay’ışaibe altında bırakacak bu uydurma iddia, hiç bir yargı
mensubunu deşifre etmeden, haklarında iddiada bulunulanlar hakkında gerçeği
ortaya çıkartarak aklanmalarıyla sonuçlanmış ve komplo bertaraf edilmiştir.
Ancak, şahıs beyanlarının “telefon detay sorgulama” yöntemi ile asılsız
olduğunun ortaya çıkartılması, bu işlemden siyasi ve medyatik rant bekleyenleri
üzmüş olmalı ki, daha sonra akladığımız şahsiyetlerin telefonlarını
dinlediğimiz şeklinde suçlama olarak karşımıza çıkartılmıştır. Sayın Yargıtay
üyelerimize yönelik komplo, hakkımızda düzenlenen soruşturma evrakı içeriğinde
de varlığını devam ettirmiştir. Müfettişler hazırladıkları fezlekenin 26.
sayfasında Yargıtay Üyesi Sayın A.K.’nın telefonunun 1 kez dinlendiğini beyan
ederken, dayanak olarak gösterdikleri belgeye göre (17 nolu klasör sayfa:1861)
Sayın A.K. anılan tarihte bu tek görüşmesini ne tesadüftür ki Yeşil Kod isimli
Mahmut Yıldırım’ın kardeşi Bahattin Yıldırım’ı arayarak yapmış görünmektedir.
Aslında bizlere bu soruşturmada suç tasnii yapanlar, kendilerine göre daha önce
bertaraf ettiğimiz komployu canlandırmayı hedeflemişlerdir. Yine kamuoyunda
“Yeşil” olarak bilinen şahısla telefon irtibatında olduğunu beyanla sıkça
şahsıma bilgi veren bir diğer medya köşe yazarının, arandığı saatleri
söyleyerek kendi gazetesinin telefonlarını “detay sorgulamaya” tabi tutturmaya
bizleri yönlendirmesi, verdiği numaraların ilgisiz askeri ve yargı kurumlarının
santrallerine ait olması, daha sonra aleyhimizdeki asparagas gazete ve
televizyon haberlerin ön hazırlığının çok öncelerden yapıldığının birer
göstergesi olduğu kanaatindeyim. Yukarıdaki örneklemeler dışında Terör
örgütlerine mensup ya da müzahir yahut da geçmişte ilişkisi bulunan ve
faaliyetleri emir ve talimatlara dayalı izlenmesi gereken şahısların durum ve
temaslarının araştırılmasında da “telefon detay sorgulama” yöntemine sıkça
başvurulmuştur. Bunların yakın aile çevresinde yada sair ilişkilerinde yukarıda
belirtilen ya da suçlanmamıza konu olan birçok kurumlara ait telefon
numaralarıyla sürekli olarak karşılaşılmıştır. Örneğin bizlerin açığa
alınmasından yaklaşık 8-9 ay sonra yapılan “HİZBULLAH” operasyonunun hazırlık
ve isimlendirme çalışmaları tarafımızdan yapılmış olup, bizlerin bu birimlerde
çalıştığımız dönemlere rastlamaktadır. Örgütün Ankara ilindeki önemli
mensupları Başbakanlıkta görevli Abdulsamet YILDIZ, Hacettepe Üniversitesinde
görevli Abdurrahman ALPSOY’da dahil olmak üzere tespit edilmiş, bu şahsları ın
ilişkileri bilgisayar ortamında araştırılırken, fiziki takiplerine de
başlanılmıştır. Bu durum bazen aklıma
geldikçe bu operasyon sürecinde görevde olmadığıma seviniyorum. Şayet görevde
olsa idim herhalde şimdi huzurunuzda değil, ‘izlediğim teröristlerin tüm ilişki
ve faaliyetlerini bildiğim halde adam kaçırmalarına, gözetlediğim hücre
evlerinde işkenceye tabi tutmalarına, adam öldürmelerine ve gözümüzün önünde
bahçelerine gömmelerine göz yumduğum’ iddiasıyla -ki görev ve sorumluluğum
döneminde böyle bir gelişme olmasına asla müsaade etmezdim- kesinlikle
ödüllendirilmeyecek, medya ve kamuoyu ise bu çelişkiyi derhal yakalayacak ve
şimdi Ağır Ceza Mahkemelerinde yargılanıyor olacaktım. Görev ve sorumluluğum döneminde Ankara ilinde
hiçbir siyasi cinayete mahal bırakmadık, teşebbüs edenleri anında yakalayarak
adalete teslim ettik, güvenlik açısından tertemiz bir başkent bıraktık. Tarih
bu gerçekleri zamanı geldiğinde mutlaka ortaya koyacak, hiç kimsenin yaptığı
yanında kâr kalmayacaktır” (149). 3.5.2.3.
RESMİ EVRAKTA SAHTECİLİK-DEZENFORMASYON ÖRNEKLERİ
Telekulak soruşturmasında Müfettişler, Osman Ak ve
arkadaşlarını “suçlu” gösterme önyargısı ve aceleciliği ile, iddialarının
önemli bölümünü, teknolojik güvenlik önlemlerinden yoksun, her türlü
müdahaleye ve dezenformasyona açık
bilgisayar kayıtlarına dayandırmışlardır. Bu hukuksal “açık”, bilirkişi
raporları ile de sabittir (150).
Telekulak adlı planlı operasyonun ilk tetikçisi konumunda olduğu
önesürülen Komiser M.A., uzman olarak tutanaklarda imzası görülen ve anılan
evrakların tanzimi tarihlerinde İstihbarat Daire Başkanlığı Bilgi İşlem Şube
Müdür Yardımcısı olarak görev yapan Emniyet Amiri B.A. ve Sistem
82
Uzmanı olarak imzası görülen (aynı zamanda D.G.M. Savcısı
tarafından da bilirkişi olarak re’sen tayin edilen) M.F.Y.’ın da
fethullahçılarla ilintili oldukları yönünde istihbari tespitler mevcuttur. Zira; Fezleke eki 50. sırada yer alan yazı
eklerinden 16.04.1999 gün ve 2393 – 99 sayılı Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün
yazısı ekinde yer alan “IŞIK TARİKATINA mensup ilave personel listesi” nin;
(Fezleke Eki:50/872-873-874), 15.
sırasında Emniyet Amiri B.A., 35.
sırasında Başkomiser M.A., 52. sırasında Komiser M.F.Y’ın adları
geçmektedir. Yine bahse konu liste
içeriği incelendiğinde, Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat, Bilgi İşlem ve
Haberleşme Daire Başkanlıklarında görevli birçok rütbeli personelin isimlerine
rastlanmaktadır. İddialara mesnet teşkil
ettirilen “BİLGİSAYAR KAYITLARI”, hukuki delil olma niteliğinden yoksun,
taraflı ve salt suç yüklemeye yönelik bir çalışmanın ürünü olarak sonradan
tanzim edilmiş, belge özelliği olmayan materyallerdir. Çünkü aleyhte belge
olduğu iddia edilen materyaller, orijinal bilgisayar çıktısı özelliğine sahip
değildir. Sonradan hazırlanmış olup, akıl ve mantık dışı yanlışlarla doludur. Daha doğrusu iddia
edenlerin, açıkça “resmi evrakta sahtecilik” suçunu işlediklerinin kanıtıdır. Otomatik
tarihlendirmeye göre programlanmış bilgisayar, dinleme çıktılarının üzerine
kendiliğinden tarih atmaktadır. Oysa Fezlekeye sunulan belgelerde, tarihlerin
sonradan el yordamıyla ilave edildiği açık olarak görülmektedir. Bu durum
iddiayı delillendirmek amacıyla suç işlendiğinin açık bir kanıtıdır. Örnek 1; Fezleke eki 62/278-297, 63/12-31,
64/1-6, 64/8-26 de yer alan belgelerin bir çok yerinde dinleme tarihi 1899 yılı
olarak görülmektedir. Yüzyıl önce telefon dinlendiğini ileri süren bu kayıtlar,
olsa olsa suçlamaları yapanların aleyhine delil özelliğini taşıyabilir. 62/278-297’de sıra numarası:
17,35,38,42,55,61,75,94,109,126,134,137, 139,140,
148,149,152,158,160,163,186,188,366,368,373,383,396,404,415,416,422,448,449,457,480,525,616,6
38,642,643,661,719,744,768,817,953,955,991,1022,1055,1104,1108,1112,1113,
1117, 1127,1129,
64/1-6’de sıra numarası:
7,35,45,81,86,91,112,124,156,158,183, 64/8-26’da sıra
numarası:14,33,36,46,82,97,280,307,310,311,317,318,319,320, 326, 328,331,340,
367, 402, 407,416, 420,423,476,490, 497,499,500,519,520,541,542, 544,548, 593,
594,632,648,671,675,676,695,704,705,706,712,
760,794,869,872,879,934,939
63/12-31’de sıra numarası:
17,35,38,42,55,61,75,94,109,126,134,137, 139,140,
148,149,152,158,160,163,186,188,366,368,373,383,396,404,415,416,422,448,449,457,480,525,616,6
38,642,643,661,719,744,768,817,953,955,991,1022,1055,1104,1108,1112,1113,
1117, 1127,1129,
gibi.
Örnek 2; Dinleme iddiasına ilişkin tanzim edilen ana (tüm
telefon numaralarını içeren) bilgisayar çıktılarından, bir kısım telefon
numaralarının alınmasıyla oluşturulmuş daha küçük listelerin bulunduğu
görülmüştür. Bu oluşturulan tüm küçük listelerin ana listede bulunan telefon
dökümlerinden oluşturulduğu açıktır. Ancak burada dikkat çeken husus, ana
listedeki aynı telefonun dinleme
tarihleri, alt listede farklı tarihler olarak görülmektedir. Bu çelişkili durum
belgelerin sonradan düzenlendiğinin diğer bir kanıtıdır. İşte, rastgele
seçilmiş birkaç örnek: Ek-62 (226) 87. sırasında 3122153640 numaralı telefonun 22.11.1998
-18.05.1999 tarihleri arasında dinlendiği iddia edilmesine rağmen, EK -2-j’nin
1.2.3.4.5.6.7.8.9. sıralarında aynı telefonun 16.07.1998 /24.07.1998 tarihleri
arasında dinlendiği Ek-62 (229), Ek 62
(226)’in 28. sırasında 3122153641’nolu
telefon numarasının 18.07.1998 -27.05.1999 tarihleri arasında dinlendiği iddia
edilirken, Ek-62 (229-230) listesinin 23-48 sıralarında aynı telefonun
06.07.1998 17.07.1998 tarihleri arasında dinlendiği, Ek-62 (228)’in 138.
sırasında 3123219833 telefon numarasının
06.05.1999 - 27.05.1999 tarihleri arasında dinlendiği iddia edilmesine rağmen,
Ek-62 (233) 119.120.121.122.123.124.125.126.127.128.129.130.131 sıralarında
aynı telefonun 12.04.1999- 16.11.1998 tarihleri arasında dinlendiği,
83
Ek-62 (227)’in 60. sırasında
3123343000 telefon numarasının 23.09.1998 - 03.11.1998 tarihleri
arasında dinlendiği iddia edilmesine rağmen, Ek-62 (234)de 143.144.145
sıralarında aynı telefonun 21.08.1998-05.19.1998 tarihleri arasında dinlendiği,
Ek-62 (228)’in 142. sırasında 3122807111 telefon numarasının 24.05.1999 - 27.05.1999
tarihleri arasında dinlendiği iddia edilmesine rağmen, Ek-62 (232)de 106
sırasında aynı telefonun 09.05.1999 tarihinde dinlendiği, Ek-62 (227)’in 39.
sırasında 3123588185 telefon numarasının
03.08.1998 - 27.08.1998 tarihleri arasında dinlendiği iddia edilmesine rağmen,
Ek-62 (234)de 150.151.152 153.154 sıralarında aynı telefonun 31.07.199?
tarihinde dinlendiği, Ek-62 (227)’in 76. sırasında 3124411213 telefon numarasının 01.11.1998 -
11.12.1998 tarihleri arasında dinlendiği iddia edilmesine rağmen, Ek-62 (236)de
209.210.211 212.213 sıralarında aynı telefonun 27.08.1998 tarihinde dinlendiği,
Ek-62 (228)’in 137. sırasında 3124417916
telefon numarasının 06.05.1999 - 17.05.1999 tarihleri arasında dinlendiği iddia
edilmesine rağmen, Ek-62 (237)de 250.251.252 253. sıralarında aynı telefonun
11.02.1999 –03.04.1999 tarihinde arasında dinlendiği, Ek-62 (226-228)’in 112.
sırasında 3122102999 telefon numarasının
22.02.1999 - 22.02.1999 tarihleri arasında dinlendiği iddia edilmesine rağmen,
Ek-62 (237)de 250.251.252 253. sıralarında aynı telefonun (bir gün) dinlendiği
iddia edilirken, Ek-62(232)’nin 89.90.91 sırasında ise numara ve tarih
değişerek 3122202999 nolu telefonun 23.02.1999’da yaptığı görüşmelere yer
verilmektedir. Örnek 3: Fezleke ekinde
yer alan 64/8-26 numaralı“mahkeme kararına dayalı olmadan yapılan dinlemeler
listesinin“ 64/9 numarada yer alan 80.sırasında 235 30 66 nolu HASAN ÖZDEMİR
adına kayıtlı (Binsesin Sit.107.Sok.13111 ada 13 parsel Çayyolu Mh. Ümitköy )
telefonun 18.05.1999-31.05.1999 tarihleri arasında –ki bu tarihler arasında
Osman Ak ve arkadaşları görevde değillerdir- dinlendiği belirtilmektedir. Ancak
dikkat çekici olan hazırlanan tabloda bu sıra özellikle ön plana çıkartılmaya
çalışmış ve diğer satırlardan daha geniş bir aralığa yerleştirilmiştir.
Böylelikle telefonun adına kayıtlı olduğu şahsın o dönemde İstanbul Emniyet
Müdürü HASAN ÖZDEMİR olduğu izlenimi yaratılmaya çalışılarak, karar
mekanizmaları etkilenmek istenmiştir. Oysa ki bahsedilen Hasan Özdemir ile
İstanbul Emniyet Müdürü Hasan Özdemir aynı kişi olmadığı, Telekom’un 118
Servisinden Ankara’daki aboneler arasındaki 200’den fazla Hasan Özdemir’den
herhangi birisi olduğu kolaylıkla öğrenilebilir. Benzer örnekleri çoğaltmak
mümkündür.
Fezlekenin ekinde ve 62/3064-5218 sıra numaralı, ve orjinal
olduğu iddia edilen 2154 sayfadan müteşekkil telefon dinlemesine ait
belgelerde, dinleme tarihi olarak “199 yılı” görülmektedir. Bilahare bir takım
iş ve işlemler sonrasında 1991-1999 yılları arasında olabilme mantığını
tahmini, “199” rakamını 1998-1999 yıllarına teşmil ettirerek tamamlanmıştır.
Aynı dökümanlardaki saat hanesinde ise; Dünyada kabul edilen saat sistemleri
dışında, bir başka sistemin ve dilimlemenin kullanıldığı görülmüştür. Çünkü
belgelerde (!) ne 12 saatlik, ne de 24 saatlik sistemler kullanılmamıştır. Bu
belgelerde dinlemenin yapıldığı saatin 32:00, 49:00, 52:00, 59:00, vb. şeklinde
yazıldığı görülmektedir. Dosya içeriğinden de görüleceği gibi 2154 sayfalık
sözde dinleme kayıtlarına ait bilgisayar dökümlerinde görüşme süresi olarak
“00,00” olarak ya da “00,01” “00,02” şeklinde yazıldığı yani “0” salise veya
bir salise, iki salise yazıldığı görülecektir. Bir veya iki veya sıfır
saliselik dinleme süreleri ve tarihler, bu belgelerin sonradan suç isnadı
amacıyla düzenlediğini göstermektedir.
Keza, Dosya ekinde mevcut 8.kattaki dinleme odasında
dinlendiği iddia edilen telefon numaraları incelendiğinde SİNCAN ve BATIKENT’te
bulunan bir çok telefon numarasının listelere dahil edildiği görülmektedir.
Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün teknik olanakları çerçevesinde bu mümkün
değildir. Tüm bunların dışında, henüz
abone kayıtlarında dahi bulunmayan telefonların dahi dinlendiği iftirasına
yönelinmiştir.Örneğin 253 54 75 nolu telefonun hiçbir abone kaydı
bulunmamaktadır. Bu örneği de dosya içeriğinden çoğaltmak mümkündür.
84
Müfettişler ve bilirkişilerince (!) hazırlanan listelerde,
mahkeme kararı alınmadan dinlendiği iddia edilen telefon sayısının, ankesörlü
telefonlar dahil, toplam 963 olduğu gözönüne alındığında, dosya içeriğinde
yapılan örneklemeye yönelik dar kapsamlı çalışmada, sadece Sincan ve Batıkent’e
ait asgari 172 telefon numarasının teknik olarak Ankara Emniyet Müdürlüğü
İstihbarat Şube Müdürlüğü’nün 8. katında dinlenmesinin mümkün olmadığı açıktır.
Sadece bu örnekleme ile, idarenin telefon dinlemeye ilişkin iddialarının en
azından %20 si çürütülmektedir. Bu rakamlara,
Milattan Sonra (M.S.) 199 yılında ve 1899 yılında yapıldığı belgeleri
(!) ile ortaya konan dinlemeler dahil edilmemiştir (151). 3.5.2.4.
TELEKULAK KOMPLOSU VE SONRASI: ANKARA DGM’NİN
TAKİPSİZLİK KARARI
Telekulak olayının bir komplodan ibaret olduğu, aradan geçen
süre zarfında anlaşılmıştır. Türkiye’nin tüm illerinde, Emniyet
Müdürlükleri’nde görevlendirilen
birimler, yasal çerçevede rutin telefon dinleme işlemlerini
sürdürmektedirler. Bu dinleme işlemi, Cevdet Saral’ın Ankara Emniyet Müdürü
olarak görev yapmasından önce de yapılmaktaydı. Bu işlem, Cevdet Saral anılan
görevden alındıktan sonra da yapılmaya devam etmektedir. Niye Türkiye çapında
sürdürülen tüm bu işlemlerin sorumluları yargılanmıyor da, sadece Cevdet Saral
ve arkadaşları yargılanıyor? İşte, telekulak komplosunun tüm nedenleri, işte bu
sorunun yanıtında yatmaktadır. Bu sorunun yanıtını, Emniyet Müdürü Osman Ak,
Yüksek Disiplin Kurulu’ndaki savunmasında şöyle vermiştir: “Bana göre emirler
doğrultusunda yapılan çalışmaların sonuçlarının teşkilat bünyesindeki Fethullah
Gülen yandaşlarında yaratmış olduğu endişe, bu çalışmayı yapanlar aleyhine
acilen bir suç üretme gayretine dönüşmüştür.
Bu yönde ilk adım olarak kamuoyunda ilgi görecek ve takibi sağlanacak
muhataplarını hukuken suçlu olmasalar da deklare edilmiş suçlu olarak bu
kişilerin yanında olunmaz, yaptıkları çalışmalara da itibar edilmez gibi bir
kanaatin oluşması gayretine gidilmiş ve kamuoyuna “Telekulak Skandalı” olarak
lanse ettirilen komployu hazırlamışlardır. Bunu yapanlar ve alet olanlar hangi
yüksek idealler için yapmışlardır? Ciddiyetle araştırılmalıdır. Bana göre; 1993
yılından bu yana tehdit niteliğinden çıkarılarak, normal bir dinsel cemaat
durumuna sokulan ve irticaya karşı laiklik taraftarı gibi gösterilerek bazı
devlet görevlileri eliyle devletin gözünden kaçırılmış bir olguyu ‘Nasıl olur
da siz tekrar tehdit ve tehlike haline dönüştürürsünüz?’ şeklindeki bir anlayış
sonucu, ‘Bu çalışmayı yapan kişiler imha
olur’ tehdidi ortaya konulmuştur. Şimdi
ise; kendilerinin daha da güçlendikleri rehaveti içerisinde olan bu mihraklar,
aleyhimizde açılan bu soruşturma ile Fethullahçılığı legalize edecek ve
meşruiyet kazandıracak bir yaklaşıma yönelmişlerdir. Takdirini sayın
Kurulunuza, tarihe ve Atatürk Cumhuriyetini ilelebet muhafaza edecek yeni
nesillere bırakıyorum” (152). Son olarak, Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi
Cumhuriyet Başsavcılığı, (Hazırlık No. 1999/380, K. No. 2002/94 ) verdiği
TAKİPSİZLİK kararı ile, telekulak komplosunun farklı bir boyutunu gözler önüne sermiştir. İşte sadece hukuksal
yönden değil, tarihsel yönden de büyük önem taşıyan kararın tam metni: “Yazılı
ve Görsel Basında yer alan ve Ankara Emniyet Müdürlüğünde Başbakanlık,
Genelkurmay Başkanlığı, Basın Mensupları, Milletvekillerinin, Yargı
Mensuplarının telefonlarının dinlendiğine dair haberler üzerine 11.6.1999
tarihinde Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne gelinerek Bilgi İşlem Büro Amiri olarak
görev yapan Komiser yardımcısı Hurşit Uçak’tan Bilgisayar sisteminde bulunan
log dosyaları, Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanlığında kopyaları
bulunan log dosyaları ile karşılaştırmak üzere alınmış ve Bilirkişi olarak
görevlendirilen Mehmet Fecri YILDIZ’a tevdi olunmuştur. Dinleme odası olduğu
iddia edilen, ancak depo olarak kullanıldığı görülen odadaki dört adet dinleme
setinde bir adet teyp kaseti bulunarak yine bilirkişiye tevdi olunmuştur. Bilgi
İşlem Büro Amiri Hurşit Uçak’ın da imzasının bulunduğu 12.6.1999 tarihli tutanakta
şöyle denilmiştir: ‘Şubemizde teknik gelişmelere paralel olarak teknik takip
(dinleme) sisteminin bilgisayar ve 12’lik LMS’ye geçilmesi üzerine merkez’de
yani Şubemiz 9 ncu katta bulunan eski 12’lik ve 24’lük mekanik setlerin tamamı
boşa çıkarılmıştır.
85
Bu sebeple daha önce merkezde kullandığımız mekanik setlerden
14 adedi, 10.3.1999 tarihinde Başkanlığımıza iade edilmiştir. Geriye kalan 5
adet mekanik seti yukarıda bahsedildiği üzere Batıkent, Yuva ve Sincan Grup
Amirliğinin ihtiyaç ve arizaları gözönünde bulundurularak Şubemiz 9 ncu katta
depo olarak kullanılan odada (B Masası Teknik Takip Dasının yanı) düzgün bir
şekilde muhafaza altına alınmıştır. 28.5.1999 tarihinde Şube Müdürümüzün
talimatıyla depodaki tüm mekanik setlerin yuvaları tek tek kontrol edilerek
sağlam olarak karton kutulara konulmuş, arızalılar ayrılarak bilahare
Başkanlığa iade edilmek üzere ayrı bir yere konulmuştur. 9 ncu katta depo olarak kullanılan bu odada
teknik ve BİM Büroya ait malzemeler bulunmakta, ayrıca bu odada lavabo ve su
musluğu bulunması nedeniyle çalışan teknik personelin faydalanması için bu güne
kadar kilit altında bulundurulmamıştır. 11.6.1999 tarihinde DGM Cumhuriyet
Savcısı Nuh Mete YÜKSEL, 16.45 sıralarında Şubemizde incelemede bulunmak üzere
bahse konu depoya girmiş ve Başkanlığa gönderilmek üzere hazırlanmış Mekanik
setleri görmüştür. Yaptığı inceleme sonucunda daha önce B Bürosuna ait Mekanik
setin 31 numaralı yuvasında bir adet teyp kaseti bulmuş ve tutanakla tespit
etmiştir. Yukarıda belirtildiği gibi 28.5.1999 tarihinde depo yeniden
düzenlenirken yapılan incelemede kaset yuvaları tek tek kontrol edildiği halde,
DGM Savcısının tespit ettiği kasetin B Bürosuna ait eski Mekanik setten kalmış
olabileceği ve boş olduğu değerlendirilmektedir’. Sanıklardan Osman AK, Ersan
DALMAN ve Zafer AKTAŞ’ın 16.4.1999 tarihinden itibaren istihbarat branşından
çıkarıldıkları ve 7.5.1999 tarihinden itibaren Genel Hizmetler branşında
istihdam edilmeye başlandıkları görülmüştür. Yargıtay 8. Daire Başkanı Sayın
Naci ÜNVER ile Avukat Fevzi COŞKUN’un konuşmalarının bulunduğu bu kasetin
herkesin girip çıktığı kilitli olmayan depo olarak kullanılan, ayrıca lavabo ve
musluk bulunması nedeniyle personelin ihtiyaçlarını giderdiği bir yerde
bulunmuş olması, 28.5.1999 tarihinde kaset yuvalarının tek tek kontrol
edildiğinin tutanakla tespit edilmesi, bu teyp kasetinin sonradan da bu mekanik
setlere yerleştirilmiş olabileceği ihtimalini doğurduğu gibi, sanıkların
istihbarat branşından alınmalarından çok sonra arama sonucunda ele geçmiş
olması karşısında sanıkların bu kasetten sorumlu tutulamayacakları kanaatine
varılmıştır. LOG dosyalarını içeren 4 adet kartuş ile ilgili Bilirkişi
raporunda şöyle denilmektedir: A) Ankara Emniyet Müdürlüğü İstihbarat Şube
Müdürlüğü’ne Network üzerinden bağlanmak suretiyle, Başkanlık 7500 sistemine
çekilerek 12 Mart 1999’da yapılan bir tutanakla tespit altına alınan kopya ile
DGM Savcısı Nuh Mete YÜKSEL tarafından 11.6.1999 tarihinde zaptedilen yedek
kartuşunda bulunan Log dosyaları arasında yapılan mukayesede: 1. Ankara Emniyet
Müdürlüğü İstihbarat Şube Müdürlüğünden alınan kartuşlardan üzerinde
18.6.1998-12.3.1999 yazılı kartuşun
içerisindeki bilgilerin, Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire
Başkanlığındaki kopyasının aynı olduğu, 2. Ankara Emniyet Müdürlüğü İstihbarat
Şube Müdürlüğü’nden alınan üzerinde 12.3.1999-26.3.1999, 26.3.1999-4.6.1999 ve
11.6.1999 tarihleri yazılı olan kartuşların içerisindeki bilgilerin Emniyet
Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanlığındaki bilgilerden sonra yedeklendiği
için bir mukayese yapılamadı. Üzerinde 26.3.1999-4.6.1999 ve 11.6.1999
tarihleri yazılı olan kartuşlar içerisindeki log bilgilerinde ‘06’ ile başlayan
kullanıcı isimlerinin, İstihbarat Daire Başkanlığının emriyle sistemlerde
kullanıcı isimlerinde standart uygulamasına gidilmesi sonucu tanımlandığı
tespit edildi. Bu dört adet kartuştaki log bilgilerin Byte cinsinden büyüklüğü
ve kullanıcı isimlerin dökümü yapılmış ve 11 sayfa olarak sunulmuştur. Bilgi
İşlem Büro Amiri Hurşit Uçak, 25.6.1999 tarihinde Savcılığımıza verdiği
ifadesinde, ‘1998 yılı Ağustos ayında Zafer Aktaş ve Mahmut Çorumlu benden log
dosyalarını silmemi istediler. Ben farklı bir yöntem uyguladım. Log dosyalarını
silen değil de, tuşa basıldığında başka bir yere aktaran ve böylece log
dosyalarının silindiği intibaını veren ve silmeye teşebbüs edeni de kaydeden
bir program yaptım. 12 Mart 1999’da İstihbarat Daire Başkanlığı’na ilgisiz
telefonların izlendiği ihbarı nedeniyle soruşturma başlatılınca, Osman Ak
benden bütün log dosyalarını silmemi istedi. Ben silmeyerek yedeklerini aldım.
Sisteme yedeklerini aldıktan sonra sildim’ demiştir.
86
Hurşit Uçak, Ankara 20. Asliye Ceza Mahkemesi’nde verdiği
ifadesinde, ‘Kaybolan kartuşun yerine gizlice yedeklediğim kartuşu, sanki
kaybolan kartuşmuş gibi kayıp tutanağı düzenlemiştim. Aslında bu kartuş
kaybolan kartuş değildi. Benim sakladığım kartuştu. Fakat kaybolan kartuş gibi
tutanak düzenledim’ demiştir. Görüldüğü gibi Hurşit Uçak’ın ifadeleri çelişkili
ve güven verici olmaktan çok uzaktır. Mahkemede kaybolan kartuşun yerine kendi
yedeklediği kartuşu kayıp kartuşmuş gibi
tutanak tuttuğunu dahi söyleyebilmiştir.
Yine bilirkişi raporunda log dosyalarında tüm yapılan hareketlerin printır
çıktılarının yaklaşık olarak 4000 sayfa tutacağı ve gereksiz bilgilerde inceleme
yapılmaması DGM Savcılığınca emredildiği ve sadece Genelkurmay Başkanlığı,
Başbakanlık, Devlet birimleri, Milletvekilleri, Yargı organları, Gazeteciler ve
iş adamlarıyla ilgili işlemler incelenmişti, denilmektedir. Detay sorgu yapılan
kişi ve kuruluşları gösterir belgelerin incelenmesinde, hangi kişi veya
kuruluşların telefon numaralarının ne amaçla sorgulandığı, ya da hangi
telefonların sorgulanması sırasında bu numaralara ulaşılabildiğinin
anlaşılmasının mümkün olamayacağı, aranan ya da hakkında bir istihbarat
çalışması yapılan sanıklara ait hedef numaralara ulaşılması sırasında istem
dışı olarak pek çok önemli telefon numarasına tesadüf edilmesinin mümkün
olduğu, Dosyada mevcut sorguya konu numaraların alt alta konularak kişiler veya
kurumlar nezdinde ayıklanarak ve somutlaştırılarak dosyaya sunulduğu, bu
nedenle de detay sorgu işlemlerinin amaç dışı veya kötü niyetli olup
olmadığının tespitinin mümkün olmadığı kanaatine varılmıştır. Suç tarihi
itibariyle de detay sorgu işlemlerini düzenleyen veya müeyyide altına alan
mevzuat bulunmamaktadır. Savcılığımızca dinlenen tanıkların da yasadışı olarak
dinleme veya izleme yapıldığı yolunda beyanları bulunmamaktadır. Ayrıca, İçişleri Bakanlığı, Emniyet Genel
Müdürlüğü, Türk Telekom Genel Müdürlüğü, Mobil GSM ve diğer telefon
santrallerinden sorumlu özel şirketlerde suça iştirak etmiş personel tarafından
mahkeme kararlarının uygulanmadığı, mahkeme kararlarına rağmen kişilerin temel
insan haklarından biri olan ve Anayasanın 22. maddesinde ifadesini bulan haberleşme
özgürlüğünü ihlal eden uygulamalar yapıldığı iddia olunmuşsa da, bu konuda
herhangi bir delil elde edilememiştir. Bu nedenlerle sanıklara isnat edilen
suçun oluşmadığı gibi, kamu davası açmaya yeterli delil de bulunmadığından,
sanıklar hakkında TAKİBAT İCRASINA MAHAL OLMADIĞI’na, Emanetteki eşyalardan
üzerinde 31 numara yazılı teyp kasetinin dosya içinde muhafaza edilmesi, diğer
eşyaların herhangi bir suç unsuru taşımadığından Ankara Emniyet Müdürlüğü
İstihbarat Şube Müdürlüğü’ne iadesine, CMUK’un 163. ve 164. maddeleri gereğince
karar verildi” (153). Görüldüğü gibi, Telekulak skandalının asıl failleri,
görevlerinin başındadır ve bugüne kadar haklarında karşı bir soruşturma
başlatılmamıştır. Yani, yaptıklarının yanlarına kâr kaldığı gibi bir görüntü,
el’an sürmektedir. Buna karşılık, bu komplonun seçilmiş kurbanlarının
mağduriyetleri ise çok yönlü olarak devam etmektedir. Anlaşılan şudur ki,
fethullahçı istihbaratçılar, Cevdet Saral ve ekibine karşı yaptıklarını,
diledikleri tüm siyasiler, bürokratlar, yargı mensupları, gazeteciler,
akademisyenler ve işadamları için de yapabilecek güç ve deneyime; istedikleri
şirketler üzerine polisiye önlemler uygulayarak zarar verecek, haksız rekabete
yolaçacak olanaklara sahiptirler. Bu
olgu, devletin zaafıdır ve bu zaafın ortadan kaldırılması için fethullahçıların
tüm istihbarat birimlerinden tasfiye edilerek yargıya sevkedilmeleri
gerekmektedir. Hem de acilen. Tıpkı, dönemin Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı
Vural Savaş’ın, Anayasa Mahkemesi’nde
Fazilet Partisi’nin kapatılmasına ilişkin esas hakkındaki mütalaasında
belirttiği gibi: “Bir hukuk devletinin bu gelişmelere seyirci kalması
beklenemez. Suçlarla mücadele etmeyen veya edemeyen, onları önlemeye
çalışmayan, önleyemediklerini kovuşturmayan veya kovuşturamayan devlete hukuk
devleti denemez. Zira, bilindiği gibi, hukuk devleti üç sütun üzerinde kurulur.
Bunlardan birincisi insan haklarının gerçekleştirilmesi, ikincisi adaletin
sağlanması ve nihayet üçüncüsü de hukukî güvenliğin, barışın, düzenin temin
edilmesidir. O halde insan hakları ve adaletin yanında ülkesinde düzeni, hukukî
güvenliği ve barışı sağlamak her hukuk devletinin varlık sebebidir. Ne var ki
suçlarla mücadele etmeyen veya edemeyen; işlenen suçları kovuşturmayan veya
kovuşturamayan bir devlet, adaleti ve kamu düzenini, barışı sağlayamaz ve böyle
bir devlet hukuk devleti olarak nitelenemez.”
87
4. FETHULLAHÇI
İSTİHBARATÇILARLA İLGİLİ OLARAK BASINDA
YERALAN SUÇDUYURULARI
Bu çalışmanın kitap olarak yayınlanmasından sonra,
fethullahçı organize suç örgütü, başta istihbaratçıları olmak üzere, devletin
stratejik öneme haiz kurum ve kuruluşlarına sızmış tüm kadroları ile birlikte,
“İçişleri Bakanlığı’nı, Emniyet Genel Müdürlüğü’nü ya da Devleti tahkir ve
tezyiften” yargılanmam için -önceden de olduğu gibi- tüm olanaklarını seferber
edeceklerdir. Bu çalışmada tarafımdan kullanılan bilgi ve belgeler, resmi sır
kapsamında olmayıp, daha önce mahkemelere ve kamuoyuna malolmuş
bilgi ve belgelerdir. Bu çalışma ile şahsımı Ağır Ceza Mahkemesi’nde
yargılanmaya sevkedecek Basın Savcısı’nın, aynı konu ile ilgili Basında yer almış, suçduyurusu niteliğindeki yazı ve
haber örneklerini de değerlendirmesi gerekmektedir. Bu yazı ve haberler, bir
başka Batılı devlette yayınlanmış olsaydı, emin olunuz ki, sadece İstihbarat
Daire Başkanı değil, sadece Emniyet Genel Müdürü ya da İçişleri Bakanı değil,
işbaşındaki hükûmetler düşerdi. İşte, konu ile ilgili Basında yer alan yüzlerce
yazı ve haber örnekleri arasında, rastgele bir gezinti: 4.1. FETHULLAH HOCA’NIN EMNİYET PLANI
“Devlet, Fethullah Gülen’i son dönemde ortaya çıkan
kasetleriyle mi tanıyor? Emniyet Genel Müdürlüğü’nde 8 yıl önce yaşanan bir
operasyon, bu soruyu yanıtlıyor... Operasyonun ilginç bir öyküsü var... Her
şey, 1991 yılının Haziran ayında dönemin İçişleri Bakanı Mustafa Kalemli’nin,
Emniyet Genel Müdürlüğü’ne Ünal Erkan’ı atamasıyla başlıyor. Erkan göreve gelir gelmez en fazla Polis
Akademisi’yle ilgili şikâyetlerle karşılaşıyor. Daha önce Polis Koleji’nden
mezun olanların devam edebildiği Polis Akademisi’nin ilk ve son sınıflarına,
yapılan bir düzenleme ile dışarıdan da öğrenci alınmasından yakınılıyor. Hatta
dışarıdan alınanların çoğunluğunun belli bir tarikatın üyesi oldukları ileri
sürülüyor. Şikâyetlerde, ‘mezun olacak tarikata mensup seçme öğrencilerin’
Emniyet’in istihbarat, personel, muhabere birimleri ile polis okullarına
atanacakları da ileri sürülüyor. Bir gün saat 23.30’da Bakan Kalemli ve Genel
Müdür Erkan’a şu şikâyet ulaşıyor: ‘Polis Akademisi’nde gece saat 24.00’te
mezuniyet kura çekimi yapılacak. İşin içinde sahtekârlık var. Tarikat mensupları önemli yerlere atanacak’.
Erkan, inanmak istemiyor, gece yarısı kalkıp Akademi’nin yolunu tutuyor. İçeri
girdiğinde şikâyetin doğruluğu ortaya çıkıyor. Mezuniyet kura çekimi
yaptıranları masadan kaldırıyor ve kendisi oturuyor. Kuraya gelen öğrencilerin listesini
incelediğinde, bazılarının karşısında işaret bulunduğunu görüyor. Masanın altında
ise iki ayrı kura torbası... Kura torbalarının birinin içinde Emniyet’in
istihbarat, personel, polis kolejine ilişkin yerler çıkıyor. Diğer torbada ise, karakollar ve diğer
sıradan görev yerleri... Kurasını çekmiş olan ve karşısında işaret bulunan öğrencileri
tek tek inceliyor. Hepsinin daha önce ayarlanmış torbadan kuraları çektiği
ortaya çıkıyor. Öğrencilerin Akademi’ye
girişlerini araştırdığında, yüzde 90’ının kolej kökenli olmadığını, son anda
yapılan düzenlemeye göre Akademi’ye birinci sınıftan veya son sınıftan
katıldığını tespit ediyor. Bu öğrencilerden bazılarını sorguya çekiyor.
Öğrencilerden biri şu itirafta bulunuyor: ‘Biz Karşıyaka Semti’nde Fethullah
Gülen Hocaefendimizin açtığıışık evinde toplanırız. Orada eğitim alırız...’
Erkan, Karşıyaka’daki adrese baskın yaptırıyor. Verilen bilgilerin doğruluğu
ortaya çıkıyor.
88
Evde Fethullah Gülen’e ait
kitaplar, video kasetler ve başka bazı yayınlar bulunuyor. Geniş çaplı
bir operasyon başlatıyor. İşin sorumluları hakkında soruşturma açtırıyor ve
mahkemeye sevk ediyor. Erkan, 9 ay görevde kalıyor, ardından Olağanüstü Hal
Bölge Valiliği’ne atanıyor. Aradan geçen zaman içinde o dönemde görevden el
çektirdiği kişilerin hemen hepsinin Emniyet’e döndüklerine tanık oluyor.
Hem de bugün birçoğu kritik noktada oturuyor. Açtırdığı
soruşturma dosyaları ise kayboluyor...” (154). 4.2. HOCA NEREYE?
“Cumhuriyete yönelik öncelikli tehdit irtica... Erbakan’ın
kurduğu partilerin din devleti hedeflediği iddia ediliyor... Peki Fethullah
Hoca nereye koşuyor? Kurduğu okullarla ve Işık Evleri ile din ve iyi ahlâk değerlerine sahip nesiller
yetiştirmekten başka amacı yok mu? Bu grubun, Cumhuriyet düşmanı gizli
niyetlerle, iç ve dış güçlerin desteğinde tehlikeli bir tırmanış gösterdiği
şüpheleri, resmi bir raporla doğrulandı. Emniyet İstihbarat dairesi tarafından
‘Emniyet Teşkilâtında Fethullahçı yapılanmanın var olduğu’nu tespit eden bir
araştırma raporunun hazırlanması, kamuoyunda büyük yankılar yarattı. Raporun
sonuç bölümü, tüyler ürpertecek bir hüküm içeriyordu: ‘Önlem alınmakta
gecikildiği takdirde, tarih sayfaları arasında kalan Babailer isyanından Şeyh
Bedrettin ve Şeyh Said’e kadar uzanan din görünümlü isyanların belki de en
ciddi, en sinsi, en kapsamlı ve en tehlikelisi olabileceğine işaret etmek
yanıltıcı bir tahmin olmayacaktır!’. Fethullah Hoca, devleti sinsi bir planla
ele geçirmenin, cihada insan alt yapısı yetiştirmenin peşinde mi? Dışa yönük
yüzündeki, çağdaş değerlere saygı ve hoşgörü, takiye taktikleri mi? Dün gece
atv’de, bu soruya cevap arayanlar için kanaat oluşturmaya yarayacak önemli bir
bant kaydı yayınlandı. Kendi cemaati
için kaydedildiği belli olan bu bantta Hoca, devletin ‘adli ve mülki’ teşkilâtı
içindeki tarikat kadrolaşmasının hali hazır durumu ile geleceğe yönelik
hedefleri konusunda, endişelerin haksız olmadığını kanıtlayan açıklamalar
yapıyor. Mevcut kadrolara ‘kanun ve
kural adamı’ gibi görünerek göze girmelerini öğütlüyor, sistemin püf
noktalarını öğrenmek için hukuk sistemimizi didik didik etmelerini istiyor.
Partilere yaklaşmalarını öneriyor. Çünkü
ancak bu şekilde ‘Devletin daha hayati noktalarına’ gelebilecekler ve ancak
niyetlerini gizleyebildikleri ölçüde ‘Devletin can damarları içinde dolaşma’
imkânını elde edeceklerdir. Fethullah Hoca örgütlenmesinin ulaştığı boyutları
ciddiye almak lâzım. Telefon dinleme olayıyla ilgili olarak tasfiye edilen
polis şefleri ve memurlarının, sadece Fethullah Hoca Raporu’nu hazırlayan
polisler olması dikkat çekicidir. Bunun talihsiz bir rastlantı olduğuna inanmak
artık kolay değil” (155). 4.3.İÇİŞLERİ BAKANLIĞI, 38 EMNİYETÇİYİ CEZALANDIRDI
“Bazılarına göre ‘telefonları izinsiz dinlediği-izlediği,
sorguladığı, bazılarına göre Emniyet içine sızan ‘Fethullahçı grup’la ilgili
hazırladıkları raporu DGM Başsavcılığına gönderdikleri için hedef haline gelen
emniyetçiler için önceki gün sessiz sedasız bir karar daha verildi. İçişleri
Bakanlığı Yüksek Disiplin kurulu, tam 38 emniyet mensubuna çeşitli disiplin
cezaları verdi. Bu cezalar arasında en ağırı 24 ay ‘kıdem durdurma’lar oldu.
... Alaattin Çakıcı ile Eyüp Aşık arasındaki telefon konuşmasını içeren
kasetler, Mesut Yılmaz hükûmetinin sonunu getirmişti. Korkmaz Yiğit ile
Alaattin Çakıcı, bazı bakanlarla ilgili kasetler basına milletvekilleri
tarafından ulaştırılmıştı. Bu kasetler karşısında kılını kıpırdatmayanlar, tüm
illerde istihbarat üretmenin hemen hemen temelini oluşturan teknik sistem
içindeki telefon dinleme ve
89
izleme faaliyetlerinde, sadece Ankara’nın gündeme getirdiler.
Bu durum ‘telekulak’ iddialarına ‘Rufai’ler değil, bu kez ‘Fethullahçılar’ın
karıştığı izlenimini güçlendiriyor” (156). 4.4. MONTAJ O KADAR İYİ Kİ HAYRETE DÜŞTÜM
“... Nuh Mete Yüksel son dönemde özellikle irtica ve
yolsuzluk konularındaki soruşturmalarıyla ön planda yer alan bir savcıydı.
Özellikle Fethullah Gülen ile ilgili davayı açan ve ısrarla takip eden savcı
olarak ön plandaydı. Milli Görüş davasını açan ve üzerine giden kişi yine
Yüksel’di. Son günlerde bu Fethullah Gülen davasıyla ilgili yaşananlar da
ilginç. Davanın müdahillerinden olan Çağdaş Eğitim Vakfı’nın başına gelmeyen
kalmadı. Bir polis ajan olarak vakfa giriyor. Sonra gizli çekim yapıyor. Bu
montajlanıyor ve İslamcı basın organlarında bu montajlı çekim yayımlanıyor.
Vakıf PKK’lı öğrencilere burs veriyor diye. Oysa vakfın burs verdiği tam 3.500
öğrenci var. Suçlamanın yöneldiği öğrenci sayısı iki. Amaç soruşturma açtırmak.
Savcılıklar da bu yayınlar üzerine vakfa PKK’lı öğrencilere burs vermekten dava
açıyor. Vakıf arandı. Arama sırasında da garip şeyler oluyor. Vakfın ikinci
başkanı eski Kara Kuvvetleri Komutanı Atilla Ateş Paşa. Vakfın bütün yönetim
kadroları eski komutanlardan oluşuyor. Vakfın öyle veya böyle bir yerinde
Silahlı Kuvvetler’in ünlü emekli generalleri var. Bunların yönettiği vakıf
PKK’lı öğrencilere burs verecek öyle mi? Bu generallerimiz olmasa da o vakıf
böyle bir şeyi neden yapsın? Türkiye’de şantajla, montajla, komplolarla
bazışeyler değiştirilmek isteniyor. Çağdaş Eğitim Vakfı’na sokulan polis ajanı
bunun örneği. Gerçi şimdi o ajan polis açığa alındı. Ama ya polis içinde
örgütlü bulunan diğerleri? Bunlar ne olacak? Polisin istihbarat ve terör
birimleri ne yazık ki irticacı kadrolaşma ve saldırının baskısı altında. Bunlar
telefonları yasadışı dinliyor, izliyor, gözlüyor ve komplolarla, şantaj, montaj
görüntüleriyle istediklerini yok etmeye çabalıyorlar. Son dönemde evlere gizli kameralar koyup
çekimler yapıldığını duyuyorum. Şantaj amaçlı bu çekimleri insanların özel
yaşamlarını deşifre etmek için kullanıyorlar. Türkiye’de insanların bunlara
teslim olmaması lazım. Bunların üzerine gitmesi lazım. Şantaja, komploya boyun
eğmemek lazım. Buradan İçişleri Bakanlığı’nı göreve çağırıyorum. İçindeki
irticacı örgütlenmeye karşı savaşa çağırıyorum. İnsanların Türkiye’de bu tür
saldırılar karşısında polise güvenmesi gerekiyor. İyi de polis provokatör veya
şantajcı ajan olarak çalıştırılırsa ne olacak? Tıpkı Çağdaş Eğitim Vakfı
soruşturmasında olduğu gibi. Polisin irticacı ve komplocu ellerden mutlaka
ayıklanması gerekiyor. Türkiye’de insanların bu şantajlara, montajlara,
komplolara kurban edilmemesi lazım. Ben şimdi bu seks şantajının arkasından
kimlerin çıkacağını merakla bekleyeceğim. Ortaya çıksın veya çıkartılsınlar ki
arkalarındaki gücü ve niyetlerini Türkiye öğrensin” (157). 4.5.
EMNİYETÇİLER’İ ‘FETHULLAH GÜLEN RAPORU’ ÇARPTI
“Emniyet Genel Müdürlüğü’nde Fethullahçı gruplarla ilgili
olarak üç müfettiş, aylarca çalıştı ve 40 sayfalık yeni bir rapor hazırladı.
Emniyet’teki ‘Fethullahçı yapılanmayı’ gözler önüne seren bu raporda yer alan
saptamalara karşın, Emniyet’in ne gibi önlemler aldığını bilmiyoruz.
Bildiğimiz, Fethullah Gülen ile ilgili çalışma yapanların başının dertten
kurtulmadığı. Bir yandan Fethullah Gülen davası açılırken, diğer yandan
iddianameye dayanak oluşturan raporu hazırlayanlara ağır disiplin cezaları
verildi. Fethullah Gülen raporunu
hazırlattıkları için ‘mağdur’ duruma düşen Emniyet mensupları, Gülen davasında
‘müdahil’ olarak mahkemenin karşısına çıkar ve görev yaptıkları Emniyet’teki
Fethullahçı yapılanmayı ayrıntılı olarak anlatırsa kimse şaşırmasın. ... Ankara
Devlet Güvenlik Mahkemesi (DGM) Savcısı Nuh Mete Yüksel’in hazırladığı
‘Fethullah Gülen Örgütü İddianamesi’ni okuduğumuz zaman, iddianamenin önemli
bir bölümünün Ankara Emniyet Müdürlüğü ekiplerinin ya da diğer bir deyimle
‘cezalandırılanlar’ın hazırladığı raporla kelimesi kelimesine aynı olduğunu
görüyoruz. ‘Emniyetçi Fethullahçılar’ konusunda bundan böyle daha sağlıklı ve
kuralları yerine getirerek rapor hazırlamaya yürek ister yürek... ‘Fethullah
Gülen’ diyen fena çarpılıyor...” (158). 4.6. FETHULLAH HOCA İÇİŞLERİ’Nİ ELE
GEÇİRMİŞ
90
“Fethullah Gülen grubunun ‘yavaş yavaş ele geçirmeyi
amaçladığı mülki idare ve emniyet içinde büyük bir güç haline geldiği ortaya
çıktı. Batı Çalışma Grubu tarafından yapılan ve gereği için İçişleri
Bakanlığı’na gönderilen gizli raporda, 36 valinin irticai gruplarla ilişkisi
olduğu belirtildi, 23 emniyet müdürünün
de halen etkili görevlerde bulunduğu ifade edildi. Vali yardımcısı ve
kaymakamlarla ilgili yürütülen araştırma ve incelemeler sonucu 78 kişi hakkında
suç duyurusunda bulunulduğunu belirten İçişleri Bakanlığı yetkilileri, son
dönemlerde bu konuda çalışmaların durduğunu, çok etkili bir çalışma yürüten 10
kişilik müfettiş grubunun ise dağıtıldığını söyledi. İçişleri Bakanlığı’nda
büyük bir güç haline gelen Fethullahçı grubun, atamalarda da etkili olduğu
bildirildi. Genelkurmay Başkanlığı tarafından İçişleri Bakanlığı’na gönderilen
ve görevden alınması istenen valilerden bir kısmının değişik tarihlerde
görevlerinden alındığı bildirildi.
Fethullahçı gruplarla ilgili emniyetin sürdürdüğü çalışmalar ise ekibin
dağıtılması sonucu durdu. Fethullahçı grubun ekonomik gücü, iş bağlantıları,
Türk Cumhuriyetleri ile ilgili faaliyetleri konusunda araştırmalara ise henüz
geçilemedi. Grubun ‘Işık Evleri’, ‘Işık Kışlaları’ adını verdiği toplanma
yerlerinin Ankara’da bulunanların adresleri tek tek belirlendi. Ancak bunun
yurt genelinde bir çalışmayı gerektirdiği konusunda Ankara Emniyet Müdürlüğü
tarafından İstihbarat Dairesi Başkanlığı’na yazı gönderildiği öğrenildi. Ankara
Emniyet Müdürlüğü’nün Fethullahçılarla ilgili olarak Ankara Devlet Güvenlik
Mahkemesi Başsavcılığı’na gönderdiği raporla ilgili olarak bugüne kadar işlem
yapılmadığı öğrenildi. Fethullahçı örgütlenme ile ilgili olarak 1992’de
başlatılan soruşturma ile ilgili hiçbir operasyona geçilmediği, ifadelerin bile
alınmadığı ortaya çıktı. ... Fethullahçı
çalışmayı örtmek için konunun telefonların dinlendiği-izlendiği biçime
dönüştürüldüğüne dikkat çeken Emniyet Genel Müdürlüğü’nün üst düzey yetkilileri
şunları söylediler: ‘Fethullah Gülen grubuyla ilgili operasyonu bu saatten sonra
emniyet camiasında kolay kolay kimse
yapamaz. Çünkü kimin eli dokunuyorsa yanıyor. Bu konuda çalışma yapan grup
tasfiye edildi. Bu hem Ankara Emniyet Müdürlüğü, hem de genel müdürlük
bünyesinde yaşandı. Bu olayın iki boyutu var. Ya derinlemesine soruşturmak ya
da soruşturmayarak ört-bas etmek olacaktır. Eğer derinlemesine bir soruşturma
yaptırılmak isteniyorsa, dağıtılan ekip takviye edilerek yeniden göreve
getirilmeli ve soruşturma kaldığı yerden devam ettirilmeli” (159) 4.7. 3 BİN POLİSLİK BİR LİSTE.
“... 3 bin polisi bir gecede değiştirip, kimselere haber
vermeden, izin almadan, yasalara uygunluğunu sorgulamadan yeni telefon dinleme
teknik ve usullerini yürürlüğe koymak, sınırsız telefon dinleme yetkisi
isteyerek, Cumhurbaşkanı’nın, ‘Fethullahçı’ diyerek geri çevirdiği valilerin
yerine aynı görüşte kişileri atamak için çaba göstermek, hep aynı planın
parçası. Öyle ki bakanlıkta hemşehrilik; Sakaryalı, Hendekli olmak, Gürcü
kökenden gelmek çok önemli. Üst düzey atamalarda belli noktalarda muhafazakâr
kadrolaşmayı sağlamlaştıracak adları
göreve yeniden getirerek yapılmak istenen nedir? Amerika’ya sığınan ama
Türkiye’de aranan Fethullah Gülen’i, orada devletin resmi korumasına korutmak
ne demekse, bunlar da o demek. Gülen’i koruyan polisi tepkiler üzerine aylar
sonra geri çekip, İstanbul’da en yakın arkadaşınız olan, paraya para demeyen
kulüp başkanına birkaç gün önceye kadar koruma yapmak ne demekse, o demektir...
Tantan istiyor; MİT iç istihbaratı bıraksın... Ama kime? Fethullahçılara mı
bıraksın” (160). 4.8. SİLAH OYUNU
TUTMADI
“... Bunun gizlemeye çalışıldığı örtünün adı ne yolsuzluk
mücadelesidir, ne de usulsüzlük. Bunlar takiyenin adları. Adına güç savaşı
denilen bu kavgada, toplumun hassas olduğu yolsuzluk karşısında verilen kavga
kişiselleştirilip, bir adama mal edilmekte. O adam da bunun arkasına saklanıp,
aklına estiği gibi kadrosuyla beraber gücü eline geçirmek için cenk
yapmaktadır. Bu onların cihadı. Bakın nerelerden destek alıyorlar,
göreceksiniz. Onlar amaçlarına ulaşmak için her yolu mübah sayıyorlar. Nakşi
tarikatının camiinde, Nakşi ilerigeleni Korkut Özal tarafından keşfedilen,
sonra da yükseltilen Sadettin Tantan, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin
kapatılmasına yeni oluşturduğu polis birimi tarafından tutulan raporlarla karar
veriyor. Gerekçe, imam hatiplilere burs verilmemesi. Tarikatların
egemenliğindeki dernekler kime burs veriyor? İstanbul Valisi uygulamayı
durdurmasa, son dönem aydınların oluşturduğu en önemli sivil toplum örgütü yok
edilecek. Ama tarikatların bütün işyerleri, vakıfları, dernekleri faaliyette”
(161).
91
4.9. MÜFETTİŞLERİN
FETHULLAH RAPORUNU AÇIKLIYORUZ
“Fethullah Gülen grubunun Emniyet içinde geniş bir tabanının
bulunduğu biliniyor. Bu grubun çalışma yöntemleri de müfettiş raporlarıyla gün
yüzüne çıkıyor. ‘Fethullahçı Emniyetçiler’in deşifre olduktan sonra geri
çekilmeyi bildikleri ve yerlerini başkalarının doldurmalarını sağladıkları da
bu ayrıntılı raporu okuduğumuzda görülüyor. Emniyet Genel Müdürlüğü,
‘Fethullahçı’ oldukları gerekçesiyle bazı Emniyet mensupları hakkında inceleme
yaptırdı. Polis Başmüfettişleri Ahmet Saraç, Mustafa Maktav, E. Özgül Ezer’in
yaklaşık 11 ay süren incelemeleriyle bazı gerçekler ortaya çıktı.
Fethullahçılar’ın nasıl örgütlendiği, hangi birimleri ele geçirmek için
harekete geçtikleri 13 Haziran 1999 tarih B.05.1EGM.0.60.01 sayılı raporunda
belirtiliyor. Bazı Emniyet mensuplarının isimleri sıralanıyor. Bunların
isimlerini ve görev yerlerini şimdilik açıklamak istemiyorum. Ancak Emniyet’in
üst düzey görevlerde olduklarını belirtmekle yetiniyorum. Öyle bir yapı
kurulmuş ki, bazı isimler ‘Sincan olayları’na kadar dayanmış... İnceleme
yapılırken müfettişler ismi geçen kişilerin daha önce çalıştıkları birimlerde,
o dönem birlikte oldukları görevlilerle de konuşmayı ihmal etmemiş. Dahası,
bazılarının köylerine bile gitmişler. Orada da gizli araştırmalar yürütmüşler.
Yani tam ‘polisiye araştırma’ yapmışlar. Üç koldan yürütülen incelemeler
tamamlandıktan sonra Fethullah Gülen grubunun Emniyet’e ilk sızış tarihleri ve
faaliyetleri raporun ‘tahlil’ bölümünde şöyle belirtiliyor: ‘1985-1992 yılları
arasında, irticai yapıya sahip kişilerin Emniyet Teşkilatı içinde yapılanmaya
gittikleri ve bu dönem içerisinde önemli yerlerden daire başkanlıkları, eğitim
kurumları ve illerde kendi elemanlarını yerleştirerek uzun vadeli, planlı ve
programlı bir şekilde çalışma içerisinde oldukları herkesçe bilinen bir
gerçektir. Belirtilen yıllar arasındaki teşkilat bünyesindeki yapılanmada,
eğitim kurumlarına eleman almada, yurtdışına eğitim ve araştırma amacıyla
personel gönderilmesinde, rütbe terfilerinde, atamalarda ve diğer konularda
kendi yandaşlarına çeşitli menfaatler sağlanmıştır. Günümüzde Emniyet
Teşkilatı’nda yer alan irticai gruplardan bazılarının 1990-1992 yıllarında
Polis Akademisi Başkanlığı’na alınan özel sınıflardan olduğu görülmektedir.
Yine yukarıda belirtilen yıllar arasında Polis Koleji ve Akademisi’ne alınan
öğrenciler, bugün karşımıza irticai faaliyetler içerisinde yer alan rütbeli
elemanlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Konuya örnek olarak 1992 yılında Polis
Başmüfettişi İzzet Sezgin Şenel tarafından yapılan tahkikatta, Polis
Akademisi’nde görevli 9 öğretim üyesi ve H.B.E., M.T., S.T., A.Ö. gibi üst
düzey yöneticilerin de bulunduğu 90’a yakın personel hakkında Emniyet Örgütü
disiplin Tüzüğü’nün 8/1 maddesine göre meslekten çıkarılmalarına ve bütün
sanıklar hakkında Devlet Güvenlik Mahkemesi’ne suç duyurusunda bulunulması
talep edilmiştir. Fethullahçı yapılanma konusunda örnekler veren 3 polis
başmüfettişinin raporunda şunlar yazılı: ‘Vermiş bulunduğumuz örneklerle
Emniyet Teşkilatı’nda ve Polis Akademisi’nde irticai gruplara ait kesimin nasıl
bir yapılanma içerisinde oldukları, planlı ve programlı çalışmalarının
sonucunda atılan tohumların yeşererek günümüzde nasıl büyüdüklerini görmekteyiz’.
İsimleri ‘Fethullah Hoca’nın Emniyet’teki kilit adamları’ olarak geçenlerin ‘
jet hızı’yla yükseldiğini müfettişler raporlarında belirtiyor ve bunun için
örnekler sıralıyorlar. Bir isim belirtip bu kişinin nasıl yükseltildiği örnek
olarak gösteriliyor. İşte yazdıkları: ‘Bu kişi Şube Müdürü (4 ncü sınıf emniyet
müdürü) Polis Akademisi’ne geçmesiyle beraber 3 yıl içinde Polis Akademisi
Başkan Yardımcısı, bir yıl sonra Daire Başkanı olmuştur. Yani 4 yılda bu
rütbeyi almıştır. Günümüzde ise aynışartlarda Birinci Sınıf Emniyet Müdürü
olabilmek için en az 9 yıl müdürlük yapmış olması gerekmektedir”. Bazı Emniyet
mensupları ‘Fethullahçı’ olmanın karşılığını kısa sürede üst rütbelere ulaşarak
alıyor. Bu kişiler gelebilecekleri yere geldikten sonra, daha doğrusu iyice
‘deşifre’ olduktan sonra Fethullahçılıkla ilgili faaliyetlerde geri planda
kalıyor. Bu bilinçli bir uygulama olsa gerek. Tarikat bağı kurulduktan sonra
yükselmek kolay. Bunlar belli bir yere geldikten sonra ‘ben onlardan değilim.
Kandırılmışım’ demeye başlıyorlar. Bu durum müfettişlerin inceleme raporunda
şöyle belirtiliyor: ‘1985-1991 yılları arasında irticai kesime mensup kişilerin
Emniyet Teşkilatı’nda yapmış oldukları yapılanma ile kendi yandaşlarına çeşitli
menfaatler yarattığı bilinmektedir. Örneğin emniyet müdürlüğü rütbesini alan
personel, hemen birkaç ay veya yıl içinde 1’nci sınıf emniyet
92
müdürü yapılarak okul müdürü, daire başkanı ya da il emniyet
müdürü olarak ataması yapılmıştır. Günümüzde ise 1’nci sınıf emniyet müdürü
olabilmek için 9 yıl çalışmış olmak gerekmektedir’. Emniyet’in içinde bulunduğu
durum, bu örnek özetlemeyle yetiyor. Bu raporun ayrıntıları var. Onlara da
değineceğiz. Bir gerçek daha var, Fethullahçılar’a yönelik operasyon
planlarının hazırlanmasına rağmen, uygulamaya konulmadığı da bilinen bir
gerçek.. “ . “... Raporda ilginç bir değerlendirme var. Bu kişilerin
yapılanmalarında, ‘zincirin halkaları gibi birbirlerini tamamladıkları’
belirtiliyor. Emniyet’te bu ‘zincirin halkaları’nın hayli uzun olduğu, üst
rütbelere kadar uzanan kişilerin belli noktalara ulaştıktan sonra görevde
kalabilmek için bağlarını belli ölçüde kopardıkları gözleniyor. Polis
başmüfettişlerinin raporundan bir bölüm: ‘Bu ve bunun gibi kişiler ya rütbe
terfilerini erken elde etmek amacıyla veya gerçekten de dini vecibelerini
yerine getiren, mutaassıp biri olarak ve irticai kesimle bağlantılı kimselerin,
kendisine daha yakın olduğunu düşünerek bunlar içerisinde yer almaktadılar. Bu
kişiler, Emniyet Teşkilatı’ndaki irticai örgütlenme içerisinde yer alarak yapılanmada
faal rol alıyor’. Müfettişlerin derinlemesine yaptığı araştırmalar Sincan’a da
uzanıyor. Sincan olaylarından önce bu ilçede kimlerin görev yaptığını
araştırdığınızda karşınıza ismi hiç de yabancı olmayan birisi çıkıyor.
Emniyet’in bir değil, binden çok raporunda bu kişinin ‘irticai gruplarla
bağlantılı’ olduğunun belirtildiğini de müfettişlerin son raporunda görüyoruz.
Müfettişlerin raporu devam ediyor: ‘Yine bu şahsın irticai eğilimli olup, bu
kesime mensup kişilerle görüştüğü ve bu konuda uyarıldığı ve bu durumunu
personelle olan ilişkilere yansıttığı İlçe Kaymakamı tarafından belirtilmiştir.
Yine Ankara Emniyet Müdürlüğü, Fethullah Gülen cemaatine ilişkin yapmış olduğu
tahkikat nedeniyle göndermiş olduğu evrakta adı geçenin bu cemaatin elemanı olduğu
bildirilmiştir. Ayrıca İstihbarat Daire Başkanlığı’nca yapılan çalışmada da bu
kişinin ‘irticai görüş ve fikirlere sempati duyduğu’ şeklinde değerlendirmesi
ile hakkında ileri sürülen iddianın doğru olduğu ortaya konulmaktadır’. Bunlar bir değil, binden çok raporla yazılmış
da ne olmuş? Bakıyorsunuz, kişi yükselmiş de yükselmiş. ‘Bu kişiler görevden
alınsın’ diye müfettiş raporları düzenlenmiş. Kızak görevlere çekilmek yerine
daha da etkili görevlere getirilmişler. Geçmişlerine de birer ‘sünger’ çekilmiş.
Rapor şöyle devam ediyor: ‘Daire Başkanı hakkında ileri sürülen ‘tarikat
yanlısı olduğu’ yolundaki iddianın, tahlil bölümünde açıklanan nedenlerle doğru
olduğu kanaati hasıl olmuştur. Ancak, iddianın 1985-1991 yılları arasında yer
almasıyla, Devlet memurları Kanununun 127. ve Türk Ceza Kanununun 102.
maddelerinde yer alan zaman aşımları nedeniyle adı geçen hakkında işlem
yapılmasının hiçbir hukuki yarar ve sonuç doğurmayacağı için hakkında adli ve
idari yönden soruşturma açılmasına gerek bulunmamaktadır. Ancak, tarikat
yanlısı olduğu belirtilen bir personelin, daire başkanı olarak görev
yapmasının, yanlısı olduğu tarikat veya cemaat elemanlarına çeşitli yararlar sağlayabileceği ve faaliyetlerine
devam edebileceği nedeniyle adı geçenin birim amiri olarak görevlendirmemesinin
uygun olacağı’. ... Raporda ‘irticai kesime mensup kişilerin Emniyet’te
yapılanma ile kendi yandaşlarına çeşitli menfaatler yaratıldığı bilinmektedir’
deniyor. Önemli ve kilit birimlere bu kişiler getirildikten sonra gerisi kolay.
Belli bir dönemde atılan tohumlar hızlı bir tırmanışla Emniyet’in tepe
noktalarına gelmiş. Bunların şimdi yeni faaliyetlerde bulunmasına, yeniden
olmasına gerek yok. Yetiştirdikleri ve sahiplendikleri kişiler şimdi
tırmanışta” (162). 4.10. POLİSİN BİLGİSAYARI TARİKATÇI ŞİRKETLERDEN
ALINIYOR
“Devletin üst düzey kurumlarına sunulan ‘Fethullah Hoca
Cemaatı ve Emniyet Teşkilâtı’ başlıklı Rapor’da, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün
bilgisayar ihtiyacının, Fethullah cemaatine yakın şirketlerden sağlandığı;
bilgisayar ihale sözleşmelerinde bu şirketlerin gözetildiği kaydediliyor.
Raporda bu konuda şu bilgiler veriliyor: ‘Bilgisayarlaşma adı altında devletin
paraları Hoca Efendi cemaatine ait bilgisayar şirketlerine aktarılmaktadır.
Ankara genelinde faaliyet gösteren S. AŞ, her Ramazan’da Ankara genelinde
bilgisayarla uğraşan kişilere lüks mekanlarda yemek verir. Zaten Ankara
genelinde faal yerdeki tüm bilgisayarcılar da Hoca Efendi cemaatinin elemanı
veya bu cemaate sıcak bakan
93
insanlardır. Hazırlanan şartnamelere öyle şartlar konuluyor
ki en fazla ihaleye giren firma sayısı 3’ü geçmiyor’. İhalelerde, ‘rekabet
ortamı’ oluşmuş ve çok sayıda şirket katılmış gibi bir izlenim verebilmek için
birden fazla şirketin çağrıldığı, ancak tümünün aynı cemaate bağlı olduğu ifade
ediliyor. Raporda Ş., D. ve D. bilgisayar firmalarına dikkat çekiliyor. Bu
şirketlerin, Emniyet örgütü içinde kazandıkları ihalelerin araştırılması
gerektiği kaydediliyor. Bu firmalara vermekteki tek maksat, paranın buralara
akması değil, aynı zamanda teşkilat içindeki elemanların dışarıdan bu firmalar
tarafından desteklenmesinden ibarettir. Rapor, Polis Akademisi’nin buna iyi bir
örnek olduğu belirtilerek şöyle deniyor: ‘Tüm Akademi’nin ihalesi, S.
Bilgisayara verilmiş ve cemaatin sivil kanadının Akademi içine girmesi
sağlanmıştır. Bu program ile Akademi her yönden bu firmanın kontrolü altına
girmiştir. Emniyet örgütü içinde; polis
okulları, Polis Akademisi ve Polis Koleji sınavlarıyla tüm eğitim faaliyetleri,
Genel Müdürlük Eğitim Daire Başkanlığı’nın gözetiminde yürütülüyor. Sınav
soruları ve sonuçların okunması, sınavlara girecek komisyonların belirlenmesi,
bu dairenin görevleri arasında. Raporda, Eğitim daire Başkanlığı’nın yüzde 90
oranında cemaatin kontrolü altında hareket ettiği belirtiliyor. Soruların
yanıtları sınavdan önce ele geçirilebilirse hemen öğrencilere ulaştırılıyor.
Rapor, imtihan komisyonlarına girenlerin, cevap kâğıtlarını getirenlerin ve
cevapları okuyanların tümüyle bu cemaatin elemanları olduğunu saptıyor. Raporu
kaleme alanlar, Emniyet teşkilatı içindeki Fethullahçı örgütlenmeye karşı
mücadelelerini sürdüreceklerini, Fetnhullahçıların diğer birimlerdeki önemli
faaliyetlerini, başta polis okulları olmak üzere tüm okul ve birimlerdeki
tarikatçı personelin isimlerini de açıklayacaklarını ifade ederek, şunu
belirtiyorlar: ‘Kurslara kendi elemanlarını nasıl gönderdiklerini, aynı şekilde
yurtdışına eleman gönderişlerin; Sınıf Komiserliği ve Eğitimcilerin Eğitimi
isimli kurslar açıp kendi elemanlarını okullarda ve birimlerde vazgeçilmez eleman
yaptıklarını, istihbarat, terör ve kaçakçılık birimlerindeki faaliyetlerini;
okullarda kendi elemanlarını nasıl dereceye soktuklarını; Bilgi İşlem ve
kurulacak Polnet-2000 sistemini nasıl işgal ettiklerini ve 2000 yılında
faaliyete geçecek bu sistemle niyetlerini ve daha birçok bilgi ve isim
göndereceğiz” (163). 4.11. FETHULLAH EMNİYET’İ ELE GEÇİRDİ
“Nurcuların en büyük grubu olan Fethullah Gülen Tarikatı’nın,
Emniyet Genel Müdürlüğü içinde nasıl
örgütlendiği, bir rapor halinde devletin üst düzey yetkililerine sunuldu. İşçi
Partisine ulaştırılan Raporda, polis içindeki Fethullahçı örgütlenme ayrıntılı
bir biçimde ele alınıyor. Cemaatin, 28 Şubat sürecinden sonra aldığı önlemler
de Raporda belirtiliyor. ...Raporda, Fethullahçıların Emniyet içinde Genel
Müdürlük bünyesindeki Daire Başkanlıkları, Polis Akademisi, Polis Koleji ve
Polis Okulları ile özel statülü illerde önemli şube müdürlüklerinde faaliyet
gösterdikleri ifade ediliyor. Fethullahçılar, amirler ve polis memurları
olarak, iki ayrı grupta örgütleniyor. Örgütlenmenin başında bulunan kişi,
‘imam’ diye adlandırılıyor. ‘İmam’lar, en kıdemli ve yetenekli kişiler
arasından seçiliyor. Raporda şunlar kaydediliyor: ‘Amirler ve memurlar,
kesinlikle birbirini tanımamakta, herkes imamı bilmekte ve onun direktiflerini
yerine getirmektedir. Bu imamlar, bölge imamlarına, onlar da merkezde kurulu
bir sivil kurula bağlı olarak faaliyet göstermektedirler. İmamlardan gelen
emirler, Hoca Efendi’den geldiği kabul edilerek mutlaka yerine getiriliyor.
Kısacası Emniyet Teşkilatı’nın personel alımından atanmasına,
branşlaştırılmasından eğitimine, kurs görmesinden yurt dışına gitmesine,
istihbarattan teröre kadar, bir çok konuda fiili karar verme bu üst sivil grup
tarafından gerçekleştirilmektedir’. Polis örgütü içindeki örgütlenmede,
cemaatin tüm bireyleri, gizliliğe düzenli bir biçimde uyuyorlar. Üst grup
tarafından gelen tedbirler ve kararlar, kademeli olarak alt gruplara
iletiliyor. Kararların uygulanıp uygulanmadığı ‘imam’lar tarafından kontrol
ediliyor. Raporda, MGK tarafından kabul edilen 28 Şubat 1997 kararlarından
sonra cemaatin ‘tedbir ve parola sistemini’ değiştirdiği kaydediliyor ve alınan
önlemler sıralanıyor. Bu önlemlerin başında, ‘işyerinde ve oturulan çevrede
laik ve Atatürkçü bir hava’ yaratılması geliyor. Raporda şunlar belirtiliyor:
94
‘Hoca Efendi cemaatinin elemanları, ‘Şu an sırtınızda yumurta
küfesi taşıyorsunuz. Yanlış bir hareketiniz geri dönülmeyecek hatalara
sebebiyet verecektir. Sizler, Hitler’in tankları gibisiniz. Hitler, Rusya’ya
doğru ilerlerken, karşısına çıkan bataklıkları aşmak için tankları bataklıklara
saplayıp, kendilerini feda ederek arkadan gelenlere yol açmaları gibi, sizler
de bu tür fedakârlıklar yaparak, sizden sonra geleceklere ortam hazırlayacak ve
cemaatin teşkilatı ele geçirmesini sağlayacaksınız’ parolasıyla hizmet
etmektedirler’. Raporda, Emniyet Genel Müdürlüğü Personel Daire Başkanlığı
personelinin yüzde 95’inin Fethullah cemaatine mensup olduğu ifade ediliyor.
Personel Dairesi; atama, uzmanlaşma, ödül, ceza vb. gibi, tüm işlemlerin
yapıldığı birim. ‘Teşkilatın tüm ataması, imamların bağlı bulunduğu sivil grup
tarafından önceden teşkilat dışında planlanmakta ve daire bünyesindeki
elemanları tarafından da bu kararlar icra edilmektedir. Yani teşkilatı öyle bir
hale getirdiler ki, dışarıda olup teşkilatı bilmeyen sivil grup, Emniyet
teşkilatını yönetmekte ve yönlendirmektedir. Şu an sadece Emniyet Müdürlerinin
tayinlerine karışamamaktadır’. Personel Daire Başkanlığı’nı ele geçirmenin
yarattığı olanaklar, zaman zaman siyasi ve idari baskıyla birleşiyor. ‘Personel
Daire Başkanlığı’nda, ünvanlara göre boş kadrolar tutulmaktadır. Bu kadrolar
gizlidir. Daire, uygun gördüğü kişileri bu kadrolara atar. Cemaat elemanları bu
kadroları ellerinde tuttuklarından, boşalan önemli kadrolar olduğunda hemen
sivil gruba intikal ettirerek, kendi elemanlarının bu kadrolara atanması için
siyasi ve idari baskı kurularak, gerektiğinde bakana dahi ulaşılarak atamaların yapılması sağlanıyor.
Merkez Yüksek Değerlendirme Kurulu’nun yaptığı rütbe terfileri dahi aynı gün,
yine bilgisayar bürosundaki görevliler tarafından diskete kaydedilip sivil
gruba veriliyor ve yeni stratejiler belirlenerek kendi tarafından terfi edip
edemeyenlerin durumu değerlendiriliyor. Eğer yine kendi elemanlarından terfi
edemeyen varsa, siyasi baskı mekanizmaları harekete geçirilerek rütbe listesi onaya girmeden terfiler
sağlanıyor’. Personel Daire Başkanı Zeki Urgancıoğlu 1998 yılı atamalarını
bizzat yürütünce, cemaatin tezgâhı bozuldu. Urgancıoğlu’nun ayağı kaydırıldı.
Raporda olayın gelişimi şöyle anlatılıyor: ‘Yapılan tüm atamalar, daire
bünyesinde bilgisayar bürosunda kurulu bulunan ve Komiser M.D ve Komiser
M.K.’nın kontrolünde bulunan network sistemi ile yukarıdan tamamen görülmekte
ve yapılan tüm atamalar diskete kaydedilerek, akşamları bu sivil gruba
gönderilmekte idi. Planlamadan iki-üç gün sonra yapılan planlamalar, cemaatin
tüm planlamalarını bozduğundan, siyasi baskı kurularak, İçişleri Bakanı Murat
Başesgioğlu’na çeşitli bahaneler uydurularak, başkanın görevden alınması
sağlandı’. Personel Dairesi’nde yoğunlaşma, aynı zamanda, 2000’li yıllara
yönelik bir yatırım. Rapor, geleceğin lider kadrosunun oluşturulduğuna dikkat
çekiyor. Bu bakımdan, Fethullahçılar, cemaat mensuplarının önünü açacak
‘kadrosuzluktan emekli yasası’nın bir an önce çıkmasını istiyorlar. Rapor, bu
konuda şunları yazıyor: ‘Cemaatin en büyük sıkıntısı, müdür sınıfında yüzde 25
civarında personeli bulunmaktadır. Ve nihai kararlar bu müdürler tarafından
verilmektedir. Fakat müdür sınıfı kadrolarının dolu olması sebebiyle aşağıda,
yüzde 85’ini bu cemaatin oluşturduğu, komiser yardımcısından emniyet amirine
kadar olan rütbelerde bir yığılma meydana gelecektir. Bunu aşmak için de bir an
önce askeriyedeki gibi kadrosuzluk nedeniyle emekliliğin gündeme gelmesi gerekmektedir.
Bu kanun çıkartılırsa üst kademelerdeki emniyet müdürleri emekli edilerek
yerine alttan gelen bu elemanların geçmesi hedeflenmektedir. APK Daire
Başkanlığı ve Personel Daire Başkanlığı olarak burada bulunan Hoca Efendi
cemaati elemanları tüm gayretlerini bu tasarıya vermektedir’. Polis Akademisi
ve Polis Kolejine giriş de, cemaatin kontrolü altında. Ancak Rapora göre, son
4-5 yıldır bir sıkıntı yaşanıyor. Bu okullara çoğunlukla şehit çocukları
alınıyor. Fethullahçılar, kendilerine fazla çekemedikleri bu çocukların
akademiye girişini önlemek için yönetmeliği değiştirmeye çalışıyorlar.
Akademiye değil, polis okullarına
alınsın, diyorlar’. Fethullahçılar, öbür birimlerden kendi elemanlarına
ait olumsuz bir yazı geldiğinde, bu tür işlemleri yumuşatarak, ‘elemanlara ve
hizmete zarar gelmeyecek bir hale getirip’ işleme koyuyorlar. 1996-1997 yılında
Polis Akademisi’nde irticai faaliyette bulundukları için isimleri Genel
Müdürlük’e iletilen 9 kişinin tayinleri, gene önemli merkezlere yapıldı.
Raporda, buna örnek olarak şu isimler veriliyor: ‘R.Y. Başkomiser Eğitim Daire
Başkanlığı, Y.A. Komiser TEM Daire Başkanlığı,
95
M.A. Komiser Personel Daire Başkanlığı, E.D. Komiser Personel
Daire Başkanlığı (Komiser M.A. şimdi Şark Atama Büro Amiri olarak görev yapmaktadır’.
Emniyet içindeki cemaat mensuplarının ana faaliyetlerinden biri de, önemli
birimlerden gelecek personel talebini, o sırada pasif görevlerde bulunan
elemanlarıyla karşılamak. Buna örnek olarak, 1996 yılında Elazığ Polis Okulu’na
yapılan atamalar gösteriliyor. Raporda, atamalardan pek çok örnek veriliyor.
Cemaat elemanlarının adları sayılıyor. 1997 yılına kadar polis okullarındaki
kura çekimine yalnızca Personel Daire Başkanlığı’nda görevli personel
gönderilirken, bu yıldan başlayarak, Hoca’nın elemanları gönderiliyor. Bu
kişiler, kura çekiminde kendi elemanlarına yardımcı oluyorlar. Ayrıca
okullardaki gelişmeler hakkında bilgi topluyorlar. Rapor, Fethullahçıların,
örgütü genişletme açısından da bu durumdan yararlandıklarını saptıyor. ‘Ayrıca tüm teşkilat bünyesinde peşine
düştükleri, yani zeki ve kabiliyetli görüp kendilerine eleman yapabilmek için
ilgilendikleri personele, istediği yere tayin ve istediği branşta çalışma gibi
menfaatler gösterilerek, bu tür elemanların kendilerine katılmaları sağlanmakta,
kendi işlerine mani olan personeli de tayin ettirerek kendi elemanlarına
serbest çalışma alanı oluşturulmaktadır’. Raporda, Emniyet teşkilatında iyi bir
yere gelebilmek ve istediği alanda çalışabilmek için, çok sayıda personelin
‘Hoca Efendi cemaatine’ katılmaya zorlandığı ifade ediliyor. Genel nakil ve
Doğu ve Güneydoğu’ya gönderilecek personelin planlanmasından ve atamalardan
yaklaşık iki ay önce, ‘tüm teşkilattaki elemanlara, birimlerdeki problemli ve
engel teşkil eden’ isimler soruluyor. Bu araştırma; Aleviler, solcular ve başka
cemaatler esas alınarak yapılıyor.
İsimlerin saptanmasından sonraki aşama Raporda şöyle anlatılıyor: ‘Bu
toplanan isimlerde öncelikle gönderilmesi gerekenler tespit edilip bunların
tayini ile dışarıda kalan, önemsiz birimlerde çalışan veya Akademi’den mezun
olacak Komiser Yardımcısı elemanlarına yer açılıyor. Kendilerinden olmayan
personelin birimleri ipka teklifinde bulunsa dahi ipkalarını işleme koymayıp
sorulduğunda, ‘sehven yazılmamış veyahut daire başkanı kabul etmedi’ gibi
mazeretlerle iş geçiştiriliyor’. Bu formülün tam olarak uygulandığı 1997 ve
1998 yıllarında, Genel Müdürlük Daire Başkanlıkları, Polis Akademisi ve Polis
Koleji’ndeki örgütlenme tamamlanıyor.
Rapor’a göre, Emniyet içindeki Fethullahçı örgütlenme, son iki yıl
içinde doruğa ulaştı. Cemaat, bu durumu korumak için, kendilerine karşı çıkan
amirler hakkında, kendine bağlı yayın organlarında üretilmiş ‘haberler’
yazdırarak, bu kişileri yıpratmaya çalışıyor. Raporda cemaatin, Emniyet
Teşkilatı içindeki her gelişmeden anında haberdar olduğu örneklerle
anlatılıyor. ‘Bu cemaat, Emniyet Genel Müdür Yardımcıları, Genel Müdür Özel
Kalem başta olmak üzere birçok yere eleman yerleştirmişlerdir. Bu yazının
İçişleri Bakanlığı’nda herhangi bir birime gönderilmesi halinde, aynı dakikada
haberleri olacak ve yeni stratejiler tayin edeceklerdir’. ‘Emniyet Teşkilatı ve Başbakanlık bünyesinde
oluşturulan Sivil Çalışma Grubu’na gelen tüm ihbarlardan haberleri olduğundan,
buraya gelen ihbarları asılsız yapabilmek için, illerde irtica ile alâkası
olmayan, içki içen ve gayri meşru ilişkileri olan personelin, irticai
faaliyetlerde bulunuyorlar diyerek ihbar edilmeleri istenmiştir. Böylece bu
grupları yanlış yönlendirmektedirler. ‘Son olarak Sivil Çalışma Grubu’ndan gelen 40
civarında irticai faaliyette bulunan emniyet mensubunun yazısı, işlemler
şubesinde soruşturma bürosuna geldi. Tabi yine burada görevli Hoca Efendi
talebesi büro amiri Komiser D.O. var. Bu liste aynı gün fotokopi ile
çoğaltılarak sivil birimlerine gönderildi. İçlerinde elemanları olanlar
uyarılarak taktik geliştirmeye başladılar’. 28 Şubat kararlarından sonra
özellikle parola sistemini değiştiren cemaat, şu önlemler başvurdu. 1. Evlerde
bulunan Risale-i Nur Külliyatları kaldırılacak. Herkes, bu eserleri sivil olan
akrabalarının yanına götürecek. 2. Evlerden Hoca Efendi’nin kaleme almış olduğu
eserler kaldırılacak. Kur’an-ı Kerim’den başka hiçbir dini kitap
kalmayacak.
96
3. Evlerin giriş kısmına, hatta dış kapı açıldığında
görülebilecek yerlere Atatürk’ün fotoğrafları asılacak. Odalarda 10. Yıl Nutku
ve İstiklal Marşı duvarlara asılacak. 4. Evlerde görünür kısımlarda, Nutuk gibi
kitaplar bulundurulacak. 5. İşyerine giderken Sabah, Milliyet, Cumhuriyet gibi
gazeteler alınıp götürülecek ve işyerinde herkesin görebileceği yerlere bu
gazeteler konulacak. 6. Zaman gazetesi, Sızıntı ve Aksiyon gibi dergilere başka
isimler altında abone olunacak. Dergi ve gazete ücretleri yatırılacak. Fakat
genellikle ev adresi verilmeyecek. Bu yayınlar
evde bulunmayacak. 7. Telefonlar MİT tarafından dinlendiğinden
telefonlarda kesinlikle dini konuşmalar yapılmayacak. Selam verilmeyecek. Hatta
hayırlı sabahlar bile denilmeyecek. İyi günler, günaydın türü konuşmalar
yapılacak. 8. Telefonda hizmetler hakkında konuşma yapılmayacak. Hiçbir
elemanın ismi zikredilmeyecek. Adres verilmeyecek. Sohbet yapılacak evler
hakkında konuşulmayacak. 9. Eğer herhangi bir yerde buluşma olacak ise
telefonlarda kodlu konuşulacak. Mesela: ‘Bu akşam maçı nerede seyrediyoruz?’.
‘Bu akşam bizde okey oynayalım mı? Gelirken şu isimleri de çağır’ gibi. 10.
Cuma namazına 3 hafta üst üste gidilmeyebilir. Bu nedenle birimlerde bulunan
elemanlar 3 gruba ayrılacak. Her hafta bir grup gizlice Cuma namazına gidecek.
Diğer kalan iki grup birimlerinde kalacak. Birim amirlerinin gözleri önünde
bulunarak dikkat çekilmeyecek. Hatta mümkünse Cuma namazı vaktinde Polis
Evi’nde birim amirleri de davet edilerek yemekler tertip ediilecek. Kurum
içinde bulunan halı sahalarda yine birim amirleriyle maç yapılacak. 11. Kesinlikle hiçbir vakit namazı işyerinde
kılınmayacak. Cem edilecek. Yatsı namazında evde topluca kılınacak. 12. Çöp
kutularından boş bira kutuları ve içki şişeleri toplanacak. Evdeki çöpler
dışarı konduğunda, bu şişe ve kutulardan birkaç tanesi çöpün görünen
kısımlarına konacak. 13.İşyerinde kendi
cemaatimizden başka bir grubun ya da cemaatin elemanlarının başı derde
girdiğinde, kesinlikle yardım edilmeyecek. Hatta görmemezlikten gelinecek.
14.İşyerinde lehimizde ve aleyhimizde cereyan edilecek tüm konular, anında
bağlı olunan imama bildirilecek. 15. Önceden hanımlarının başları açık olup,
sonradan kapananlar, eşlerinin başlarını açacak. Eşinin başını açan her eleman,
eşiyle beraber birim amirlerinin görebileceği yerlere gidecek. Meselâ; polis
evine yemeğe veya Bayramda bayramlaşmaya. 16. Önceden hanımlarının başları
kapalı olsa dahi, önemli yerlerde çalışanlar mutlaka eşlerinin başını açacak.
17. Akademi, kolej ve polis okulu öğrencileri hafta sonunda dershanelere
gönderilmeyecek (Dershane, Hoca Efendi cemaatinin dini evleri). Tüm
öğrencilerle pastane ve lokal gibi yerlerde buluşulacak. 18. Tüm akademi, kolej
ve polis okulu öğrencileri, mutlaka bilgisayar kursuna gidecek. 19. Kurban bayramlarında
hiçbir eleman kurban kesmeyecek. Deri toplama işine girmeyecek. Fakat tam bir
kurban parası imama verilecek ve bu para
hizmete aktarılacak. Hizmetten bu elemanlara sadece bir but gönderilecek.
Böylece deri toplama işi olmayacak. Herkes kurban kesmiş olacak. Çevreye de
kurban kesmedik, denecek. 20.İşyerinde
ve çevrede laiklik ve Atatürkçülüğü öven konuşmalara iştirak edilecek. Dini
öven konuşmaların olduğu gruplardan uzak durulacak. 21. Son alınan duyumlarda
MİT, Emniyet Genel Müdürlüğü’nde çalışan tüm amir sınıfı personelin adreslerini
tespit etmiş ve bu amirlerin evlerine giderek bir adres sorma bahanesi ile
kapılar çalınıp, hanımlarının kapalı olup olmadığını tespit etmektedir.
97
Bu nedenle evlerde kadınlar başı açık duracak ve kapı çalındığında
başlar açık olarak kapılar açılacaktır”
(164). 4.12. TÜRKİYE’Yİ SARSAN
BELGE
“Ülkemizi sarsan 28 Şubat 1997 sürecinde gündemi oluşturan
irticai hareketlerle ilişkin devletin ilgili birimleri tarafından hazırlanan ve
bir örneği gereği yapılmak üzere İçişleri Bakanlığı’na gönderilen ‘şok liste’yi
star ele geçirdi. Devletin en üst
kademelerinde ciddi tartışmalara neden olan ve kamuoyunun aylardır ortaya
çıkmasını beklediği ‘olay belge’de Emniyet teşkilatındaki irticai faaliyetlere
karışanların isim listesi yer alıyor. Listede il emniyet müdürlerinden
Türkiye’nin dört bir yanındaki polis memurlarına kadar pek çok ismin gün gün
istihbarat bilgileri bulunuyor. Listede
aralarında il emniyet müdürlerinin yanısıra değişik rütbelerdeki emniyet
mensuplarının da isimleri yer alıyor. Devletin ilgili birimleri tarafından
‘gereği yapılmak üzere’ gönderilen listedeki isimlerin bir kısmı için ‘gereği’
yapılıp aktif görevden kızağa çekildiği ortaya çıktı. Star’ın araştırmasına
göre, kızağa çekilenler arasında il emniyet müdürleri de bulunuyor. Listede yer
alan Emniyet Müdür yardımcılarından birisi de irticai faaliyetleri nedeniyle
açığa alındı. Listede ismi geçen il emniyet müdür yardımcılarından birisi de
son çıkarılan kararnameyle ‘Polis Okulu’na verildi. Devletin ilgili birimleri
tarafından yapılan çalışmalar sonucu belirlenen listede 87 isim yer aldı. Ancak
aradan geçen süre içinde listeye yeni isimler de eklendi. Böylece Emniyet’te
irticai faaliyetlerle ilgili olarak yer alanların sayısı son düzenlemelerle birlikte
110’a çıktı. Emniyet Genel Müdürlüğü’nün üst düzeydeki bir yetkilisi, ‘Bu
kişiler yakın takip altında. Ancak bizim de bilmediğimiz bazı gelişmeler
yaşanıyor. Listede yer alan bazı müdürler görevden alınırken, birisi de daha
önemli göreve getirildi’ dediler. İsimleri ‘irticai faaliyetlerde bulunduğu
ihbar edilen emniyet genel müdürlüğü personeli’ listesinde yer alan bazı
görevlilerin polis memurluğu sınav komisyonlarında da yer aldıkları dikkati
çekti. Personelin önemli bir kısmının Emniyet’in istihbarat, eğitim
ünitelerinde görevli oldukları belirlendi”
(165). 4.13. FETHULLAHÇILAR
ÖRGÜTLENİYOR
“Emniyet Genel Müdürlüğü bünyesinde olluşturulan İstihbarat
Dairesi’nde içten içe sürdürülen bir örgütlenme 1989’da tamamlanmıştı. Gümüş
yüzük takan, ütülü pantolan giymekten kaçınan bir ekip, o güne dek fazla
önemsenmeyen birimi tümüyle ele geçirmişti. Fethullah Gülen’e yakınlığıyla da
tanınan polislerin arkasındaki siyasi gücün, dönemin İçişleri Bakanlarından
Abdülkadir Aksu olduğu öne sürülüyordu. Ancak İstihbarat Dairesi,
kadrolaşmasını tamamladıktan sonra ‘mobilize’ olarak çalışmaya başladı. Yani
Türkiye’nin her kentine uzanıyor, teknik imkânlarıyla tüm polis örgütünün
üzerinde yer alıyordu. O güne dek önemsenmeyen birim, bir anda ilgi odağı
haline gelmişti. ‘Polisteki Fethullahçılar’ diye adlandırılan grup, bir araya
gelip etkili bir güce dönüşmüştü. İki yıl sonra kurulan DYP-SHP hükûmeti
döneminde İstihbarat Daire Başkanlığı büyük tırpan yemesine karşın, çekirdek
kadro yeni atandıkları yerlerde de birbiriyle bağını sürdürmeyi başardı. Halen Adana Polis Okulu’nda görev yapan
dönemin İstihbarat Dairesi üst düzey yöneticisi, bugün Emniyet’teki tarikatçı
örgütlenmenin de temelini atan kişi olarak biliniyor. Polis’te yaşanan son kavganın temelindeki
nedenlerden biri olarak gösterilen ‘Fethullah Raporu’nun böylesine gürültü
koparmasına, 80’li yılların sonunda başlayan kadrolaşmanın bugünlere kadar
ayakta kalmasının yol açtığı ise polis örgütü için bir sır değil” (166). 4.14.
EMNİYETTE GÜLEN PARMAĞI
“Telekulak operasyonuyla yeniden gündeme gelen ‘Emniyetteki
Fethullah Gülen örgütlenmesi’ 1992 yılında Ankara Emniyet Müdürlüğü ve Emniyet
İstihbarat Daire Başkanlığı’nca hazırlanan iki ayrı fezlekede yer aldı.
Soruşturma çerçevesinde adı geçen 102 kişi arasında Fethullah Gülen’in
yanısıra, Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Özel Kalem Müdürü Yunus
Çetinkaya’nın da yer aldığı öğrenildi. Ankara Emniyet Müdürlüğü’nce hazırlanan
Fethullah Gülen’le ilgili raporun ardından ‘telekulak’ krizinin doğması ve
raporu hazırlayanların görevden alınmasıyla ilgili
98
gelişmeler üzerine, Ankara Emniyet Müdürü Cevdet Saral,
Emniyet Genel Müdürü Necati Bilican’a ‘çok gizli’ ibareli 7 sayfalık bir mektup
gönderdi. Görevden alınmaların haksız olduğunu belirten Saral, ‘zamanlamanın
ise konuya değişik boyutlar
kazandırdığını’ savundu. İstihbarat Daire Başkanlığı’na Gülen grubu hakkında
çalışma başlatılmasıyla ilgili yazı yazıldıktan sonra bazı garipliklerin
gündeme geldiğini belirten Saral, şunları söyledi: ‘Bu yazıyı takip eden
günlerden sonra Ankara İstihbarat Şube Müdürlüğü bilgisayarlarında garip
müdahalelerle karşılaşılmış, ilgili (f) yazıdan sonra müdahaleler, veri
tabanına ulaşma, hatta silmeler şeklinde olmuştur (Ek: 11). İlgi (g) yazı yazıldığı gün de anılan personelimizin
görevden alınması gündeme gelmiştir. İlgi (a) yazı ekinde belirtilen listelerin
incelenmesinden de anlaşılacağı üzere, İstihbarat Daire Başkanlığı Bilgi İşlem
ve hassas birimlerinde görevli bazı personelin hedef olduğu anlaşılmıştır.
Bundan da vahim olanı, 1992 yılında anılan örgüte karşı yürütülen çalışmayla
ilgili (h) evrakta geçen ve DGM’ye sevkedilen şahıslardan birisinin İstihbarat
Daire Başkanlığı Özel Kalem Amiri olarak görevine devam etmesi, nasıl bir
dirençle karşı karşıya bulunulduğunu göstermektedir. Hal böyle iken Fethullah
Gülen ve ‘Işık Tarikatı’ mensuplarına yönelik bir tedbir alınması gerekirken,
bu konuda çalışmayı yürüten sorumluları görevden almanın izahının
yapılabileceğinde zorlanacağımız kanaatindeyim’. Saral’ın ‘Fethullahçıların
emniyetteki gücünü’ belirtmek amacıyla gündeme getirdiği soruşturma, 1992’de
Ankara Emniyet Müdürlüğü tarafından yapıldı. Soruşturma sonunda Emniyet Genel
Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanı Özel Kalem Müdürü Yusuf Çetinkaya ile
Fethullah Gülen’in de aralarında bulunduğu 102 kişi hakkında DGM’ye suç
duyurusunda bulunuldu. Emniyet Müdürlüğü tarafından DGM’ye gönderilen
fezlekede, 1991’de Polis Akademisi öğrencisi Rafet Yılmaz’ın 1991’de son
sınıftayken disiplin puanlarının düşmesi gerekçesiyle okuldan uzaklaştırıldığı,
Yılmaz’ın ise idari mahkemeye başvurarak puanlarının düşmesine dayanılarak
değil, ‘illegal olarak faaliyet gösteren dinci bir gruba katılmaması’ nedeniyle
uzaklaştırıldığını iddia etmesi üzerine soruşturmanın başlatıldığı belirtildi. Emniyet Genel Müdürlüğü Polis Teftiş Kurulu
Başkanlığı, 28.2.1992 günlü yazısıyla gönderdiği fezlekesinde 3713 Sayılı
Terörle Mücadele Yasası’nın 1’nci maddesinde belirtilen ‘Laik Türkiye
Cumhuriyeti’nin varlığını tehlikeye düşürecek eylemlerinden dolayı’ aralarında
Fethullah Gülen’in de bulunduğu 102 kişi hakkında suç duyurusunda bulundu.
Ankara DGM Savcılığı’nın açtığı 1992/256 hazırlık sayılı soruşturması sonucunda
takipsizlik kararı verildi. Kararda şöyle denildi: ‘Polis Akademisi’nde
ekserisi öğretim görevlisi veya emniiyet mensubu olan sanıklara isnat olunan
suç, Atatürk milliyetçiliğini zayıflatacak; Atatürk ilkelerine ters düşecek
görüşleri savunmak suretiyle devletin siyasi ve hukuki temel nizamlarını dini
esas ve inançlara uydurma çalışmalarıdır. Kişilerin dinsel amaç ve yasal
sınırlar içinde kalmak kaydı ile istedikleri faaliyette bulunmaları yasaların
teminatı altındadır. Buna karşın yapılan çalışmalar devletin temel düzenini
değiştirip mevcut sistemi dini esasa uydurmak amacına yönelik olursa, laikliğe
aykırı olarak devletin içtimai veya iktisadi veya siyasi, hukuki temel
nizamlarını kısmen de olsa dini esas ve inançlara uydurmak amacıyla cemiyet
tesisi teşkili suçu, TCK’nın 163. maddesinde hükme bağlanmış iken, bu madde
3713 Sayılı Kanun’un 23. maddesiyle yürürlükten kaldırılmış bulunmaktadır. Bu
nedenle ortada suç yoktur’. Savcılık, ‘yukarıda açıklanan sebepler tahtında
sanıklar hakkında atılı laikliğe aykırı olarak devletin sosyal veya ekonomik
veya siyasi, hukuki temel düzenini kısmen de olsa dini esas ve inançlara
uydurmak amacıyla çalışmalarda bulunmak suçundan’ sanıklar hakkında 14.10.1992
tarihinde takipsizlik kararı verdi. Bu
karardan yaklaşık 6 yıl sonra Ankara DGM Savcılığı’nın aynı konuyla ilgili
ikinci bir takipsizlik kararı gündeme geldi. İçişleri Bakanlığı Emniyet Genel
Müdürlüğü ‘Fethullah Hoca’nın Talebeleri’ adlı örgütle ilgili 28.09.1992
tarihli bir yazı daha gönderilmesi üzerine yeniden ikinci bir soruşturma
açıldı. Emniyet Genel Müdür Yardımcısı Ali Kalkan imzalı yazı eki fezlekede,
‘Örgütün tüm yurt sathında çeşitli görünümler altında kurulu bulunan vakıf ve
evlerde ailelerinin izni ile yetiştirilen zeki, çalışkan öğrencilerin meslek
okullarına yerleştirilme planında polis kolejlerinin de payını aldığı’
belirtildi. Fezlekede, ‘Polis
kolejlerine geldiklerinde hiyerarşik sıra içinde sınıf, dönem ve okul imamları
ve kadrolarının denetiminde görüşleri doğrultusunda eğitilmektedirler.
Cumartesi ve
99
Pazar günleri öğrenciler, sınıf imamlarının belirlediği
adreslerde 5-6 saatlik bir eğitim çalışmasına katılmaktadırlar’ denildi.
Fezlekede adı geçen kişilerin 3713 Sayılı Terörle Mücadele Yasası’nın 1.
maddesinde yer alan ‘Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda belirtilen cumhuriyetin
niteliklerini, siyasi, hukuki, sosyal, laik, ekonomik düzeni değiştirmek, Türk
devletinin ve cumhuriyetinin varlığını tehlikeye düşürmek’ suçunu işlediği
vurgulandı. Fezlekede ayrıca bu kişilerin ‘görevlerini yerine getirirken siyasi
düşünce, felsefi inanç, din ve mezhep ayrımı yapmak, emniyet mensupları
arasında bu yolla ayrım yapıcı davranışlarda bulunmak’ suçunu da işledikleri
bildirildi. Fezlekede, Polis Akademisi öğretim görevlileri Prof.Dr. Ali Şafak,
Doç.Dr. İsmail Yılmaz Toprak, Doç.Dr. Remzi Fındıklı, Yard.Doç.Dr. Ahmet
Karaaslan, Yard.Doç.Dr. Ahmet Eyicil, okutmanlar Rıfkı Yılmaz, E. İbrahim
Oktan, Bilal Coşkun, Emniyet Amiri Adem Türer ile aralarında Yunus
Çetinkaya’nın da bulunduğu emniyet teşkilatının çeşitli kademelerinde yer alan
90 polis memuru ve Başbakanlık görevlisi Cihan Yamakoğlu, Atatürk Anadolu
Lisesi din dersi öğretmeni Kemmalettin Özdemir ile Fethullah Gülen isimleri yer
aldı. Yazıda öğrencilerin bağlantılı oldukları kişiler ve gittikleri adresler
de tek tek belirtildi. Bu yazıdaki suçla
ilgili karar ise 6 yıl sonra verildi. 20 Mart 1998 tarihinde DGM tarafından
verilen takipsizlik kararında şöyle denildi: ‘Sanıklara isnat olunan suçun
Atatürk milliyetçiliğini zayıflatacak, Atatürk ilkelerine ters düşecek
görüşleri savunmak suretiyle devletin siyasi ve hukuki temel nizamlarını dini
esas ve inançlara uydurmak olduğu, laikliğe aykırı olarak devletin içtimai veya
iktisadi veya siyasi, hukuki temel nizamlarını kısmen de olsa dini inanç ve
esaslara uydurmak amacıyla cemiyet tesisi teşkili suçunun TCK’nın 163.
maddesinde düzenlenmiş olduğu, bu maddenin 3713 sayılı Kanun’un 23. maddesiyle
yürürlükten kaldırılmış bulunduğu gerekçesi ile Başsavcılığımızın 14.10.1992
gün ve 1992/256 esas, 1992/137 karar sayılı takipsizlik kararı verildiği,
Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanlığı’nın sanıklarla ilgili
Emniyet Genel Müdürlüğü Teftiş Kurulu Başkanlığı’nca soruşturma yapılmadan önce
Teftiş Kurulu Başkanlığı’na hitaben
yazdığı 10 Mart 1992 günlü ve 1992/79 sayılı yazıları üzerine, sanıklar
hakkında şeriat düzeni getirmeyi amaçlayan ‘illegal Fethullah Hoca’nın Talebeleri’
adlı örgüt kurmak ve bu örgüte üye olmak suçlarından yeniden inceleme ve
soruşturma açıldığı; bugüne kadar yapılan araştırmalardan 3713 sayılı Kanun’un
1. maddesinde taraf edildiği şekilde şeriat düzenini getirmeyi
amaçlayan’illegal Fethullah Hoca’nın Talebeleri’ adını taşıyan bir örgütün
varlığına ve sanıkların böyle bir örgüt kurdukları ve bu örgüte üye olduklarına
dair ve sanıklar hakkında kamu davasının açılmasını haklı gösterecek delil
bulunmadığından ... kamu adına takipsizlik verilmesine...” (167). 4.15. EMNİYETTE ÇİFTE SKANDAL
“Yıllardır Emniyet’te gizli bir örgütlenme yürüten Fethullah
Hoca ile ilgili kim çalışma yapıyorsa yanıyor. Son çalışmayı yürüten gruba,
telekulak damgası vurulurken, İstihbarat Dairesi içinde bu
çalışmayı yürüten Başkan Yardımcısı’na
da kaset sızdırdığı suçlaması yapıldı. Star, iki dosyayı da açıyor.
Emniyet’in hazırladığı ‘Fethullah Hoca Raporu’nu gün ışığına çıkaran ve
kamuoyunda ‘Fethullah Gülen tartışmasını’ başlatan Star’a Fethullahçı kesimden
tepkiler yağıyor. Emniyet içinde büyük bir güç odağı haline gelen Fethullahçı
grupların, daha önce hazırlanan ‘Fethullahçı Emniyet Mensupları Listesi’ni
‘Yok’ ettikleri ortaya çıktı.
Fethullahçılarla ilgili çalışma yürüten personelin ise atılan
‘İftiralar’ sonucu birer birer pasif görevlere çekilmesi dikkat çekti. Ankara
Emniyeti’nde Fethullahçı gruplarla ilgili çalışmayı yürütenler ‘telefonları
dinliyor’ gerekçesiyle açığa alınırken, aynı konuda çalışma yürüten
Başkomiserlerden Mehmet Çorum Sinop’a, Aydın Ergül Ardahan’a, Aydın Batu
Giresun’a, Mehmet Aslan Osmaniye’ye geçici görevli gönderildi. Fethullahçı
kadrolaşma konusunda çalışma yapan personelden sorumlu İstihbarat Dairesi
Başkan Yardımcısı Adem Demir ise, Türkbank’ın satışıyla ilgili olarak işadamı
Korkmaz Yiğit ile Baba Alaattin Çakıcı arasındaki telefon konuşmaları kasetini
CHP’li Fikri Sağlar’a sızdırdığı bilgisinin dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz’a
bildirilmesi üzerinene bu görevden alındı.
100
Demir, Star’a ‘hiçbir ilgim
olmamasına rağmen kaset olayı benim üzerime yıkıldı. Ne zaman ‘bu
sümüklü hocanın peşinden gidiyorsunuz?’ sözü ağzımdan çıktı, ondan sonra
olanlar oldu, dedi. Emniyet içinde ‘Fethullahçı kadrolaşma’ ile ilgili olarak
1992 yılında başlatılan soruşturma kapsamında, Emniyet içindeki ‘Fethullahçı kadro’larla
ilgili olarak hazırlanan listenin kayıp olduğu ortaya çıktı. Ankara Emniyet
Müdürlüğü’nün çalışması sırasında aranan liste, ne Ankara Emniyeti’nde ne de
İstihbarat Dairesi’nde bulunabildi. Uzun süren bir çalışma sonucu hazırlanan
listenin izine Ankara DGM’de rastlanıldı. Arşivden çıkarılan dosya
güncelleştirildi. Üst makamlara sunulan
dosyada, İstihbarat Dairesi tarafından ‘incelenmesi’ için Ankara Emniyeti’ne
gönderilenler üzerinde yapılan çalışma ile 1992 yılındaki listenin de
bulunduğu, ayrıca üzerinde çalışma yapılanlarla ilgili de ‘önbilgi’ verildiği
öğrenildi. Fethullahçılarla ilgili 1992
yılında soruşturmayı yürüten Polis Başmüfettişleri Dr. Nihat Dündar ile
İzzet Sezgin Şenel’i yıldırmak için de soruşturma aşamasında ciddi komplolara
girişildiği ortaya çıktı. Müfettişlerin soruşturma raporunu ‘yanlı’
hazırladıkları gerekçesiyle haklarında Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç
duyurusunda bulunulduğu, daha sonra soruşturmayı yapan müfettişlerle ilgili
soruşturma açıldığı ve bu soruşturma sonucu iki müfettişin ‘tarafsız’ bir
biçimde dosyayı hazırladıkları yolunda rapor düzenlendi. Emniyet arşivinde
bulunamayan listede yer alanların bir kısmının halen etkili görevlerde
bulunduğu bildirildi. Bunlar arasında Prof.Dr. Ali Şafak’ın Refahyol Hükûmeti
döneminde Kültür Bakanlığı Müsteşar Yardımcılığı görevine getirildiği
bildirildi. Listede yer alan Salih Tuzcu’nun halen Şanlıurfa Emniyet Müdürü,
Adem Türer’in Yozgat Emniyet Müdür Yardımcılığı, Mustafa Bağrıaçık’ın Fransa’da
emniyet irtibat görevlisi olduğu, Maksut Kartal’ın Terör Şubesi’nde grup amiri,
Mustafa Çil’in AsayişŞubesi’nde, Yunus Çetinkaya’nın ise İstihbarat Dairesi’nde
özel kalemde görevli olduğu öğrenildi.
Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün İstihbarat Dairesi’ne gönderdiği yazıda
Fethullahçı 6 kişinin kilit görevlerde bulunduğuna dikkat çekildiği bildirildi.
Ünlü istihbaratçılardan Adem Demir de Fethullahçı grubun komplolarının kurbanı
oldu.... İstihbarat Dairesi’ndeki Fethullahçı gruplarla ilgili çalışma yaptığı
bir dönemde, ‘kaset sızdırılması’ ile ilgili olarak görevinden alınan Adem
Demir’in, görevinden niçin alındığına ilişkin yazısının gerekçesinde ise bu
belirtilmedi.... Demir’in uzaklaştırılmasıyla 20 bin personeli bulunan
İstihbarat Dairesi içindeki Fethullahçı gruplara yönelik çalışma da yarım
kaldı” (168). 4.16. CEMAATLER EMNİYETİ KUŞATTI
“İstihbarat birimlerince hazırlanarak Başbakanlık Takip
Kurulu’na (BTK) gönderilen raporlarda irticai faaliyetlerin polisten gördüğü
destek sıralandı. İrtica yanlılarının hemen hemen tüm illerde örgütlendiği
belirtilirken, Atatürkçü kadroların baskı altına alınarak sindirilmek istendiği
örneklerle anlatıldı. FP Milletvekili Abdülkadir Aksu’nun İçişleri Bakanlığı
döneminde yerleştirilen kadroların da köktendincileri korumaya yönelik
çalışmaları raporda kaydedildi. BTK’ye gönderilen raporlarda ülke genelinde
irticai faaliyetlere yer verildi. BTK’ye gelen bilgiler, Uygulamayı Takip ve
Koordinasyon Kurulu (UTKK) aracılığıyla
ilgili bakanlıklara gönderildi ve yapılan işlemler hakkında bilgi istendi. İstihbarat
kaynaklarının 1997 ve 1998 yıllarındaki saptamalarına göre örnek gösterilen
ilginç olaylar şöyle: Ankara: Polis Akademisi’ne Abdülkadir Aksu’nun İçişleri
Bakanı olduğu 1987-1988 yılları arasında yerleştirilen 42 öğretim üyesinin
tamamının burslu olarak İngiltere’de master ve doktora programlarına
gönderildiği, bunların yaklaşık 30’unun İngiltere’de kalış sürelerini 1-3 yıl
uzatmayı başarmalarına rağmen eğitim programlarını tamamlayamadıkları, YÖK
sisteminde süresi içinde programı tamamlayamayanların kurum ile ilişkisi
kesilmesine rağmen bu şahısların ömür boyu aynı kadroda kalacak şekilde ataması
yapıldığı öğrenilmiştir. Bu şahısların yasalara uygun olarak üç yıl süreli
sözleşmeli personel statüsüne alınmasına karar verilmiş olmakla
birlikte, bu husus kendilerine, anlaşılamayan nedenlerle hâlâ tebliğ
edilmemiştir. Sözkonusu kişilerin arasında Kayseri Belediye BaşkanıŞükrü
Karatepe’yi aklayan Prof.Dr. Ali Şafak, Yard.Doç.Dr. Vahit Bıçak ve öğretim
üyesi Mesut Bedri Eryılmaz da vardır.
101
Manisa: Emniyet Müdürü K.İ., Fethullah Gülen taraftarlarınca
düzenlenen toplantılara katılmaktadır. İl Emniyet Müdürlüğü’nde Şube
Müdürü A.T.’nin, bu görevinde Fethullah
Gülen’in propagandasını yapmak maksadıyla bir kısım polisleri haftanın belirli
günlerinde topladığı, İlim Yayma Vakfı’na destek sağladığı, adı geçen müdürün
son atamalarda terfi ettirilerek emniyet müdür yardımcılığına getirildiği
bilgisi alınmıştır” (169). 4.17. FETHULLAHÇILIK DEVLET ELİYLE DEVLETİN
GÖZÜNDEN
KAÇIRILIYOR
“Telekulak skandalı nedeniyle Ankara Emniyet Müdürlüğü
görevinden açığa alınarak hakkında dava açılan Cevdet Saral, hedef olmalarının
gerekçesini, ‘Fethullahçıları devlet eliyle koruma amacı’ olarak açıkladı.
Fethullahçıların ‘normal bir dinsel cemaat görünümüne sokulmak ve irticaya
karşı laiklik taraftarı gibi’ gösterilmek istendiğine işaret eden Saral, Gülen
grubunun örgütlenmesinin yatay ve dikey şekilde olduğu, yapılanmanın ‘açık
faaliyet’ ancak ‘hedefin gizlilik’ taşıdığı sonucuna varıldığını bildirdi. ...
Saral, eski İstihbarat Daire Başkanı Sabri Uzun’un, 1992 yılında Fethullahçı
oldukları gerekçesiyle soruşturulan bazı personelin istihbarat kadrosuna alınma
nedenlerini ‘takipsizlik’ kararına dayandırdığını belirterek şöyle dedi: ‘Bu
anlayış sahibine, acaba Dev-Yol, Dev-Sol, PKK, Hizbullah, İBDA-C gibi
organizasyonlarda soruşturmaya muhatap olmuş, ancak sonuçta beraat veya
takipsizlik kararı almış personel için de geçerli midir, geçerli ise istihbarat
kadrolarında böyle görevliler de bulunmakta mıdır, diye sormak gerekir’. Saral,
kendilerine suç atılması konusunda ise, Fethullahçılık uğruna istihbarat
sisteminin deşifre edildiğini savunarak şöyle konuştu: ‘1993 yılından bu yana
tehdit niteliğinden çıkarılarak normal bir dinsel cemaat görünümüne sokulan ve irticaya karşı laiklik taraftarı gibi
gösterilerek devlet eliyle devletin gözünden kaçırılmış bir olguyu, ‘nasıl olur
da siz tekrar tehdit ve tehlike haline dönüştürürsünüz’ şeklindeki bir
anlayışın sonucu, ‘bu çalışmayı yapan kişiler imha olur’ tehdidini de içeren
satanist bir yaklaşım, devletin en önemli bilgi derleme kaynağını deşifre
etmenin ne yazık ki vesilesi olmuştur’. ‘Cumhuriyet düşmanı Fethullahçılık
yanlılarını devlet eliyle korumak adına hedef yapıldıklarını ve bunu kamuoyuna
anlatamadıklarını vurgulayan Saral, ‘Kin ve garez duyguları ile Cumhuriyete
yönelik en sinsi ve karanlık emelli, masum maskeli, meş’um (uğursuz) karaktere
kurban edilmek istendiğimiz açıkça anlaşılmıştır’ görüşünü dile getirdi.
Telekulak davasında Saral ile birlikte yargılanan yardımcısı Osman Ak da
savunmasında, dinleme iddiasının 1 Ocak 1997-6 Haziran 1999 tarihlerini
içerdiğini belirterek, kendisinin 26 Eylül 1997’de, Zafer Aktaş’ın kendisinden
bir ay sonra, Ersan Dalman’ın Nisan 1998’de bu görevlere atandığını bildirdi.
Ak, kendilerinden önce görev yapan eski istihbarattan sorumlu Müdür Yardımcısı
Mehmet Gümüş, İstihbarat Daire Başkanı Ömer Yılmaz, Şube Müdürvekili Sadettin
İzkan ve o dönemde Ankara Emniyet Müdürü olan Mehmet Cebe’ye hiçbir suçlama
yöneltilmediğini kaydetti. Eski Ankara İstihbarat Şube Müdür Yardımcısı Zafer
Aktaş, müfettiş raporlarında, bilgisayar çıktılarında ilk dinleme tarihinin
30.12.1899 ve son dinleme tarihinin 30.12.1889 olarak geçtiğini belirterek, ‘O
tarihlerde ne Ankara Emniyet Müdürlüğü vardı, ne de biz vardık. Bu hata ise ve
bilgisayardan kaynaklandığı iddia edilecekse, BİLGİSAYAR TEKNOLOJİSİ GEREĞİ
TARİH YAZIMI OTOMATİK OLDUĞUNDAN MÜMKÜN DEĞİLDİR’ dedi” (170).
4.18. SAVAŞ BALTALARI
“... Osman Ak ve arkadaşlarına, Emniyet içinde Fethullah
Gülen grubu ile ilişkili olan personelin belirlenmesi görevi verildi. Bu konuda
çok ayrıntılı rapor hazırlandı. Fethullah Gülen ile ilgili suç duyurusu 21
Nisan’da Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi (DGM) Cumhuriyet Başsavcılığı’na
yapıldı. Bazı suçların affını öngören tasarı 18 Nisandan önce işlenmiş suçları
kapsamasına rağmen, bu daha sonra 23 Nisan’a uzatıldı. Yani Fethullah Hoca
peşinen yırttı. Ankara Emniyet Müdürü Cevdet Saral, yardımcısı Osman Ak ve
gizli çalışmayı yürüten diğer görevliler 8 Haziranda görevden alındı. Rastlantıya
bakın, Fethullah Gülen’e devlet tarafından verilen koruma görevlisi
Başkomiserin Amerika’daki görev süresi de 12 Haziran’da bir ay uzatıldı.
Bakıyorsunuz bir yandan Fethullah Gülen grubu ile ilgili çok gizli çalışmalar
102
yürütülüyor, araştırmalar yapılıyor, bir yandan da devletin
Amerika’da bile Fethullah Gülen’i koruduğu ortaya çıkıyor. Ankara Emniyet
Müdürü Cevdet Saral ve ekibini ‘yok etmek’ için ciddi bir planın uygulamaya
konulduğu ortaya çıkıyor. Emniyet örgütüne de açık açık ‘Fethullah Hoca’ya
uzanan eller kırılır’ mesajı veriliyor olsa gerek” (171). 4.19. VALİYE ÇİRKİN TUZAK
“Vali Çakır, Emniyet Müdürü’ne sordu: ‘Sayın Abanoz, bu
memurların (3055 emniyet mensubu-N.H.)
yerine bir gecede adam nasıl bulacaksınız?’ Abanoz yanıtladı: ‘Genç
fidan gibi çocuklar bulduk. Hepsi göreve hazır, bekliyorlar’. Bu fidanlardan
neden sadece Abanoz’un haberi oluyor da devletin diğer makamları habersiz?
Bunlar hangi fidanlıkta serpilmiş, hangi dönemlerde polis okullarından mezun
olmuşlar? Sakın bunların arasına Fethullah’ın coplarından karışan olmasın? Vali
Çakır bu operasyonu durdurdu. Şimdi bu karşı koyuşunun bedelini ödüyor. Emniyet
Müdürü ile İçişleri Bakanlığı bu karşı çıkışı nedeniyle Erol Çakır’ın
valilikten alınmasını istiyor. Bu konuda İçişleri Bakanlığı müfettişleri
soruşturma üstüne soruşturma yapıyorlar. Vali gitsin bu operasyon gerçekleşsin
diye. Peki ama bu kadro operasyonuyla gelecek olan kişiler kim olabilir?
Emniyet içinde Fethullah Gülen’in kadro harekatını bilmeyen kaldı mı? Ben araştırınca
gördüm ki, Fethullah Gülen ve adamları emniyette özellikle üst düzey
yöneticiler ile telefon dinlemede etkili olan istihbarat birimlerini ele
geçirmek için inanılmaz bir çabanın içindeler. Ankara’da ve stanbul’da bu çaba
öylesine güçlü ki Fethullahçİ ılar etkiledikleri bazı işadamları ve Nakşibendi
tarikatının önde gelenleri ile kafa kafaya vermişler, İstanbul’daki operasyonun
gerçekleşmesi için çabalıyorlar. Çünkü İstanbul’u ele geçiren Türkiye’de
istediğini yapabilir diye düşünüyorlar. Acaba bu büyük operasyonda Fethullah
parmağı, Nakşi arzusu, işadamı tutkusu var mı? Şu bulmaca gibi konuşan İçişleri
Bakanımız dile gelse de anlatsa bütün bu olayları bir aydınlansak, bu işlerin
içinde ne var? Bu tayin ne anlama geliyor? Biliyorsunuz SadettinTantan, Fethullah
Gülen’i sıkı takibe almak için Türkiye’den kaçtıktan sonra Amerika’dayken
yanına laik Türkiye Cumhuriyeti’nin polisini koruma olarak verdi! Sonra iş
ayyuka çıkınca o korumayı getirip İstanbul’da yakın arkadaşı bir işadamına bir
süre koruma olarak tahsis etti. Şimdi nerededir o ünlü koruma polisi bilmem. Bu
işlerin son ayağı emniyet teşkilatı ile ilgili yeni yasa görüşmeleri sırasında
ortaya çıktı. ... Sadettin Tantan bu işle ilgili olarak istifa tehdidinde bile
bulundu. Ama sökmedi. Yakın dostu Hüsamettin Özkan devreye girip Tantan’ı ikna
etti. Tantan bu ek maddeye milletvekillerinden imza isterken, liderlerin izni
varmış gibi davranmış. Oysa liderlerin bu durumdan haberi olmadığı haberi
çıktı. Peki ama bunca kavga neden? Hukuk neden bir kenara bırakılıyor?
Telefonlar dinleniyor, internet izleniyor, daha ne yapacaklar? Ülkeyi, polisi,
valilik müessesesini ele geçirmek amaçlı bu atakların arkasında kim var?” (172). 4.20.
VALİ’NİN GAZABI
“İstanbul Valisi Erol Çakır, Kazım Abanoz’un emniyet müdürü olduğu
dönemde, İstihbarat Şube Müdürlüğü tarafından bazı telefonların dinlendiği
iddiaları üzerine soruşturma başlatılmasını istedi. Dönemin İçişleri Bakanı
Sadettin Tantan’a da iletilen bu olay, kadrolar değişinceye kadar hiç gündeme
gelmedi. Ancak, İçişleri Bakanlığı’na Rüştü Kazım Yücelen’in getirilmesi ve
Kazım Abanoz’un istifası sonrasında Hasan Özdemir’in yeniden İstanbul Emniyet
Müdürü olmasıyla birlikte, ikinci ‘telekulak’ skandalı olarak nitelenen olayın
dosyası bir kez daha açıldı. Vali Erol Çakır, atama ve görev yeri değişikliği
yetkilerini devrettiği Müdür Hasan Özdemir’e, ‘yasadışı telefon dinleyenlerle
ilgili soruşturma tamamlansın’ talimatını verdi. Valinin emriyle harekete geçen
İstanbul Emniyet Müdürü Hasan Özdemir, İçişleri Bakanlığı’ndan 2 müfettiş
çağırdı ve soruşturma başlattı. Müfettişler, İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün tüm
şube ve birimleri üzerinde yürüttükleri incelemeler sonucunda telefonları,
İstanbul İstihbarat Şube Müdürlüğü’nde oluşturulan ve Müdür Sami Uslu
tarafından yönlendirildiği ileri sürülen
14 kişilik ekibin dinlediğini, dökümlerin tamamının bu şubedeki bilgisayarlarda
olduğunu belirledi. Ankara DGM’ye verilen ‘Fethullahçılar’ listesinde
isimlerinin bulunduğu öne sürülen bu ekibin, izin almadan ‘bizzat’ yaptığı
takip ve dinlemelerin dışında, başka emniyet birimlerine de yasadışı takip,
izleme ve işlem yapma talimatı
103
gönderdiği anlaşıldı. Telefonları dinlenen kişiler arasında
emniyet müdür yardımcılarının, şube müdürlerinin ve emniyet teşkilatından
birçok kişinin bulunduğu; bazı ünlü işadamları hakkında da izleme yapma ve
bilgi toplama istemiyle hazırlanmış bilgi formları olduğu ortaya çıktı” (173).
SONSÖZ
Yukarıda rastgele seçilmiş haber ve yazı örnekleri, normal
bir hukuk devletinde Cumhuriyet Savcıları için başlıbaşına “suç duyurusu”
niteliği taşımaktadır. Ülkemizde ise, gerek bu haber ve yazılar, gerekse
devletin ilgili birimlerince hazırlanan resmi raporlar ve soruşturma evrakları
çerçevesinde konuya bakıldığında,
Cumhuriyet ve Basın Savcılarının, Emniyet Genel Müdürlüğü ve M.İ.T.’nın,
Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun, Yükseköğretim Kurulu’nun ve
Üniversitelerin, T.B.M.M. ve de tüm
organlarıyla Hükûmet’in, üzerlerine
düşen görevin sorumluluklarını gereğince yerine getirmedikleri gözlemlenmektedir.
Bu yüzden, devlet güvenliğinin zaafa uğraması pahasına, basit çıkar hesaplarına
ya da makamından olma-düşman kazanma
korkusuna dayalı ilgisizlik,
sorumsuzluk, vurdumduymazlık,
fırsatçılık, yandaşlık ve işbirlikçilik gibi tüm olumsuzlukların oluşturduğu
bataklık zemin, devletin stratejik kurum ve kuruluşları içindeki fethullahçı
fidanların (!) adeta ormana dönüşmesine yolaçmıştır. Elinizdeki bu çalışmayı
sürdürdüğüm son bir yılı aşkın süre içinde karşılaştığım sıradışı olaylar,
duyumlar, saptadığım hususlar, fethullahçı tehlikenin sadece Emniyet içindeki
boyutunu bile ortaya çıkarmakta ne denli
geciktiğimin işaretleri olarak değerlendirilebilinir: · Bu çalışmamda yardımcı
olan yurtsever emniyet mensuplarına ayrı ayrı tesekkür ediyorum. Keza, eskiden
cemaatle ilişkisi olup da, bir şekilde
yolunu ayıran ve bilgi-belge yardımını gönüllü olarak yapan emniyet
mensuplarını da saygı ile anıyorum. Bu arada, “pişman” görüntüsü altında,
“İmamlar Klasörü”ndeki belgeleri getiren ve gerçek kimliğini ortaya koymaktan,
yüzyüze konuşmaktan kaçınan ajan provokatörlerin, kullandıkları telefon
numaralarından, genellikle İstanbul- Üsküdar’dan K. Holding üzerinden gönderildiklerini de saptadım.
Hocaefendilerinin A.B.D.’ne kaçmasından sonra cemaatin ekonomik, eğitsel,
örgütsel, istihbari anlamda yönetimini elde tutan, hocaefendinin (!) ilk
öğrencilerinden M.Ö. gibi vekillerin,
mevcut statükodan akılalmaz avantajlar sağladığını; hayatlarında
görmeyecekleri kadar maddi-manevi güç elde ettiklerini; özel istihbarat örgütünün
servis hizmetini, kimi siyasal partilerin liderlerine, özellikle de Türkiye’de
şaibeli her ihaleye, doğalgaza, ülkenin koşulsuz AB’ye pazarlanmasına, Alman
devletinin “iş takipçiliğine” adları karışan biraderlere sunduklarını;
hocefendinin (!) körükörüne savunuculuğunu yapan Başbakan Bülent Ecevit’in,
yeni oluşumlar yoluyla arkadan vurulmasına, büyük bir vefasızlıkla çanak
tuttuklarını ve bunu klasik şark kurnazlığıyla, “yüksek politika” olarak
cemaate aktardıklarını, yakından öğrenme fırsatı buldum. Türkiye’deki cemaati yönetip
yönlendirenlerin, Fethullah Gülen’in Türkiye’ye dönmesinden, büyük zarar
görecek olmaları nedeniyle, cemaate -sınırlı zarar verme riskini göze alarak-
“hasım”ların geri dönmeyi önleyecek çalışmalarına elaltından, her türlü lojistik destek vermeye
hazır olduklarını gözlemledim. Fethullahçılar arasında, hocaefendinin (!)
nasılsa bir daha Türkiye’ye dönemez varsayımından hareketle başlatılan varislik çekişmesinde, dolayısıyla
sessiz post kavgasında, hocaefendinin
(!) söylemlerinin, yazdıklarının ya da Risale-i Nur içeriklerinin değil,
herhangi bir örgütte görülebilecek her türlü ihtirasın, ihanetin, kandırmanın,
sömürmenin ve adam harcamanın burada da geçerli olduğunu; mistizmin yerini
çoktan vahşi kapitalizmin katı kurallarına terkettiğini keyifle izledim. M.Ö.
ve yardımcıları, düzenlerini sadece ekonomik gelir üzerine tesis etmişler.
Diğer müritler de bu halleriyle bir saadet zincirinin halkalarını
oluşturmuşlar. Bu durumdan hoşnut olmayan, hocaefendinin (!) bir an önce Türkiye’ye
getirilmesinin sağlanması için radikal mücadele başlatılmasından yana olanlar
da var, ki bunların esas ağırlığını fethullahçı istihbaratçılar oluşturuyor. Bu
grubun mücadelede silaha ve teröre bulaşma ya da taşeron kullanma riski her
zaman için sözkonusu. Bunların yapacakları bir hata, verecekleri bir açık,
zaten takiyye ile idare edilen cemaatin sonu olacak ve saadet zinciri
kendiliğinden parçalanacaktır. Paranın
girdiği yerden idealin, hem de uğruna can verilecek idealin gittiği varsayımı
dikkate alındığında, Cumhuriyetimizin gelmiş geçmiş en tehlikeli şeriatçı
yapılanmasının dağıtılmasının hiç de zor olmadığına kanaat getirdim. Yeter ki,
siyasal erk bunu samimiyetle istesin, geçmişte olduğu gibi istiyor
görünmesin...
104
· Bu çalışmayı sürdürürken, telefonlarımın dinlendiğini,
bilgisayarıma girilerek e-postalarımın ve dosyalarımın kopyalandığını ve
izlendiğime bir kere daha emin oldum. Bu nedenle, önlem olarak, internet
bağlantısı olmayan ikinci bir bilgisayar edindim ve kullandım. Bu arada,
telefon, e-posta ya da posta kutusuna not yoluyla gerçekleştirilen tehditlerin
sayısında da bir önceki yıla göre önemli artış gözlemledim. Tehditlerle ilgili
olarak Valilik’ten “koruma” isteminde bulunmayı ise anlaşılır nedenlerden dolayı
hiç düşünmedim. Dikkat çekici olan bir başka husus, Fethullahçı istihbaratçıların telefon dinleme
yoluyla elde ettikleri ses kayıtlarını analiz-ayıklama eğitimi almadıkları ya
da “yemlenme” riskini dikkate almadan aceleci davrandıkları, verdikleri anlık
tepkilerden ortaya çıktı. Bu süreçte, benim de tedbirsizlikten kaynaklanan
kayda değer bazı kişisel hatalarım da
sözkonusu oldu: Telefonda karşılıklı bilgi ve belge alışverişi taahhüdünde
bulunarak randevulaştığım bir kişiye,
buluşma yerini ve saatini bu görüşme sırasında alenen söyleme hatasında
bulundum. Randevu öncesinde, Fakültenin otoparkına bıraktığım otomobilimin
alarmının çalışmadığını farkettim. Otomobili
kontrol ettiğimde, bagajda duran iki deri çanta ile maddi değer ifade
eden alışveriş çantalarına dokunulmaksızın, içinde araştırma ile ilgili
belgeler, ses ve görüntü kasetleri ile CD’lerin bulunduğu alelade iki plastik
poşetin gaspedildiğini farkettim. Devlet
içine sızmış “köstebek”leri araştıran bir akademisyen olarak, semt karakoluna
ya da Hırsızlık Bürosu’na başvurmanın ne anlama geldiğini ve geleceğini en iyi
algılayan dikkatli bir yurttaş olarak, “Fethullah’ın Copları” kitabının yazarı,
gazeteci Zübeyir Kındıra’nın yaptığını yapmadım, akıbetini paylaşmadım. Onun
otomobilinin -kitabının hazırlık evresinde- soyulması üzerinden geçen yıllar zarfında, faillerin
yakalanamamış olmasına da zaten hiç şaşırmamıştım... · İnanıyorum ki, Devletin istihbarat
birimlerine sızmış, kadrolaşmış fethullahçı unsurların temizlenmesi, kesinlikle
zor değildir. Bunun için önce, Ulusal Güvenlik Konseptinde değişiklik yapılması
ve dış istihbarat servisleriyle
ilişkileri çerçevesinde, fethullahçıların kontr-espiyonaj kapsamına dahil
edilmesi gerekmektedir. Ardından da, siyasal erkin tam desteğini arkasına alan
bir planlı istihbarat operasyonu gerçekleştirmek yeterlidir. Burada önemli
olan, bu planlı istihbarat operasyonunu hangi kadroların yürüteceğidir? Bugüne
kadar Emniyet, MİT gibi kurumlarda, fethullahçı kadrolaşmayı sadece
seyredenlerle ya da mücadele ediyor gibi görünenlerle bu operasyonun
gerçekleştirilemeyeceği ortadadır. Korkaklarla, kişiliksizlerle, Cumhuriyet’in
değerlerine sahip olmayanlarla, hukuka saygılı devlet militanlığına
soyunmayanlarla, kaçak güreşenlerle, rüşvetçilerle ve komisyoncularla, Atatürk
ilke ve devrimlerine ölümüne bağlılığını önceden kanıtlamayanlarla, halk
deyimiyle “biraderlerin kuklalığını” yapanlarla, iç ve dış tehdit odakları
hakkında örgütsel alt yapısı bulunmayanlarla
sözkonusu planlı istihbarat operasyonu yürütülemez. Yürütülse de amacına
ulaşamaz. Gazeteci Saygı Öztürk’ün dediği gibi: “Fethullah Gülen grubuyla
ilgili operasyonu bu saatten sonra emniyet
camiasında kolay kolay kimse yapamaz. Çünkü kimin eli dokunuyorsa
yanıyor. Bu konuda çalışma yapan grup tasfiye edildi. Bu hem Ankara Emniyet
Müdürlüğü, hem de genel müdürlük bünyesinde yaşandı. Bu olayın iki boyutu var.
Ya derinlemesine soruşturmak ya da soruşturmayarak ört-bas etmek olacaktır.
Eğer derinlemesine bir soruşturma yaptırılmak isteniyorsa, dağıtılan ekip
takviye edilerek yeniden göreve getirilmeli ve soruşturma kaldığı yerden devam
ettirilmeli”. En akıllıca yol, bu
operasyonu, fethullahçılardan doğrudan zarar gören ama pes etmeyerek
mücadelesini yürüten Cevdet Saral, Osman Ak gibi Emniyet Müdürlerinin
sorumluluk ve yönetiminde takviye edilmiş bir ekiple başlatmak ve sonuna kadar
götürmektir. Başka yolu yok!.. · Türkiye Cumhuriyeti’nin iç ve dış
güvenliğinden birinci derecede sorumlu olan Türk Silahlı Kuvvetleri, iç
güvenlikle ilgili olarak -Jandarma Genel Komutanlığı dışında- operasyonel bir
güce maalesef sahip bulunmamaktadır. Ne zaman Cumhurbaşkanlığı ve MİT
Müsteşarlığı, sivillere geçmiştir, iç güvenliğimizdeki zaaflar da bu dönemlerde
ortaya çıkmıştır. Cumhurbaşkanı’nın ve
MİT Müsteşarı’nın teamüllere uygun olarak mutlaka asker kökenli olmasının,
demokratikleşmeye hiçbir engeli bulunmamaktadır. T.S.K. içinden yabancı
ülkelerin “etki ajanı” devşirmesi kolay değildir; bu durum, ulusal
güvenliğimizin güvencesini oluşturmaktadır. Türkiye, bu güvenceden mahrum olmanın
birtakım sancılarını yaşamaktadır. Örneğin, MGK Genel Sekreteri, Emniyet Genel
Müdürlüğü ve M.İ.T. ile, Fethullah Gülen’den, Mesut Yılmaz’dan, Alaattin
Çakıcı’dan, Sadettin Tantan’dan, Dr. Rudolf Schmidt’den, Henri Barkey’den çok daha fazla ilgilidir, ilgilenmek
ve takip etmek zorundadır. T.S.K.’nin Emniyet Genel Müdürlüğü ve M.İ.T.
üzerinde koordinasyonu
105
sağlaması, iç politikaya karışması anlamına gelmemektedir.
Asıl, politikacıların, şeyhlerin ve politikacı bağlantılı mafya babalarının
ellerini bu iki kurumdan çekmesi gerekmektedir. Bu denge günümüzde bozulmuştur,
siyasilere ödün vermeksizin bu dengeyi yeniden kurmak, T.S.K.’nin asli
görevidir. Durumdan vazife çıkarmanın sanatını bilen T.S.K., istihbarat
birimlerindeki gelişmelere seyirci kalmamalıdır... · Fethullahçılar, cemaate
ait en az 25 milyar dolarlık mal varlığı, milyarlarca dolarlık ciro,
yüzmilyonlarca dolarlık himmet geliri ile, hemen herkesi ve herşeyi satın
alabilecek dev bir organizasyona dönüşmüştür. Yurt içindeki üniversiteleri, liseleri,
ilköğretim okulları, dersaneleri, hastaneleri, poliklinikleri, yurtları,
ışıkevleri, vakıfları, dernekleri, hemen her alanda faaliyet gösteren
şirketleri, fabrikaları, pazarlamacıları,
devlet ve vakıf üniversitelerinde görev yapan onbinlerce öğretim
elemanı, alternatif silahlı kuvvetleri (emniyetçi müritler), kamu görevlileri
ile fethullahçılar, organize bir suç örgütü halinde çalışmaktadır. Yurt
dışındaki güçleri, en az yurt içindeki güçleri ölçüsündedir. Son yaşadığımız
iki ekonomik krizde, Alman Bankalarının dahli kadar, fethullahçıların dahli de
bulunmaktadır. A.B.D.’nde Fethullah Gülen’e yakın olabilmek için binlerce
fethullahçı işverenin, “yeşil kart”tan kurasız faydalanabilmek için kişi başına
en az 3.000.000 $ para transferi
gerçekleştirdikleri; Kanada’ya yapılan transferlerin ise çok daha fazla
meblağlara ulaştığı duyumları alınmaktadır. Türkiye’de fabrikalar sökülmekte,
Balkan ülkelerine, Orta Asya Cumhuriyetleri’ne, Azerbaycan’a ve Rusya
Federasyonu’na bağlı Özerk Cumhuriyetlerine; ayrıca da cemaatin okullarının
bulunduğu tüm ülkelere götürülmektedir. Fabrikalarla birlikte sermaye
götürülmesi, Türk ekonomisine önemli darbe vurmuştur. Hiçbir devlet kurumu, bu
konu ile ilgilenmemektedir. CIA, MI6 ve BND gibi batılı istihbarat servisleri
ile işbirliği örnekleri sergileyen, taşeronluk yapan fethullahçıların özde yurtsever, milliyetçi-alperen olduklarını
iddia etmek mümkün değildir. Türk Devletine, laik hukuk sistemine büyük kin
duymakta ve her fırsatta bu kinin gereğini yerine getirmektedirler. İşte, bu
dev organizasyonla mücadelede, sayıca bir elin parmaklarını geçmeyen Cumhuriyet
aydını ve birkaç sivil toplum örgütü, savunmasız ve korunmasız konumdadırlar.
Bunları koruyacak, destekleyecek, güç eşitliği sağlayacak bir devlet desteği de
maalesef sözkonusu değildir. Mumcu, Üçok, Aksoy, Kışlalı gibi yitirilen
aydınlardan sonra, bunların da çekilmesiyle, meydan yani kamuoyu,
fethullahçıların eline kalacaktır. T.S.K.’nin bu durumu değerlendirmesi, ama
geç olmadan değerlendirmesi gerekmektedir. Niye T.S.K. diyenlere, yoksa Mesut
Yılmaz mı, sorusuyla karşılık vermek yerinde olacaktır. · Sizler, bu satırları
okuduğunuzda, eminim ki, hakkımda bugüne kadar açılmış yüzmilyarlarca liralık
manevi tazminat davalarına, yenileri
eklenecektir. Her zaman olduğu gibi kimi siyasiler devreye girerek
Üniversite Rektörü’nü hakkımda yasal işlem yapmaya zorlayacaktır. Tehditler ve
hakaretler hız kesmeyecek, aileme de yönelecektir. Peşpeşe gıyabımda kesilen
trafik cezaları gelecektir. Gelen duyumlara göre, Emniyet ve M.İ.T. bünyesinde,
gerektiğinde aleyhimde kullanılmak üzere dezenformasyon çalışmaları
kapsamında olumsuz bilgi notları ve
olumsuz dosyalar hazırlanmıştır.
Telefonlarım bir şekilde dinlenmeye devam edecektir. Büyük bir olasılıkla,
hakkımda imzalı-imzasız suç duyurusu yapılacak; T.B.M.M.’de aleyhimde soru
önergeleri verilecek; bütün bunları dikkate alan savcılık evimde arama
yaptıracak; en azından “İçişleri Bakanlığı’nı ya da Emniyet güçlerini tahkir ve
tezyiften” veya hiç ilgisiz bir iftira ile hakkımda Ağır Ceza Mahkemesi’nde ya
da DGM’de dava açılacaktır. Halen,
İzmir, Ankara, Burhaniye, İstanbul gibi merkezlerde yürüyen davalara, yurdun
farklı yerlerinde açılacak yeni davalar da eklenince, maddi-manevi darbenin yanısıra, mücadeleye zaman
yetiştirememe gibi bir durum da ortaya çıkacaktır. Sonuçta, belki de
ödeyemediğim tazminat hükümlerinden dolayı evime haciz gelecektir. Almanlardan
fethullahçılara, Türkiye Cumhuriyeti’nin üniter ve laik yapısına göz diken tüm unsurlara karşı bunca zahmete ve mihnete
değer mi, diyorsanız, Atatürk’ün manevi mirasçısı olarak evet değer, diyorum.
Çünkü Türküm ve başka Türkiye yok!..
:
*Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Öğretim
Görevlisi hablemit@ada.net.tr
106
DİPNOTLAR :
1. Bu rapor, “Cumhuriyet Tarihi’nin En Büyük İhanet Odağı:
TÜM YÖNLERİYLE FETHULLAHÇILAR” başlıklı ve yaklaşık 1000 sayfadan oluşan bir
kitap çalışmasının girizgâhı, sunumu olma özelliğini taşımaktadır. Sözkonusu
kitapta, Fethullahçıların yurtiçi ve dışındaki tüm faaliyetleri, CIA, MI6 ve
BND ilişkileri, yurtiçi ve yurtdışı örgüt (vakıf, dernek, şirket, dersane,
okul, yurt vb.) adres ve telefonları, yayınları, işbirlikleri, şûra-istişâre üyeleri ve ülke-bölge imamları, kamp
programları ve beyin yıkama yöntemleri, itirafçıların kaset çözümleri, özgün
belgeleriyle verilecek; yorum yaşayan ve gelecek nesillere bırakılacaktır.
Tarafımdan yaklaşık beş yıldır çalışmaları sürdürülen ve son rötuşları yapılan
bu kitapla, Türkiye’de fethullahçılarla ilgili bilinmeyen hiçbir husus
kalmayacaktır. 2. Fethullah Gülen, Küçük
Dünyam, s. 106. 3. Emniyet Genel Müdürü Kemal Önal’ın T.B.M.M. nsan Haklarİ ı
Komisyonu içinde oluşturulan “yasadışı telefon dinleme”yi araştırma alt
komisyonuna verdiği resmi bilgiye göre: “Mafya tabir edilen suç çetelerinin
açıktan geçen telefon hatlarına veya sokak başlarında bulunan telefon
kutularına veya apartman girişlerinde bulunan kutulara müdahale ederek hedef
aldıklarışahıs veya özellikle ticari firmaları dinleyebilecekleri; bu yolla
elde ettikleri bilgileri ticari alanda haksız rekabet veya menfaat temin etmek
için kullanabildikleri gibi şahıslara yönelik şantaj amaçlı olarak da
kullandıkları, nitekim basına yansıyan karşılıklı telefon görüşmelerinin
kayıtlarının bu yolla veya benzeri yollarla elde edildiği ... Mafyanın ‘böcek’
adı verilen cihazlarla da dinleme gerçekleştirdiği” kaydedilmiştir. 4. Özel
Arşiv, Kutu: 1, Kaset: 5. 5. Özel Arşiv, Kutu: 1, Kaset: 2. Kasedin çözümü için
bkz. Zübeyir Kındıra, Fethullah’ın Copları, (İstanbul: Su Yayını, 2001), s.
167. 6. Özel Arşiv, Kutu: 3, Kaset: 7. Kasedin çözümü için bkz. Ergün Poyraz,
Fethullah’ın Gerçek Yüzü, (İstanbul: Otopsi Yayını, 2000), s. 62. Ergün
Poyraz’ın bu kitabı, bugüne kadar fethullahçılar hakkında yapılmış en özgün ve
mükemmel çalışmadır ve ağırlıklı olarak kaset çözümlerini içermektedir. 7.
Fethullah Gülen, İnancın Gölgesinde, C. 2, s. 234. 8. Fethullah Gülen, Fasıldan
Fasıla, C. 3, s. 69. 9. Özel Arşiv, Kutu: 3, Kaset: 3. 10. Haz. Nuh Mete
Yüksel, Fethullah Gülen Örgütü Hakkında İddianame, s.58. 11. Özel Arşiv, Kutu:
1, Kaset: 8. 12. Özel Arşiv, Kutu: 1, Kaset: 3. 13. Özel Arşiv, Kutu:1, Kaset:
7. 14. Özel Arşiv, Deşifre Metin, K.1,D.1. 15. Özel Arşiv, Kutu: 3, Kaset: 2.
16. Fethullah Gülen, Fasıldan Fasıla, C. 1, s. 119. 17. Fethullah Gülen, a.g.e.
, s. 125. 18. Fethullah Gülen, Küçük Dünyam, s. 121. 19. Fethullah Gülen,
Fasıldan Fasıla, C. 1, s. 28. 20. Fethullah Gülen, İnancın Gölgesinde, C. 2, s.
174. 21. Fethullah Gülen, Prizma, C. 1, s. 25. 22. Fethullah Gülen, Fasıldan
Fasıla, C. 2, s. 141-42. 23. Fethullah Gülen, a.g.e., s. 142. 24. Fethullah
Gülen, Fasıldan Fasıla, C. 1, s. 113-14. 25. T.C. Ankara Devlet Güvenlik
Mahkemesi Cumhuriyet Başsavcılığı, Haz. Nuh Mete Yüksel (Ankara D.G.M.
Cumhuriyet Savcısı, Fethullah Gülen Örgütü Hakkında İDDİANAME (Hazırlık No.
1999/420). 26. Dr. Necip Hablemitoğlu, “Etki Ajanları-Nüfuz Casusları ve
Fethullahçılar Raporu”, Yeni Hayat, Ağustos 2000, 70: 13-29. 27. Basında yer
alan haber ve yazı dizilerinin dışında, Emniyet Genel Müdürlüğü, Ankara Emniyet
Müdürlüğü, M.İ.T., Batı Çalışma Grubu, Jandarma Gen. Kom., Müfettiş Raporları,
Soruşturma Belgeleri ve Yazışmaları gibi binlerce sayfalık belge, bu konuda
çalışma yapacak araştırmacıların hizmetine açıktır. Ankara D.G.M. Cumhuriyet
Savcısı Nuh Mete Yüksel tarafından hazırlanan İddianamede, Ankara Emniyet
Müdürlüğü’nün Fethullah Gülen ve örgütü hakkındaki 21 Nisan 1999 tarihli
raporu; Emniyet Genel Müdürlüğü’nün raporu; Genel Kurmay Başkanlığı’nın raporu
ve belgeler; Jandarma Genel Komutanlığı’nın raporu ve belgeler; Emniyet Genel
Müdürlüğü’nün Fethullah Gülen’in şirketleri, okulları, dersaneleri, vakıfları
ile ilgili tespitleri; Yurtdışındaki Nurculuk faaliyetleri ile ilgili Emniyet
107
Genel Müdürlüğü’nün yazısı ve ekindeki evrak gösterilmiş;
M.İ.T.’in raporları deliller arasında kaydedilmemiştir (ek deliller arasında
yer verilme olasılığı da sözkonusudur).
28. “Fethullahçı Kuşatma” (Manşet), Cumhuriyet, 13 Kasım 2001 29. Özel
Arşiv, Kutu: 1, Kaset: 9. 30. Lynne Emily Webb, İftiranın Değişmeyen Mantığı,
(İstanbul: Feza Yay., 2000), s. 126-27. 31. Webb, a.g.e., s. 136-42. 32.
Uygulamada, zorunlu haller dışında Bakanlara bile yurtdışı gezilerinde koruma
verilmemektedir. Özellikle yüksek bürokratların bile, dış gezilerde yanlarına
koruma almaları sözkonusu değildir. Fethullah Gülen’e koruma tahsisi, bu
bağlamda son derecede anlamlı ve dikkat çekicidir. Gülen’in koruması, halen
Malatya’da görevini sürdürmektedir. 33.
İstihbarat Bülteni, No. 70, Temmuz 1998, s. 164-70. 34. Bülten’de, STV için
sadece şu bilgiyle yetinilmektedir: “Ulusal düzeyde yayın yapan ve F. GÜLEN
grubuna yakın şahıslar tarafından kurulan Samanyolu Televizyonu (STV)
muhafazakâr bir yayın politikası izlemektedir”. Aynışekilde, yine basın ve
halkla ilişkiler açısından anahtar konumundaki “Türkiye Gazeteciler ve Yazarlar
Vakfı” için de, istihbaratçı duyarlılığı (!), titizliği (!) ve de
araştırmacılığı (!) ile ulaştığı anlaşılan şu bilgi demeti (!) verilmektedir: 19.01.1994 yılında
Ankara İlinde F. GÜLEN Grubuna mensup şahıslar tarafından kurulmuştur”. Bkz. İstihbarat Bülteni, s. 170. 35. M.A.
Soydan, Devlet, Medya ve Siyaset Üçgeninde Fethullah Gülen Olayı, (İstanbul:
Birey Yay.), s. 107-108; “Aksiyon’da Telekulak Skandalı Münasebetiyle”,
http://www.m-fgulen.org/hayat/article.php?id=1941&pageno=4 36. T.C. Ankara
Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet Başsavcılığı, Haz. Nuh Mete Yüksel (Ankara
D.G.M. Cumhuriyet Savcısı, Fethullah Gülen Örgütü Hakkında İDDİANAME (Hazırlık
No. 1999/420), s. 78-79. 37. Emniyet Müdürü Osman Ak hakkında, dönemin İçişleri
Bakanlık Müsteşarı Saim Çotur’un Başkanlığındaki Yüksek Disiplin Kurulu tarafından yürütülen
idari soruşturmanın iddiası, taraflı, düşündürücü ve de talihsiz isnatlara
dayandırılmıştır: “Türkiye genelinde bir çok ilde görevli çok sayıda Emniyet
Mensubu hakkında Fethullahçılar diye (Işık Tarikatı Mensubu) rapor tanzim
edilerek kin ve gareze binaen aslı olmayan ilişkileri rapora geçerek sanki bir
suç ilişkisi içerisindelermiş gibi göstererek cürüm (iftira) atfında
bulunulduğu, hazırlanan raporun gerçekle alâkası olmadığı, iftiradan öteye
gitmediği, raporun istihbarat mevzuatına uygun olmadığı, istihbarat usul ve
metodlarının kullanılmadığı hususunda; İstihbarattan sorumlu Ankara Emniyet
Müdür Yardımcısı olarak görevli olduğunuz sırada, bahse konu raporu
hazırladığınız, bu suretle yetki ve nüfuzunu kendisine ve başkalarına çıkar
sağlamak amacıyla veya kin veya dostluk nedeniyle kötüye kullanmak,, kasıtlı
olarak gerçek dışı rapor vermek suçlarını işlediğiniz iddia edilmektedir. Bu
husustaki savunmanızı veriniz”. Osman Ak, 21 sayfalık yazılı savunmasında, tüm
iddiaları yanıtlarken, “çıkar” suçlamasına karşışu ifadeyle işbirlikçi
zihniyete eleştiri getirmiştir: “Emniyet Teşkilâtı içerisindeki Fethullah Gülen
örgütlenmesi, ilk kez 1999 yılında deşifre edilmiş bir olay değildir. Varlığı,
1992 yılında Devlet arşivlerinde mevcut olan soruşturmalar kapsamında
tescillidir. Bu itibarla kin ve garez duyguları içerisinde çalışma yapıldığı
tespit ve suçlaması, arşivlerdeki mevcut bilgi ve Fethullah Gülen’in kamuya
yansıyan beyanlarıyla çelişmektedir. RAPORUN DÜZENLENMESİNDE İDDİADA KAST
EDİLEN ANLAMDA OLMASA DA,
MENFAATİM OLDUĞU DOĞRUDUR. BU MENFAAT LAİK, DEMOKRATİK
HUKUK DEVLETİNİN VAR OLMASINDAN KAYNAKLANMAKTADIR.
‘BAŞKALARINA ÇIKAR SAĞLAMA’ TABİRİNDEN NE ANLAŞILACAĞI
MUALLAKTADIR. BU YAZIŞMALAR DEVLETİN YETKİLİ MAKAMLARINA
İLETİLMİŞTİR. DEVLETE İLETİLEN RAPORDA ÇIKARI OLAN VARSA, O
DA
DEVLETİN KENDİSİDİR. AYRICA ‘DOST’ SAĞLAMAKTAN KASIT, DEVLETE
DOST OLMAK İSE, BU DOĞRUDUR. BU İDDİALARDA BULUNANLARIN
HANGİ ÇIKAR İÇİN, NE AMAÇLA, NASIL DAVRANDIĞINI AYRINTILI
OLARAK AÇIKLAMASI GEREKİR. TARAFIMA YÖNELTİLEN VE HİÇBİR
HUKUKİ MESNEDİ OLMAYAN SUÇLAMALAR AĞIR VE MESNETSİZDİR.
MÜFETTİŞLERİN YAPTIĞI BU SORUŞTURMA, TAMAMEN YANLI VE
SORUŞTURMAYI YAPANLARIN SORUŞTURULMASINI GEREKTİRECEK
İÇERİKTEDİR”. Bkz. Özel Arşiv, K. 5, D.2. 38. Özel Arşiv,
Kutu: 2, Kaset: 2. Deşifre metni için bkz.
Ergün Poyraz, Fethullah’ın Gerçek Yüzü, (İstanbul: Otopsi Yayını, 2000),
s. 221.
108
39. Fethullah Gülen’in bu doğrultudaki söylemleri hakkında
derli toplu bilgi için bkz. Dr. Necip Hablemitoğlu, “Fethullahçılar ve Hizbullahçılar”, İlk Hedef (Türkiye Gaziler
Vakfı), Nisan 2002, No. 7, s. 34-40. 40.
Ergün Poyraz, a.g.e., s. 223. 41. Özel Arşiv, Kutu: 2, Kaset: 2. 42. Fethullah
Gülen, Fasıldan Fasıla, C. 1, s. 124. 43. Fethullah Gülen, Prizma, C.1, s. 35.
44. Ankara Emniyet Müdürlüğü, 16 Nisan 1999 Tarihli Fethullah Gülen Raporu, 2.
Bölüm, s. 36.
45. Adıgeçen Rapor, 2. Bölüm, s. 39-40. 46. Adıgeçen Rapor,
1. Bölüm, s. 6-7. 47. Adıgeçen Rapor, 2. Bölüm, s. 42-43. 48. Özel Arşiv, K.
11, D. 1. 49. Zübeyr Kındıra, Fethullah’ın Copları, (İstanbul: Su Yayını,
2001), s. 15-16. 50. Dr. Necip Hablemitoğlu, “Etki Ajanları-Nüfuz Casusları ve
Fethullahçılar Raporu”, Yeni Hayat, Ağustos 2000, 70: 17-21. Yukarıdaki rapor
nedeniyle şahsım aleyhine 25 milyer TL. manevi tazminat davası açan ve İstanbul
2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanmama önayak olan Sadettin Tantan’ın İçişleri
Bakanı olarak olur verdiği 12.06.2002 tarih ve B.05.1.EGM.0.71.01.02 sayılı
yazının –ki bu yazı Tantan’ın siyasal kimliği hakkında çok ciddi ipuçları
vermekte ve yurttaşlar hareketinden kimleri kastettiğini hissettirmektedir-
metin kısmı aynen şöyledir: “İstanbul İl Emniyet Müdürlüğünde koruma altında
bulundurulan, tedavi görmek üzere ABD’ye giden ve halen tedavisi devam eden
emekli vaiz Fetullah Gülen’in, şu an yakın korumasında bulundurulan İstanbul
Emniyet Müdürlüğü emrinde görevli 128058 sicil sayılı Başkomiser Ahmet AKGÜN adı
geçene yakın koruma olarak refakat etmek üzere 03.05.1999 tarihli Başkanlık
Onayına istinaden 04 Mayıs-04 Haziran 1999 tarihleri arasında ABD’ye
gönderilmişti. Ancak, ABD’de bulunan Fetullah GÜLEN’in tedavisinin uzadığı
bildirildiğinden, adı geçen koruma görevlisi personelimizin görev süresinin,
tüm masrafları korunan şahıs tarafından karşılanmak üzere, 04 Haziran 1999
tarihinden itibaren bir ay uzatılması hususunu tensiplerinize arz ederim”.
Yazıdan da anlaşılacağı üzere, hocaefendiye (!) tahsis edilen –hem de
Başkomiser rütbesinde- korumanın görevlendirildiği günün ertesinde ABD’ne
gitmesi, “elden takip” ve birtakım
siyasal ilişkilerin en üst düzeyde gerçekleştirilmesi ile açıklanabilir. Bu
yaptırım gücüne Türkiye’de kaç kişi sahiptir? 51. M.İ.T. Fethullah Gülen
Raporu, s. 12-15. 52. Ankara Emniyet Müdürlüğü, 16 Nisan 1999 Tarihli Fethullah
Gülen Raporu, 2. Bölüm, s. 36.
53. Mehmet Eymür’ün C.I.A. kontrol ve güdümündeki internet
sitesi için bkz. http://www.atin.org M.İ.T. ya da Emniyet Genel Müdürlüğü,
mevcut “hack” birimlerine rağmen, bu siteyi anlaşılamayan bir nedenden dolayı
“hack”lamamaktadırlar. Eymür, sitesinde, son dönemlerdeki siyasal olay ve
skandalları, dezenformasyon amaçlı fabrikasyon yöntemiyle ve A.B.D. unsurunu
tamamiyle devre dışı bırakarak yorumlarken; bilgisiz ama meraklı okuyucu
kitlesine ulaşmayı hedeflemektedir. Eymür, yazdıklarını tersinden okumak ve
değerlendirmek kaydıyla, birtakım ilişkiler örgüsünün anlaşılmasına da yardımcı
olmaktadır. 54. “Eymür, Türkiye’ye dönecek mi? Eymür, 33 yıl boyunca çalıştığı
devletinin vefasızlığından olsa gerek, Türkiye’ye dönmek niyetinde değil. En
azından şimdiki kadrolar yerlerinde kaldıkça Eymür Türkiye’ye dönmeyecek. O
artık biricik kızı ve eşiyle Yeni Dünya’da kurdukları yeni yaşama alışmaya çalışıyor”.
İlgi çekici yazı için bkz. Aydoğan Vatandaş, “Eymür’le Bir Washington Sabahı”,
Zaman, 1.7.2001. 55. Jandarma Genel
Komutanlığı 23’ncü Jandarma Sınır Tümen Komutanlığı-Şırnak-, Hizbullah Terör
Örgütü ve Diğer İrticai Faaliyetler, Eylül 1999, s. 20. 56. Zamanlama ve içerik
açısından dikkat çeken yazı, 24.4.2001 tarihinde, 11.011.03.252/9622-14695 sayı
ile İçişleri Bakanlığı’na gönderilmiştir. Tezgâhın TBMM’ndeki ayağı ise Fazilet
Partisi Samsun Milletvekili Musa Uzunkaya’dır.
57. “... Siz ziyaretinize gelen birkaç memura, adliyede, mülkiyede
çalışan birkaç kişiye, karşılaştıkları zorlukları anlattıklarında onlara sabır
tavsiye ediyor, ‘üstlerinizle iyi geçininiz’ diyorsunuz; devleti ele geçirmeye
çalışan, en azından onun imkânlarını istedikleri gibi kullanmaya çalışanlar
ise, sizi de DEVLETİ ELE GEÇİRME İÇİNDE OLMAK GİBİ, ASLINDA SUÇ OLMAYAN, HER
TÜRK VATANDAŞININ HAKKI
109
olan bir şeyle suçlayabiliyor”. Geniş bilgi için bkz.
“Devleti Elegeçirmek Her Vatandaşın Hakkı”, Milliyet, 7.4.2001. 58. Müsteşar
Sönmez Köksal imzalı Başbakanlığa sunulan M.İ.T. Susurluk Raporu’nun ve ilgili
listenin tam metni için bkz. http://siyaset.bilkent.edu.tr/susurluk/mit 59.
http://www.cumhuriyet.com.tr/w/c0110.html 60. İstihbarat kurumlarının, yabancı
istihbarat servislerine karşı “dostluk” gibi “ittifak” gibi bir öngörüsü,
duyarlılığı, düşüncesi, hedefi ve de kaygısı sözkonusu olamaz. Bu bağlamda bir
veya daha fazla istihbarat servisi ile iyi ilişkiler kurulabilir ve de
kontrollü-sınırlı işbirliği yapılabilir ancak belirleyici faktör, ulusal
çıkardır, “dostluk” değil. Örneğin, CIA ve MOSSAD, en çok ortak operasyona imza
atan iki istihbarat servisidir. A.B.D., Orta Doğu’da İsrail’i kayıtsız şartsız
destekleyen tek devlettir. Buna karşılık A.B.D.’nin finansman kaynaklarının
yönetiminde, dolaylı da olsa İsrail etkilidir. Böylesine ortak çıkarlara
rağmen, CIA yönetimi, Şubat 2002’de gerçekleştirdiği operasyonlarla Adalet
Bakanlığı ve Pentagon’a sızmaya çalışan 120 Mossad ajanını tutuklarken, bir
bölümünü de sınırdışı etmiştir. Bir başka ifadeyle, dostluk ve tam bağımsızlık
arasındaki ince çizgiye ayar çekmiştir. İstihbaratçılar, diplomatların işlevini
üstlenemezler. Ve her şeyden önemlisi, tam bağımsız olmanın en önemli yolu,
güçlü bir kontr-espiyonaj örgütünden geçmektedir. Türkiye’nin tam
bağımsızlığına göz diken ülkeler kapsamında ABD’nin ilk planlı operasyonu,
Demokrat Parti döneminde MAH mensuplarının maaşını ödemek suretiyle, devlet
erkine ortak olmasıdır. Sabahattin
Savaşman ve Mehmet Eymür örnekleri ise,
bu dış müdahalenin, M.İ.T. içinde giderek kötü bir geleneğe dönüşmesi biçiminde
algılanmasına yolaçabilir mi? Bu soru, ürküntü vermektedir. Türkiye, son
dönemde, militan devletçi, ödün vermez yurtsever ve ulusalcı istihbaratçıların
yokluğunun sıkıntılarını yaşamaktadır. Bu kapsamda M.İ.T. yönetimi, Almanya’ya
karşı çok ciddi boyutlarda zaaf sergilemiştir ve sergilemeye de devam
etmektedir. Yasadışı Alman vakıflarına karşı, bağlı ve birinci derecede sorumlu
olduğu Başbakanlığı uyarmayan, riskli faaliyetleri bildirmeyen M.İ.T. yönetimi,
acaba aynı duyarsızlığı ya da hoşgörüyü, başka hangi ülkelerin ülkemizde
yasadışı faaliyet gösteren örgütlerine de göstermekte midir? 1990’dan itibaren
onlarca M.İ.T. görevlisini ve de diplomatımızı “casus” olduğu gerekçesiyle
sınırdışı eden ya da Almanya’ya tekrar dönmesini yasaklayan; yasaklamış olduğu
halde PKK (KADEK)’nın kendi topraklarında 149 örgüt merkezi ve 43 medya
kuruluşu oluşturmasına izin veren; tüm şeriatçı ve mezhepçi, terörist ve de
etnik bölücü örgütlere lojistik destek sağlayan; bu faaliyetleri Türkiye’de de
yasadışı vakıfları vasıtasıyla sürdürme girişiminde bulunan Alman İstihbarat
Servislerinin (BfV ve BND) eylemleri, M.İ.T.’in ilgi ve yetki alanında değil
midir? Misilleme yapma cesaret ve iradesini sergileyemeyenler, ekleri dahil 18
sayfalık raporla, Almanların espiyonaj faaliyetlerine karşı, dağıtım planındaki
makamlara (Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, Genel kurmay Başkanlığı, Devlet
Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı ve M.G.K. Genel
Sekreterliği) “tehlikesizlik” mesajı vermeye kalkışmışlardır. Yabancı bir
ülkenin bir başka hukuk devletinde yasadışı biçimde örgüt kurması ve
dinsel-politik-etnik ve ekonomik-sosyal istihbarata yönelik faaliyette
bulunması, dünyanın –muz cumhuriyetleri hariç- hangi ülkesinde “masum”
bulunmakta ve izlenmeye gerek duyulmamaktadır? Raporun 2. sayfasında yeralan şu
talihsiz açıklama, teşkilâtın sergilediği zaafiyetin tipik bir örneğini
oluşturmaktadır: “Son dönemde, Necip HABLEMİTOĞLU’nun yazdığı ‘Alman Vakıfları
ve Bergama Dosyası’ adlı kitap başta Konrad Adenauer, Heinrich Böll Vakıfları
olmak üzere, Alman Vakıfları’nda ve B. Elçiliği’nde sıkıntı yaratmıştır. Anılan
Vakıflar merkezden aldıkları onay ile yazar hakkında dava açmaya
hazırlanmaktadır. F. Almanya B. Elçisi Rudolf Schmidt, 11 Ekim 2001 tarihinde
yaptığı basın açıklamasında; N. HABLEMİTOĞLU’NUN yersiz ve uydurma iddialarla
açtığı kampanya vasıtasıyla, Türkiye ile Almanya arasındaki dostluğun bozulmaya
çalışıldığını ifade etmiştir. Alman Vakıfları ile ilgili söz konusu gelişmeler,
Vakıf temsilcilerince, Avrupa karşıtı grupların aktivitesi şeklinde
yorumlanmakta ve bu gelişmelerin Almanya’da Türkiye’nin AB’ye üye olmasına
karşı çıkanlarca istismar edileceği şeklinde değerlendirilmektedir”. Raporda, bırakın şahsımı, Türk devletinin ya
da İstihbarat birimlerinin, Türkiye’nin ulusal çıkarlarını yansıtan görüşlerine
ise yer verilmemektedir. Bu raporu, BND
yazmış olsaydı, Alman vakıfları daha iyi savunuluyor olamazdı. Almanya ve AB
ülkelerinin Türkiye’ye yönelik çifte standarda dayalı, hasmane, kışkırtıcı
politikalarına, etnik ve dinsel gerekçeli müdahalelerine hemen her ortam ve
fırsatta tepki veren, 30 Ağustos 2002’de
görevini Org. Hilmi Özkök’e devredecek olan Genel Kurmay Başkanı Orgeneral
Hüseyin Kıvrıkoğlu, Genel Kurmay İkinci Başkanı Orgeneral
110
Yaşar Büyükanıt, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri
Orgeneral Tuncer Kılınç, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Cumhur Asparuk gibi
Türk Devleti’nin kaderini elinde bulunduran isimler de, Alman vakıflarının
bakış açısıyla, şahsımla aynı safta bulunmaktadırlar. Bu saflaşmada, M.İ.T.
yönetiminin yerinin nerede olduğunu belirlemesi gerekmektedir. Çünkü bu
raporda, sadece Alman Büyükelçisi’nin ve yasadışı Vakıf temsilcilerinin görüş
ve endişelerine yer verilmiştir; sözcülüklerini yapma konumuna düşülmüştür. Kendisini
o makama getiren hiçbir siyasiye -ve de erkek kardeşine- diyet borcu olmaması gereken M.İ.T.
Müsteşarı’nın gelecekteki durumu (Madrit Büyükelçiliği gibi), ANAP’ın
yeralmayacağı yeni Hükûmette mutlaka büyüteç altına alınmalıdır. Tabii, hâlâ
TAM BAĞIMSIZ TÜRKİYE diyorsak... 61. http://www.cumhuriyet.com.tr/w/c0110.html
62. Dr. Necip Hablemitoğlu, “28 Şubat Kararları Sürecine Bir Katkı: Organize
Suçlar ve Fethullahçılar”, Yeni Hayat, 1999, 5 (52): 3-9. 63. Yazının tam metni
için bkz. http://mypage.koc.net/EGITIM/tkumkale/16agustos.html 64. A.Ü. Türk
nkİılâp Tarihi Enstitüsü’nde doktora eğitimine alınan muvazzaf subayların
neredeyse tamamına yakını –kendi isteği ile ayrılanlar dışında- emekliye
sevkedilmiştir. “... Geçtiğimiz günlerde çok satan bir gazetenin ilan
sayfalarında bir ilan. İri puntolarla, ‘KİTAP DOSTLARI FATİH ÜNİVERSİTESİ
ATATÜRK KİTAPLIĞINDA’ diye başlıyor. ‘Ömür boyu toplayarak sakladığınız
kitaplarım ve dokümanlarım benden sonra ne olacak diye düşünmeyin’ diye sürüyor
ve şöyle son buluyor: ‘Kitaplarınız ve dokümanlarınız Atatürkçü Türk
Gençleri’nin ve bilim dünyasının hizmetinde olacak ve adınız daima saygıyla
anılacaktır’. Bu ilan, birçok kişi tarafından muhtemelen ilk bakışta sempati
ile karşılanacaktır. Ancak Fatih Üniversitesi’nin Fethullah Gülen Cemaati ile
anıldığını bilenler ister istemez, Atatürkçü söylemle makyajlanmış bu ilanı
biraz daha dikkatli okuyacaktır. Bu gözle baktığınızda ilanın alt bölümünde
iletişim kurulacak kişi olarak geçen şu isim dikkat çekiyor: Dr. Tamer Tahir Kumkale”.
Kumkale hakkında gazeteci Fatih Güllapoğlu’nun “Tanksız
Topsuz Harekât” adlı kitabından yapılan alıntılar için bkz. Fatih Polat,
“Susurluk ve Bir İlan”, Evrensel, 2.11.2001.
65. İstanbul Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Kemal Alemdaroğlu,
bağlı olduğu anabilimdalı itibariyle en çok yayını olan öğretim üyeleri
arasındadır. Üstelik, Y.Ö.K. Başkanlığı dışında, yükselebileceği en üst idari
görevdedir. Dolayısıyla, akademik yükselme için öngörülen yayın yapma
zorunluluğu da sözkonusu değildir. Editörleri arasında yeraldığı bir yayın
gerekçe gösterilmek suretiyle, Prof.Dr. Alemdaroğlu’na çok yönlü bir kumpas
kurulmuştur. Kumpasın bir köşesinde, AB’den aldığı trilyonluk proje bedeli
karşılığında kurulan ve internette servis veren “Bianet” ile AB’ci İstanbul
Tabip Odası ve yine AB’ci olarak bilinen kimi vakıf üniversitelerin paralı
eğitim yanlısı kadroları yeralmaktadır. Bunlardan örneğin, Bianet’in
yönetiminde Ertuğrul Kürkçü, Nadire Mater gibi isimlerin bulunduğunu açıklamak,
hiç kimseye şaşırtıcı gelmeyeceği gibi bir fikir de verecektir. Bu köşenin
kalemşörleri arasında, Murat Belge, Kadir Erdin gibi malum isimler yer
almaktadır. Diğer köşesinde ise, TİSAG gibi fethullahçıların yoğun biçimde yer
aldıkları bir sanal platform
bulunmaktadır. Farklı köşelerde de, yine vaktiyle Y.Ö.K. ve M.E.B. tarafından
gönderilen fethullahçıların etkin oldukları Virginia Üniversitesi’nde
oluşturulan bir merkezle (The Plagiarism Resource Centre), şeriatçı basında yer
alan pekçok yazar ve bir de “Yaşayan Osmanlı Hanedanının Tarihçisi “ olarak
lanse edilen bir diğer gazeteci boy
göstermektedir. Böylece, iftira topu, bu köşeler arasında gidip gelirken,
Türkiye Cumhuriyeti üniversitelerinin gelmiş-geçmiş en net Atatürkçü Rektörü,
kamuoyu nezdinde, en sağdan en sola karalanmaya, şaibe altında bırakılmaya
çalışılmaktadır. Üniversitelerdeki akademisyen kıyımına ve Y.Ö.K. merkezli
baskılara onurlu ve işlevsel bir tepki vermeyen; en son ulusalcı kimliği
nedeniyle Ankara Üniversitesi S.B.F.’nde girdiği Doçentlik Sınavında, Prof.Dr.
Doğu Ergil’in fiziksel ve sözlü saldırısına uğrayan Y. Doç.Dr. Emin Gürses’e
sahip çıkmayan, menfur saldırı olayını aktif biçimde kınamayan ve gereğinin
yapılmasını istemeyen İstanbul
Üniversite Öğretim Üyeleri Derneği Başkanı Prof.Dr. Kadir Ergin, Prof.Dr. Kemal
Alemdaroğlu ile ilgili konuyu, Y.Ö.K., TÜBA gibi merkezlere intikalde akılalmaz
ısrarcılık sergilemektedir. 66. Doktora
tezimle ilgili olarak “intihal” iddiasında bulunan “Radio Liberty” bağlantılı
Y. Doç.Dr. Nadir Devlet’in girişimleri ile hem Y.Ö.K. ve hem de Ankara
Üniversitesi’nde iki ayrı inceleme komisyonu kurulmuştur. Komisyonlar, bu
iddiaların geçersizliği doğrultusunda karar vermişlerdir. Adıgeçen
“bağlantılı”, halen Yeditepe Üniversitesi’nde görev yapmaktadır.
111
67. Fethullahçı yapılanmaya karşı ancak devlet erkiyle
yürütülebilecek mücadele yapılmayıp, bu görev sadece bir avuç Cumhuriyet
aydınına, gönüllüsüne bırakılacak olursa, ödenecek kişisel bedeller de giderek
ağırlaşacaktır. Bu taktirde, kişisel olarak ödemekte olduğum bedeller geometrik
düzeyde artacaktır. Örneğin: Yine,
aleyhime açılmış yüzmilyarlarca liralık
tazminat davalarına yenileri eklenecek;
Yine, işyerimde düzmece soruşturmalar açılacak ve yargı kararlarına
rağmen üniversitedeki görevime son verilecek;
Yine, fethullahçı yayın
organlarında kişilik haklarıma saldırıda bulunulacak; Yine, sırf tâciz ve “göz korkutma” amaçlı
olarak polis ekibi bir ihbarı (!)
değerlendirerek evime operasyon düzenleyerek gözaltına alma işlemi yapacak ve
sonra özür dileyecek; Yine, fethullahçı istihbaratçılar tarafından ilgili
tüm istihbarat birimlerinde, “ileride kullanılmak üzere” şahsımı karalayan, zan
altında bırakan raporlar kaleme alınacak ve saklanacak; Yine, aynı ekip tarafından sahte belgeler tanzim
edilmeye ve kamuoyuna maledilmeye devam edilecek; Yine, otomobilim kimliği meçhul kişiler
tarafından saldırıya uğrayacak, içindeki her türlü matbu evrak gaspedilirken,
ekonomik değer ifade eden eşyalara hiç dokunulmayacak. Ayrıca, tehdit ve
hakaret içeren telefonların, mektupların, faksların, posta kutusuna bırakılmış
imzasız notların ve elektronik postaların ardı arkası kesilmeyecek; Yine, başta T.S.K. olmak üzere, belirli kurum
ve kişilerle ilgili sorular sorarak,
sahte itiraflarda bulunarak, amiyane deyimle “zarf atarak”, “gizli çekim”
yapmaya çalışanlar, dolaylı rüşvet
önerenler eksik olmayacak; Yine, telefonlarım dinlenmeye devam edecek; Yine, İçişleri Bakanlığı ya da benzeri bir
kurumu tahkir ve tezyiften Ağır Ceza
Mahkemesi’nde dava açılacak; Yine, yine,
yine... Üniversitem, bunca yıldır
şahsıma –zorunlu olmasına rağmen- bırakın bir odayı ya da masayı, sandalye bile
vermemeye devam edecek. Belki de bir
yenilik teşkil etmek üzere, Çağdaş Eğitim Vakfı örneğinde olduğu gibi, evimde
yasal arama yapılacak ve suç (!) delilleri (!) bulunacak... Sonuç olarak geldiğimiz nokta şu ki, devleti
yıkmaya, devleti ülkesi ve ulusuyla parçalamaya, Cumhuriyete kastetmeye,
Atatürk ilke ve devrimlerini, laik hukuk sistemini yok etmeye çalışanlar ve tüm bu ihanetleri
dış ülkeler adına gerçekleştirenler, devlet gücünü, devleti savunanlara karşı
kullanma aşamasındalar... Bunlara karşı
olmak, onaylamamak artık yetmiyor... Her gerçek kamu görevlisinin mağdur olma
pahasına, elini taşın altına koyması; devletimizin, tam bağımsızlığımızın
geleceği açısından inisiyatif kullanırken canının yanmasını, bedel ödemesini
göze alması gerekiyor. Çoğunluk
seyrettikçe, mücadele etmek yerine mücadele eder gibi yaptıkça, faraza
Fethulllah Gülen’den, Müslüm Gündüz’den, Metin Kaplan’dan daha çok cesur ve
namuslu olmadıkça, bilelim daha çok Asteğmen Kubilaylar, Uğur Mumcular, Ahmet
Taner Kışlalılar, Bahriye Üçoklar, Muammer Aksoylar, aramızdan yitip
gidecekler. Cumhuriyete bağlı olduğunu söyleyen bizler de, utanmadan ve
sıkılmadan “devrim şehitlerimizi” sadece ölüm yıldönümlerinde hatırlamaya devam
edeceğiz; neye can verdiklerinin nedenini sorgulamadan, hesabını sormadan...
68. Fethullahçı internet siteleri içinde sadece biri (http://www.m-fgulen.org)
Türkiye’den yönetilmektedir. Kaynak Holding A.Ş. adına Sedat Kocar adlışahsın
sorumluluğundaki bu sitenin adresi, Alayköşkü Cad. No. 12, Cağaloğlu,
34420-İstanbul olup, telefonları da (212) 520.83.40 olarak kaydedilmiştir.
Sözkonusu sitelerin önemli bir bölümü, A.B.D.’nde bulunmaktadır. Amerika
Kıtasındaki tek istisna, (http://www.fethullah.com)
sitesidir. Bu site, Pop It Up Ventures, Inc. Site 3A Comp2 RR1, Kaleden, BC
VOH1KO, Kanada adresini göstermiştir. Ancak, bu adresin ve de (1) 250.497.6600
telefon numarasının sahte olduğu anlaşılmıştır. Avrupa’daki sitelerin büyük
çoğunluğu, Almanya üzerinden yayın faaliyeti sürdürmektedir. 69. Bu uygulamanın
tek istisnası, http://www.kartallar.8m.com adresindeki sitedir. Sitede yer alan
amatörce kaleme alınmış yazı ve haberlerin uslûbuna bakıldığında, bu sitenin
profesyonel istihbaratçıların denetim ya da yönetiminde olmadığı
anlaşılacaktır. 70. Sağ kesimdeki Türk-İslam sentezcilerine (ülkücülerden,
nizamı alemci ülkücülerine ve de ayırdetmeksizin tüm şeriatçılara) yönelik
yayın yapan http://www.otuken.org adresli site, fethullahçılara, göstermelik,
içi boş birkaç satırlık eleştiri getirirken, tüm içeriğiyle bu
112
yapılanmaya destek olmaktadır. Sözkonusu site Cumhur Puliç
isimli şahıs üzerine kayıtlı olup, adres olarak PO Box 408 Dallas Melbourne,
Victoria 3047 Avustralya gösterilmiştir. Şahıs, gerçekten Avustralya’da ikamet
etmekte olup, yukarıdaki posta kutusu adresinin ve verdiği telefonun
(61438525867) sahte olduğu anlaşılmıştır. Bu arada, fethullahçı
istihbaratçılar, hasımları aleyhine dezenformasyon belgelerini (!) ve iftiralarını
bu sitenin yanısıra, http://www.gercekergenekon.com ya da
http://www.yenitercuman.com gibi siteler üzerinden yayınlatmaktadırlar. 71. Mehmet Eymür, güvenlik gerekçesiyle
olacak, internet sitesi için müracaatını yaparken, sahte adres ve telefon numarası
vermiştir: 1714 Massachutess Ave. NW, DC 20036, USA, Tel: (1) 202.887.9060.
Oysa, C.I.A. koruması altındaki şahsın bu ülkede hiçbir güvenlik riski
bulunmamaktadır. M.İ.T. Belgelerini –C.I.A. süzgecinden ve onayından sonra-
Türkiye Cumhuriyeti’nin yasalarına
(özellikle 2937 sayılı yasaya) rağmen ifşa ve teşhir eden, hatta daha ileri
giderek M.İ.T. içindeki rakiplerinin özel hayatlarına ilişkin fotoğrafları
yayınlayan Eymür’ün sitesi, bugüne kadar “hack” edilememiştir. Oysa, M.İ.T.
bünyesinde “Elektronik ve Teknik İstihbarat Başkanlığı”nın yanısıra, Emniyet
Teşkilâtı içinde de “hedef” siteleri çökertecek “hacker” birimi mevcuttur. Türk
istihbarat birimlerinin, kendilerine,
dolayısıyla devlet güvenliğine
saldıranlara karşı “seyirci”
konumunda bulunmaları, hiç şüphesiz bir zaaf olarak değerlendirilmektedir. Bu
zaafı sergileyenler hakkında da gereğinin yapılması, acil ve kaçınılması
olanaksız bir zorunluluktur. 72. Mehmet Eymür’ün şahsımla ilgili hakaret, isnat
ve iftiraları için bkz. http://www.atin.org/Detail.asp?PRUDUCT_ID=Atin00151
Örneğin, 29.8.2000 tarihli Zaman gazetesinde “Eymür’den Zaman’a Övgü” başlıklı
haberde, “Eymür, bugüne kadar pek yanlış haberine rastlamadığımız Zaman’ın
bilgisine, sözleriyle gazetemizi övdü” denilmektedir. Yine bir başka örnek
olmak üzere, Zaman gazetesinin yazarlarından Aydoğan Vatandaş, 1.7.2001 tarihli
Zaman Gazetesinde yayınlanan “Eymür’le Bir Washington Sabahı” başlıklı
makalesinde, Eymür’ü ideal bir eş ve aile babası, devlet mağduru, masum mu
masum bir “deli yürek” olarak takdim ettikten sonra, şu cümlelerle
sonlandırmaktadır: “Eymür, Türkiye’ye dönecek mi? Eymür, 33 yıl boyunca
çalıştığı devletinin vefasızlığından olsa gerek Türkiye’ye dönmek niyetinde
değil. En azından şimdiki kadrolar yerlerinde kaldıkça Eymür Türkiye’ye
dönmeyecek. O artık biricik kızı ve eşi, Yeni Dünya’da kurdukları yeni yaşama
alışmaya çalışıyor...” 73. Fethullahçı “hacker”ların saldırısına uğrayan http://www.hablemitoglu.cjb.net adresinde, fethullahçıların yüzlerce
sitesinden biri çıkmaktadır. Eşim Doç.Dr. Şengül Hablemitoğlu ile ortak
sitemiz, halihazırda http://www.hablemitoglu2002.cjb.net ile
http://www.neciphablemitoglu.cjb.net adreslerinden takip edilebilir. 74.
Kemalist Siteler Birliği’nin duyurusu için bkz. http://www.ksb.8m.com/public.html
75. Geniş bilgi için bkz. http://www.atin.org/Detail.asp?PRUDUCT_ID=Atin00300
76. http://www.savaskarsitlari.org/arsiv.asp? 77. alperturkkan@yahoo.com
adresini kullanan fethullahçının “İttifaklar ve Müttefikler” konu başlıklı, 23
Ağustos 2001 tarihli mesajından alıntı yapılmıştır. 78. “MİKDAT ALPAY’I
MÜSTEŞARLIKTAN EDEN MEKTUP” başlığı altında yayınlanan ve dağıtılan
dezenformasyon belgesi için bkz. http://www.gercekergenekon.com vd. 79. Yavuz
Güneş takma adını kullanan fethullahçının ldplist@mail.ldp.org.tr adresine
gönderdiği “Faşist TC Devleti” konu başlıklı, 29.12.2001 tarihli mesajdan
alıntı yapılmıştır. 80. Ornaments Legend takma adıyla ldplist@mail.ldp.org.tr
adresine gönderilen “Komplocu Paranoyak Meczup Hablemitoğlu” konu başlıklı
mesajın tarihi 16.10.2001’dir. 81. Uğur Top adını kullanan fethullahçının
eroltop@hotmail.nl adresi üzerinden gönderdiği bu mesajın tarihi, 25 Haziran
2002’dir. Tehdit, galiz küfür ve hakaret mesajları arasında böyle “yumuşak”
uslûp kullananlara arada bir
rastlanmaktadır. 82. 3071 Sayı Dilekçe Hakkının Kullanılmasına Dair
Kanunun 3. maddesine göre, “Türk vatandaşları kendileriyle veya kamu ile ilgili
dilek ve şikâyetleri hakkında, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne ve yetkili
makamlara yazı ile başvurma hakkına sahiptirler”. Ne var ki, aynı kanunun
“dilekçede bulunması zorunlu şartları” düzenleyen 4. maddesinde, “dilekçe
sahibinin adı-soyadı ve imzası ile iş veya ikametgah adresinin” bulunması
koşulu getirilmiştir. Bu koşulun yerine getirilmemesi, dilekçenin işleme konulmaması-incelenmemesi
sonucunu doğurmaktadır. 83. “Bu kitap, Fethullah Gülen’in okullarında eğitim
gören iki yürekli çocuğumuzun anılarından oluşuyor. 20’li yaşlarını süren,
ancak yaşadıkları acı dolu günler nedeniyle kendilerini çok yaşlı hisseden bu
gençler, ne yazık ki anılarını yüksek tirajlı
113
gazetelerden birinde yayınlatma olanağı bulamadılar. Çünkü
onların hepsi, sözü edilen cemaat ve liderine övgüler dizmekle meşguldüler.
Ülkenin yarınları için çok önemli olan bu yaşamsal bilgilerin gün ışığına çıkması,
biz sivil toplum kuruluşlarının onları sahiplenmesiyle gerçekleşebildi. Atatürk
1920’li yıllarda ‘Artık Türkiye din ve şeriat oyunlarına sahne olmaktan çok
ileridedir. Bu gibi oyuncular varsa, kendilerine başka taraflarda sahne
arasınlar...’ diyordu. Oysa 1990’lı yıllarda bu oyuncular ülkemizde başrolü
oynuyorlar ve bazı çevrelerden büyük alkış topluyorlar. Gerçeklerin ve gerçek
yüzlerin ortaya çıkması gerekiyordu. Toplumumuzun bu çocuklara en az bizler
kadar duyarlı davranacağını biliyoruz. Bugün gelinen noktada karşımızdaki temel
tercih sözkonusu: Türk Milli Eğitiminde ya aklı özgürleştirilmiş, düşünmeyi
göze alan ya da aklını belirli bir inanç, fikir ve ideoloji ile sınırlamış
bunun dışında düşünmeyi reddeden, yalnızca itaat eden insanlar yetiştirmektir...
Gerçeklere gözümüzü kapatarak ya sonuçlarına katlanacağız ya da aklımızı
yüreğimizi ve ilkelerimizi ortaya koyarak sorgulayacağız ve karşı çıkacağız. Bu
çocuklar bizim çocuklarımız ve bizlerden destek bekliyorlar”. Bkz. Hocanın
Okulları, (İstanbul: İstanbul Üniversitesi Basımevi, 1998). 84. Yargıtay 4.
Hukuk Dairesi’nin 5.3.2002 tarih ve E. 2001/10557, K. 2002/2500 sayılı BOZMA
kararında: “Dosyaya sunulan diğer belgeler ve davacı ile ilgili olarak yapılan
soruşturmalar sonunda iddianamede açıklanan olgular, davacının yaptığı
konuşmalar birlikte değerlendirildiğinde, dava konusu kitapta yer alan
sözlerin, savların ve değerlendirmelerin, davaya konu kitapta davacı hakkında
açıklamaların, resmi belgeler karşısında görünürdeki gerçeğe uygun bulunduğu, bundan
dolayı da, hukuka aykırılık unsurunun gerçekleşmediği, böylece davacının
kişilik haklarına saldırıda bulunulmadığı sonucuna varılmak gerekir. Bu durumda
yerel mahkemece istemin tümden reddedilmesi gerekirken, dosyadaki maddi
olgulara uygun düşmeyen yanılgılı değerlendirmeyle, yazılı biçimde hüküm
kurulmuş olması usul ve yasaya uygun görülmediğinden kararın bozulması
gerekmiştir” denilmektedir. 85. Özel Arşiv, Dezenformasyon-S.T.K.B. Klasörü,
Dosya: 2, Belge: 1 86. “ “ “ “ “ Dosya: 1, Belge: 7 87. “
“ “ “ “ Dosya: 5, Belge: 3 88. “
“ “ “ “ Dosya: 1, Belge: 9 89. “ “ “ “ “ Dosya: 3, Belge: 3 90. “
“ “ “ “ Dosya: 1, Belge: 2 91. “
“ “ “ “ Dosya: 2, Belge: 7 92. “
“ “ “ “ Dosya: 2, Belge: 6 93. “
“ “ “ “ Dosya: 1, Belge: 4 94. “
“ “ “ “ Dosya: 3, Belge: 5 95. “
“ “ “ “ Dosya: 2, Belge: 3 96. “
“ “ “ “ Dosya: 4, Belge: 9 97. “ “ “ “ “ Dosya: 5, Belge: 1 98. “
“ “ “ “ Dosya: 4, Belge: 8 99. “
“ “ “ “ Dosya: 5, Belge: 3 100. “
“ “ “ “ Dosya: 1, Belge: 8 101. “
“ “ “ “ Dosya: 4, Belge: 1 102. Ankara 2 No.lu
DGM Başkanlığı, müdahillik taleplerini reddetmiştir. 103. Özel Arşiv,
Dezenformasyon-S.T.K.B. Klasörü, Dosya: 3, Belge: 1 104. “
“ “ “ “ Dosya: 3, Belge: 2 105. “
“ “ “ “ Dosya: 3, Belge: 3. İçişleri Bakanı Rüştü
Kazım Yücelen’in yanıtı, T.B.M.M. Başkanlığı’na 26.6.2001 tarih ve 155508
sayılı yazı ile sunulmuştur. 106. Şahsımın da, Çağdaş Eğitim Vakfı Danışmanı
sıfatıyla katıldığı, çok sayıda sivil toplum kuruluşu başkanının yeraldığı
S.T.K.B. Heyeti, Yücelen’in nezaket dışı davranışlarına muhatap kalarak, mevcut
önyargıyı bir kez daha algılamışlardır. Örneğin, Bakan, “mensubu olmakla gurur
duyduğu” Türk Demokrasi Vakfı’nın, Türkiye’de yasadışı faaliyet gösteren Alman siyasal
parti vakıflarından Konrad Adenauer Vakfı ile ilişkilerinin yasallığı (!)
konusunda yanıt vermekten kaçınmıştır. Aynışekilde, Hükûmetinin resmi muhatabı
olan Emek Platformunun yasallığına niye itiraz edilmediği sorusuna da karşılık
vermemiştir. Fethullahçılara karşı faaliyet göstermemek koşuluyla, çok sayıda
sivil toplum örgütünün oluşturduğu platformlara kesinlikle ses
çıkarılmamaktadır. Sekreteryasını Tarih Vakfı’nın üstlendiği, AB ülkelerinden
önemli ölçülerde proje bedeli (!) alan S.T.Ö. platformu,
114
periyodik etkinlikler gerçekleştirmektedir. İstanbul Barosu,
İnsan Hakları Derneği, Komkar, İnsan Hakları Vakfı, Mazlum-Der, SODEV, TOSAV
gibi kuruluşların ayrı ayrı ya da müştereken düzenledikleri siyasal etkinlikler
nedeniyle, ne Valiliklerde, ne Emniyet Müdürlüklerinde, ne Vakıflar Genel
Müdürlüğü’nde, ne Maliye Bakanlığı’nda, ne de Cumhuriyet Savcılıklarında
eşzamanlı-planlı operasyonlara maruz kalmamaktadırlar. Mevcut uygulamaya
bakıldığında, etnik-dinsel bölücülük başta olmak üzere, yabancılarla her türlü
işbirliği gibi olgular, fethullahçı istihbaratçılar ve işbirlikçileri açısından
hiçbir önem taşımamakta, “suç” olarak algılanmamaktadır. Artık anlaşılmıştır
ki, devletin içine sızmaya çalışan fethullahçılar, devletin gücünü, devleti
savunanlara karşı kullanma evresine geçmişlerdir... 107. Daha sonra, S.T.K.B.
aynı adla dernek olarak kurulmuştur.
Kurucu Başkanı ise, Haşmet Atahan’dır. 108. Özel Arşiv, Ç.E.V.-Dezenformasyon
Klasörü, Dosya: 3, Belge:3. 109.
“Tüm bu hazırlıkların sonucunu görmek için düğmeye basıldığında ilk
hedef belli olmuştur: Çağdaş Eğitim Vakfı Başkanı ve Sivil Toplum Kuruluşları
Platformu Dönem Başkanı, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim
Görevlisi Sayın Gülseven Yaşer. Sayın Yaşer ile ilgili fabrikasyon haberleri
içeren tamamı düzmece haber metninin yayın merkezi ise, ABD'de New
Jersey'dedir. Bu ne rastlantıdır ki, yayın merkezinin adresi, Fethullah
Gülen'in Ankara'da yargılandığı 2 No.lu Devlet Güvenlik Mahkemesi'ne sunduğu
ikamet adresi ile aynıdır. Bu metnin
dağıtımını yapan fethullahçı gruplardan birinin moderatörü de yine ne rastlantı
ki, Zaman gazetesinde Ferhat Barış kod adıyla köşe yazarlığı yapan bir
mürittir. Cemaat yöneticileri (imamları), bu düzmece haber metnini onbinlerce
adrese gönderirken, olası bir tazminat davasına muhatap olmamak için kendi periyodiklerinde yayınlamaktan
kaçınmıştır. Halk deyimi ile bu ikiyüzlülük, namertlik, sadece bu düzmece haber
metninden ibaret mi kalmıştır. Elbette ki hayır!.. İşte, en acı olanı, cemaatin
devlet içinde mevcut yaptırım gücünü kullanmasıdır. Nasıl mı?.. İşte
belgesi: ‘12.12.2000 Tarihinde
Çağdaş Eğitim Vakfına, T.C. Başbakanlık Vakıflar Genel Müdürlüğü Vakıflar
İstanbul Bölge Müdürlüğü'nden 11.12.2000 tarih ve
B.02.1.13.06.180.903-26/2000/3648-1 sayılı yazı gelir. Yazıda, Vakıflar Genel
Müdürlüğü'nün (15.11.2000) tarih ve (24418) sayılı araştırma talimatı ile
Vakıflar Bölge Müdürlüğü'nün (30.11.2000) tarih ve (3648) sayılı görev emri
gereğince, araştırma ve tahkikata esas teşkil etmek üzere; 1- 1.01.1999-1.12.2000 tarihlerini ihtiva
eden zaman içerisinde, Vakfınıza bağış yapan özel ve tüzel kişilerin (yurt
içinden ve yurtdışından) isimlerinin, bağış tarihlerinin ve bağış makbuzu
numaralarının listesini, 2-
Yukarıda belirtilen tarihler içerisinde, Vakfınızın burs verdiği
öğrencilerin isimlerinin ve hangi öğrenciye hangi miktarda burs verildiğinin,
3- Vakfınızın Yönetim Kurulu,
Denetim Kurulu ve diğer organlarında (çalıştırılan personel dahil) halen
görevli bulunanların isimlerini ve ifa ettikleri görevlerini, 4- Vakfınızın hangi banka şubelerinde
hesaplarının bulunduğunu ve bu
hesapların 1.01.1999-1.12.2000 tarihleri arasındaki işlemleri (hesaba
yatırılan ve çekilen para hareketlerini) gösteren hesap ekstrelerinin, herhangi
bir şüphe ve tavzihe sebebiyet vermeyecek şekilde yazılı olarak 15.12.2000 Cuma
günü saat 16.00'ya kadar, aşağıda belirtilen adrese intikal ettirilmesini rica
ederim". 110. İster istemez yargılarsınız, bir kısmı
Fethullahçılara ait olmak üzere, Türkiye'de laik düzene karşı mücadele amacıyla
kurulmuşşeriatçı nitelikli bini aşkın vakıf var; üstelik bunların bazıları,
‘okuma odası’, ‘temsilcilik’, ‘lokal’ gibi farklı adlarla tüm ülke çapında
örgütlenmiş durumdalar. Sadece Fethullahçı
vakıfların, her ay ‘himmet parası’ adı altında halktan yasadışı
yöntemlerle trilyonlar topladıkları ve yine yasadışı yöntemlerle bunları
çantalı kuryelerle yurtdışındaki okulların finansmanı için gönderdikleri
biliniyor. Bugüne kadar bunların hangisi böyle bir soruşturma geçirdi? Bini
aşkın Cumhuriyet düşmanı vakıf içinde, Çağdaş Eğitim Vakfı gibi Cumhuriyetin
temel değerlerine sahip çıkan ve özellikle de Fethullahçı kadrolara karşı
onurlu ve cesur mücadele veren kaç vakıf var? Türkiye'de şeriatçı kadrolaşmanın
en yoğun biçimde gerçekleştiği kamu kurum ve kuruluşlarının başında gelen
Vakıflar Genel Müdürlüğü, acaba kendi içindeki bu zararlı unsurları tasfiye
etti de sıra şimdi Çağdaş Eğitim Vakfına mı geldi? Kamuoyuna devlet ve rejim
yanlısı olarak kendini tanıtmaya çalışan Vakıflar Genel Müdürü bu soruşturmadan
ne ölçüde haberdar? Değilse, sorumluları kim? Fethullahçılar için müthiş
denilebilecek istihbari bilgileri içeren bu
115
soruşturmada elde edilecek belgelerin, sözkonusu Cumhuriyet
düşmanı cemaate sızdırılmaması mümkün mü? Yangından mal kaçırırcasına niçin
sadece üç günlük süre veriliyor, bu süre rutin mi, yoksa Çağdaş Eğitim Vakfı
için özel mi? Vakıflar Genel Müdürü'nün bu ve benzeri soruları açıklaması,
sorumlular hakkında yasal işlem başlatması ve kurum içindeki Fethullahçı
bağlantılı elemanlara görevden el çektirmesi gerekiyor”. Geniş bilgi için bkz.
Dr. Necip Hablemitoğlu, “Fethullah Gülen’in Son Yazıları Çerçevesinde
Fethullahçılar ve Hizbullahçılar”, Yeni Hayat, 76: 21-24, Şubat 2001. 110 Fethullahçı istihbaratçıların bu
dezenformasyon belgesinde, isimler ve kuruluşlar gerçektir. Aradaki
bağlantılar, “yakıştırılmıştır”. Ancak, vahim bir hata yapılarak, “Çağdaş
Eğitim Vakfı”nın adı, “Çevre Eğitim Vakfı” olarak geçirilmiştir. Hasım kuruluşun
tam adını bilmeyen fethullahçı istihbaratçıların, uydurdukları ayrıntılar
kadar, Fethullah Gülen’e dolaylı övgüleri de dikkat çekmektedir. Bu mesaj,
internet ortamında onbinlerce adresin yanısıra, faks yoluyla da çok sayıda
ilgiliye ulaştırılmıştır. İnternetteki tartışma gruplarına da yönlendirilen bu
mesajın, Zaman gazetesi yazarlarından Ferhat Barış kod adlı müritin
moderatörlüğündeki gruptan çıktığı görülmektedir. 111.
Işık TV, Kanal 7, Samanyolu TV, Zaman ve Yeni Şafak’ta yayınlanan düzmece
programın metni, yayını müteakip, ekteki tam çözümü ile birlikte (toplam 24
sayfa) sanık Fethullah Gülen’in avukatları vasıtasıyla Ankara 2 No.lu DGM’ye
sunulmuştur. Düzmece haber Işık TV’de 4 Mayıs 2002 gecesi saat: 23.00’de
yayınlanmış; 6 Mayısta Fethullah Gülen’in avukatlarına, Atlas Yayıncılık
Ticaret A.Ş. adına Galip Umut Özdil tarafından ek bir yazı ile ulaştırılmıştır.
Işık TV, yabancı ve küreselleşmeci, AB’den proje destekli Sivil Toplum
Örgütleri ile ilgili olarak şahsımı özel bir program davetiyle Ankara
Stüdyosuna çağırmış; yaklaşık yarım saatlik bir çekim süresince açıklamalarımı
yayınlamak yerine, sadece görüntümü ve bir iki cümlemi düzmece programın
yayının başında birkaç saniye kullanmıştır. Işık TV’ye gönderdiğim protesto
metni aynen şöyledir: “Kanalınızın 04 Mayıs 2002 tarihli ‘Özel Haber’ isimli
programında, Türkiye’de faaliyet gösteren yabancı vakıflar ile ilgili olarak
yaptığım açıklamaların istenilen
bölümlerinin yer aldığı ve haberin bütünlüğüne açıkça monte edilmiş görüşlerime
de yer verildiği görülmüştür. Özel Haber’de, danışmanlığını yapmakta olduğum
Çağdaş Eğitim Vakfı ve Vakfın Başkanı Gülseven Yaşer ile ilgili olarak asılsız
bir takım suçlamalarda bulunulmuştur. Israrlı talepleriniz ertesinde, haberin
bütünlüğü ile ilgisi olmayan ve başka bir konu hakkında yaptığım açıklamaların,
çalışmalarını yakından takip ettiğim ve kamuoyunun bütününün bu konuda
takdirini kazanan Sayın Gülseven Yaşer’e yönelik açık komploda yer almasını
esefle kınıyorum. Sayın Gülseven Yaşer tarafından gereken açıklamanın
tarafınıza yapılmış olmasına rağmen, bu tarihe kadar gerçeklik kanalınızdan
yayınlanmamış olup, kamuoyunun tam ve doğru şekilde bilgilenmesi konusundaki
duyarlılığımın bu konuda da devam edeceğinin tarafınızdan bilinmesini rica
ederim. 10.05.2002. Necip Hablemitoğlu”. 112. Özel Arşiv, ÇEV-Dezenformayon
Klasörü, D: 9, Belge: 1. 113.
“Yaklaşık 2 yıldan bu yana süren Fethullah Gülen davasının suç ve delil
uyduran bir organizasyon tarafından yönlendirildiği iddia edildi. Ankara 2 No.lu Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde devam
eden davanın dünkü duruşmasında mahkemeye üç ayrı dilekçe sunan Gülen’in
avukatı Abdülkadir Aksoy, müvekkilinin Çağdaş Eğitim Vakfı Başkanı Gülseven
Güven Yaşer ile arkadaşlarının başına çektiği organizasyonun komplolarına maruz
kaldığını söyledi. Fethullah Gülen’in ‘terör örgütü kurmakla’ suçlanmasının
arka planda ideolojik gerekçelerle kurulan bir iftira organizasyonunun
bulunduğunu kaydeden Av. Aksoy, bu organizasyonun bir yandan montaj kasetler
hazırlayarak gazete ve dergilerde yazılar yayınlattığını, bazı kamu görevlileri
ile irtibat kurarak gerçek dışı raporlar hazırlanmasını sağladığını savundu”.
Haberin tam metni için bkz. “Gülen Aleyhinde Delil Uyduranlar Var”, Zaman,
02.07.2002. Ayrıca bkz. “Gülen Davasında ÇEV Sorusu”, Yeni Şafak, 02.07.2002;
“PKK, Gülen’i Mahkûm Ettirmeye Çalıştı”,
Zaman, 07.05.2002; “Gülen Davasında İlginç Gelişme”, Milli Gazete, 07.05.2002.
114. Sözkonusu karar, Ankara 2 Nolu
DGM’nin 01.07.2002 tarihli 14. celsesinde alınmıştır. 115. “Şehit Aileleri”ni temsilen 33 kişi adına
Ankara DGM Cumhuriyet Başsavcılığı’na suçduyurusunda bulunan Av. Mehmet Emin
Bağcı, dilekçesinde talep konusunu şöyle belirtmiştir: “04.05.2002 Tarihinde
Işık Tv’de saat 23.00’teki programda yayınlanan Çağdaş Eğitim Vakfı Başkanı
Gülseven YAŞER’in terör örgütü PKK’lı öğrencilere parasal yardımda (burs)
bulunduğuna dair iddia ile ilgili hadisenin Sayın Başsavcılığınızca resen
soruşturularak, Işık Tv’de yayınlanan iddiaların doğruluğunun kanıtlanması
halinde sanık
116
Gülseven YAŞER vee kasette adı geçen şahıslar hakkında Terör
Örgütü PKK’ya Yardım ve Yataklık suçlarından TCK’nın 169. maddesi ve 3713
sayılı Terörle Mücadele Kanunu uyarınca haklarında kamu davası açılması
istemidir”. Dilekçenin tam metni için bkz. Özel Arşiv, Çev-Yargı Klasörü, D: 3,
B: 2. Ayrıca haber metni için bkz. “Şehit Aileleri, Çadaş Eğitim Vakfı Başkanı
Hakkında Suç Duyurusunda Bulunacak”, Zaman, 10.05.2002. 116. İfadenin tam metni
için bkz. Özel Arşiv, ÇEV-Yargı Klasörü, D: 2, B: 11. 117. Çağdaş Eğitim Vakfı Başkanı Gülseven
Yaşer’in, Komiser Bayram Özbek hakkındaki şikâyet dilekçesi, İstanbul Emniyet
Müdürlüğü Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü’nde 20.05.2002 tarih ve 14188 sayı
ile kayıt işlemi görmüştür. Dilekçenin tam metni için bkz. Özel Arşiv,
ÇEV-Yargı Klasörü, D: 3, B: 5. 118.
“ “ “
“ “ D: 3, B: 1.
119. “ “
“ “ “ D: 1, B: 9.
120. “ “
“ “ “ Tutanak Dosyası, B: 1. 121. “
“ “ “ “ “ “ B: 2.
122. “ “
“ “ “ “ “ B: 5.
123. “ “
“ “ “ D: 2, B: 2.
124. Tuncay Özkan,
“Oyun İçinde Oyun Var”, Milliyet, 09.06.2002. 125. Özel Arşiv, ÇEV-Yargı
Klasörü, D: 5, B: 1-5. 126. “ “
“ “ “ D: 7, B: 1.
127. “ “
“ “ “ D: 7, B: 3. Karşı tarafın bu takipsizlik kararına
itirazları, Ankara 1 No.lu DGM’nde kabul edilmiştir. 128. “Adalet’te Şok Rapor: 250 İrticacı Memur
Var”, Hürriyet, 07.09.2000. 129.
“İrtica İşi Zor”, Hürriyet, 02.09.2000. 130. “Şeriatçılığa Hizmet”, Hürriyet, 07.09.2000.
131. “Yargıda Yobaz da Var, Bölücü de”,
Sabah, 04.09.2000. 132. “107
Milletvekili Fethullahçı”, Cumhuriyet, 02.09.2000. 133. “Sezer: Fethullahçı Valiler Var”,
Cumhuriyet, 08.09.2000. 134. Özel Arşiv, Fethullah Gülen-Deşifre Klasörü, D: 2,
B: 1 135. Fehmi Koru, “Maalesef, Nuh
Mete Yüksel de...”, Yeni Şafak, 05.09.2000. 136. Tuncay Özkan, “Adalet bakanı, Hukuk, Şantaj
ve Bir Kaset”, Milliyet, 12.06.2002. 137.
Saygı Öztürk, “Tantan Savcıya Şantajı Açıkladı, Star Yazdı, DGM
Belgeledi”, Star, 08.06.2002.
138. Özel Arşiv, Özel Klasör: 1, D: 1, B: 1. 139. Dr. Necip Hablemitoğlu, “Fethullah Gülen’in
Son Yazıları Çerçevesinde Fethullahçılar ve Hizbullahçılar”, Yeni Hayat, 76:
21-24, Şubat 2001. 140. Özel Arşiv, İmamlar Klasörü, D: 1, B: 1. 141. Özel
Arşiv, İmamlar Klasörü, D: 1, B: 2. 142. Özel Arşiv, İmamlar Klasörü, D: 2, B:
1-3. 143. Özel Arşiv, İmamlar Klasörü, D: 3, B:1. 144. Kaçakçılık ve Organize
Suçlarla Mücadele, (Ankara:1998), s. 75.
145. Özel Arşiv, Telekulak Klasörü, D: 1,
B: 7. 146. Özel Arşiv, Telekulak
Klasörü, D: 1, B: 1. 147. Ayrıntılı
bilgi için bkz. Aydoğan Vatandaş, “Krizin Aslı, Bilican-Saral Kavgası”,
http://aksiyon.com.tr/arsiv/236/pages/dosyalar/dos3.html 148. Özel Arşiv,
Telekulak Klasörü, D: 1, B: 4. 149. Özel Arşiv, Telekulak Klasörü, D: 2, B: 1. 150. Özel Arşiv, Telekulak
Klasörü, D: 1, B: 2. 151. Özel Arşiv, Telekulak Klasörü, D: 2, B: 3-6.
152. Osman Ak’ın yargı dokümanları
arasında yer alan, şu beyanları dikkat çekmektedir: “Emniyet Genel müdürlüğü’nün
organize suçlarla yoğun mücadele konseptinin ve MGK kararlarını konu olan gizli
şeriatçı unsurlarla mücadele yaklaşımının ayrılmaz bir parçası olarak, Ankara
İstihbarat Şube Müdürlüğünde yasa ve meslek kuralları ile oluşmuş meslek
teamülleri doğrultusunda görev yapılmıştır. Suç ve suçlulara karşı yürütülen bu
yasal zemindeki mücadele esnasında, yasal olmayan faaliyetlerinden dolayı
doğrudan zarar gören ve zarar görme tehlikesini hisseden kişi ya da kurumlar ne
yazık ki teşkilat içerisindeki
tarafımızdan da tespit edilmiş BAZI GİZLİŞERİATÇI UNSURLARIN desteğini alarak
etkiledikleri medya kuruluşlarıyla beraber doğrudan saldırıya geçmişler, gerek
teşkilat üst kademelerinde gerekse kamuoyu önünde bizleri önceden mahkûm ederek
istedikleri önyargıyı oluşturmuşlardır. Bu saldırı sırasında
117
bir taraftan Cumhurbaşkanlığı’nın, Başbakanlığın,
Bakanlıkların, tüm medya kuruluşlarının, gazetelerin, siyasi partilerin,
aydınların, Emniyet Teşkilatının, MGK’nın, Genelkurmay’ın, Jandarma
Teşkilatı’nın, Demokratik Kitle Kuruluşlarının telefonlarının dinlendiğini,
hizmet dışı sorgulandığını iddia ederken, olay ve olayların yargı aşamasına
intikal edeceğini de hesaplayarak, Yargıtay’ın, Danıştay’ın, bazı yargı
mensuplarının da telefonlarının dinlendiğini ve sorgulandığını iddia ederek,
telefon sorgulamasının ne olduğunu, niçin yapıldığını bilmeyen ve bilemeyecek
durumda olan her derecedeki kurum, kuruluş, kişi ve kişiler nezdinde savunmasız
bırakılmamızı sağlamışlardır. 1999 yılı Ocak ayından itibaren başlayan ve Haziran
1999’da açığa alınmamla sonuçlanan olayımız bir bütün olarak ele alındığında,
bu saldırıyı organize edenlerin amacı açıkça anlaşılacaktır. Emir ve
talimatlarla başladığımız Fetullah Gülen soruşturması ne yazıktır ki,
‘soruşturanların soruşturulmasına’ dönüşerek sonraki dönemlerde bu takiyeci
örgütlenmeyi soruşturacaklara da gözdağı verilmiştir.... Ancak çalışma tamamlanmadan, örgütün yönetim
kadroları ve mali kaynaklarına yönelik çalışma sürecine girildiği anda, istihbarat
hizmetlerinden ilişiğim kesilmiştir.
Kendi söylemleri ve yazıları ile amaç ve stratejisini açıkça
belgeleyerek ortaya koyduğumuz din istismarcısı ve rejim düşmanı bir oluşuma
yönelik ‘Planlıİstihbarat Operasyonu’ hedeflerken, operasyon hazırlıkları
duruvermiş, elde edilen hasılalar ve ön çalışmalar ise, ‘gerçek dışı, iftira
amaçlı olarak hazırlanmış bir rapor’ iftirasışeklinde karşımıza aleyhte delil
olarak çıkartılmıştır”. Özel Arşiv,
Telekulak Klasörü, D: 1, B: 5. 153. Özel Arşiv, Telekulak Klasörü, D: 2, B:8.
154. Muharrem Sarıkaya, “Fethullah
Hoca’nın Emniyet Planı”, Hürriyet, 24 Haziran 1999. 155. Güngör Mengi, “Hoca Nereye?”, Sabah,
19.06.1999. 156. Saygı Öztürk,
“İçişleri Bakanlığı, 38 Emniyetçiyi Cezalandırdı”, Star, 01.04.2000. 157. Tuncay Özkan, “Montaj O Kadar İyi ki Hayrete
Düştüm”, Milliyet, 08.06.2002. 158.
Saygı Öztürk, “Emniyetçileri Fethullah Gülen Raporu Çarptı”, Star,
18.10.2000. 159. Saygı Öztürk,
“Fethullah Hoca İçişleri’ni de Ele Geçirmiş”, Star, 22.06.1999. 160. Tuncay Özkan, “3 Bin Polislik Bir Liste”,
Radikal, 01.02.2001. 161. Tuncay Özkan,
“Silah Oyunu Tutmadı”, Milliyet, 23.04.2001. 162. Saygı Öztürk, “Müfettişlerin ‘Fethullah
Raporu’nu Açıklıyoruz I ve II”, Star, 30-31.8.2000. 163. “Polisin Bilgisayarı TarikatçıŞirketlerden
Alınıyor”, Aydınlık, 17.01.1999.
164. Hikmet Çiçek, “Devlete Sunulan Rapor: Fethullah
Emniyet’i Ele Geçirdi”, Aydınlık, 10.01.1999.
165. Saygı Öztürk,
“Türkiye’yi Sarsan Belge”, Star, 14.07.2002. 166. Ercüment İşleyen, “Poliste Bitmeyen Kavga”,
Milliyet, 15.06.1999. 167. Ayşe
Yıldırım, “Emniyette Gülen Parmağı”,
Cumhuriyet, 28.06.1999. 168.
Saygı Öztürk, “Emniyette Çifte Skandal”, Star, 21.06.1999. 169. Sertaç Eş, “Cemaatler Emniyeti Kuşattı”,
Cumhuriyet, 16.07.1999. 170. Sertaç Eş,
“Fethullahçılık Devlet Eliyle Devlet Gözünden Kaçırılıyor”, Cumhuriyet,
16.10.1999.
171. Saygı Öztürk,
“Savaş Baltaları”, Star, 26.09.1999.
172. Tuncay Özkan, “Valiye Çirkin
Tuzak”, Milliyet, 20.04.2001. 173. İlhan Demir, “Vali’nin Gazabı”, Sabah,
23.07.2001.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder