İÇİNDEKİLER
TAKDİM
BİR TAVZİH
AVRUPA’NIN FİKİR DÜNYASI VE YAŞAYIŞINDAN YAYILAN TESİRLER
YENİ ALDATMALARA DİKKAT!
AVRUPA’NIN ZENGİNLİĞİ NEYE DAYANIYOR?
AVRUPA EDEBİYATININ TAHLİLİ
AVRUPA ASLINDA IRKÇIDIR
KADERİN HÜKMÜ VE TAKLİTÇİLİK
MASKELİ AVRUPA’NIN GERÇEK YÜZÜ
HAKİKİ MÜRTECİ KİMDİR?
AVRUPA KANUNLARINDAN MEDET UMMAK YANLIŞTIR !
AVRUPA İSLÂM’A KATILMAYA MUHTAÇTIR
“MİM”SİZ AVRUPA MEDENİYETİNİN BUGÜNÜ !
AVRUPA MEFTUNLUĞU
AVRUPA ÜFLÜYOR BİZ OYNUYORUZ
AVRUPA MEDENİYETİ BURADA TUTUNAMAZ
AVRUPA’NIN YEDİĞİ SEMAVÎ TOKATLAR
RİSALE-İ NUR’UN AVRUPA İLE MÜCADELESİ
AVRUPA’NIN YAYDIĞI ŞÜPHELERİ RİSALE-İ NUR DEF’EDİYOR
AVRUPA’NIN HÜCUMUNA KARŞI CİHAD EDENLER
AVRUPA’YA BOYKOT
NUR TALEBELERİ VE AVRUPA
AVRUPA’NIN MÜSBET YÖNLERİ
AVRUPA FENNE DİNSİZCE BAKMAKTAN VAZGEÇMELİ
MÜSLÜMANLAR AVRUPA’YA HÂKİM OLARAK GİRMİŞLERDİR
YAHUDİ VE HRİSTİYANLARLA DOSTLUK MESELESİ
İSLÂM-İSEVÎ İTTİFAKININ ZAMANI VE ŞARTLARI
İSLÂM BİRLİĞİ
BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİ VE İSLÂM BİRLİĞİ
İSLÂM BİRLİĞİ NEDİR?
İTTİHAD-I İSLÂM’IN ŞARTLARI
İSLÂM MİLLİYETİ
ŞURA VE MEŞVERET
ESASLARDA İTTİFAK ETMEK
ÜLKENİN KURTULUŞU KUR’ANA SAHİP ÇIKMAKLA OLUR
DEMOKRATLAR DEVRİNDE İSLÂM BİRLİĞİ DÜŞÜNCESİ
DEMOKRATLIK ŞARTLARI
İSTİKBALDE İSLÂM BİRLİĞİ
DİNDAR HRİSTİYANLARLA İTTİFAK
DİYANET İŞLERİ REİSLİĞİ
DOĞU’YA BÜYÜK BİR İSLÂM ÜNİVERSİTESİ
İSLÂM BİRLİĞİ’NDE RİSALE-İ NUR’UN ROLÜ
EHL-İ BEYT VE SEYYİDLER CEMAATİNİN, İSLÂM BİRLİĞİ’NİN
TEŞEKKÜLÜNDEKİ VAZİFESİ
SONSÖZ
TAKDİM
Avrupa Birliğine girmek hususunda, müslümanlar tarafından
muhtelif fikirler ileri sürülmektedir. Bizler şahsi kanatımızı beyan etmek
yerine Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin telif etmiş olduğu Risale-i Nur
Külliyatından tesbit edebildiğimiz yerleri nazara vereceğiz
. Herkes istediği
gibi şahsi görüş, kanaat beyan edebilir. Fakat Risale-i Nur adına, Bediüzzaman
Hazretleri namına konuşurken dikkat etmek mecburiyeti vardır. Evvelâ samimi
olarak inandıktan sonra, bütün Külliyatın nazara alınması gerekmektedir. Bir
tek bahsi ele alıp da hüküm çıkarmaya gidenler hem aldanır hem aldatırlar.
Bu çalışmamızda biz meselenin bütün yönlerini ortaya koymaya
çalışacağız. Konumuz olan Avrupa Birliği’ne dahil olmanın mahiyeti nedir?
Zararı nedir? Kârı nedir? Bütün bu hususlar, müsbet ve menfî yönleriyle ele
alınacaktır.
İkinci kısımda ele alınacak konu ise Müslümanın gönlünde,
fikrinde devamlı olması gereken İslâm Birliği düşüncesidir.Halbuki Risale-i
Nur Külliyatında, kuvvet kaynağımız olan İslâm Birliği, çokça nazara verilmiş
ve "farz-ı ayn" diye hükümlendirilmiştir. Maalesef bu düşünce ve
büyük hedef, gerek müslümanların yazdığı kitaplarda, gerekse basın yayın
kuruluşlarında, radyo ve tv lerde hiç işlenmemekte veya nadiren ele
alınmaktadır. Bu mesele yani İslâm dünyasının istiklâliyet sebebi olan İslâm
Birliği mevzuu adeta unutturulmak isteniyor gibi bir manzara görünüyor.
BİR TAVZİH
Eğer denilse ki, Avrupa ve Avrupa Birliği gibi meseleler,
siyasî, içtimaî ve dünyevî meselelerdir. Risale-i Nur’un vazifesi ise uhrevî,
imanî ve manevîdir. Avrupa Birliği gibi dünyevî meselelerle meşgul olmak,
Nurculuk mesleğine aykırıdır. İlh…
Her meselede olduğu gibi, bu sualin cevabını da yine Risale-i
Nur’dan bulmalıyız. Evet, Avrupa’dan gelen ve getirilen bid’alardan,
dalâletlerden, dünyaperestlik ve sefahetlerden insanları ikaz ve irşad etmek ve
def-i mefasid kaidesiyle medeniyet-i sefihenin çirkinliğini ve sefih medeniyet
taraftarı olan cereyanların İslâm dünyasına karşı düşmanlıklarını gösterip o
câzibedar sefahetlerden nefret verdirip insanları kurtarmak, Risale-i Nur’un
ehmmiyetli bir vazifesidir. Çünkü ahirzaman fitnesinin tahribatını tamir etmek
asrın müceddidine aittir. Evet, Risale-i Nur külliyatının muhtelif yerlerinde
Risale-i Nur’un vazifelerini beyan eden çok ifadeler vardır.
Ezcümle Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
«Bugünlerde, Manevî Bir Muhaverede Bir Sual Ve Cevabı
Dinledim. Size, Bir Hülâsasını Beyan Edeyim:
Biri dedi: Risale-i Nur’un iman ve tevhid için büyük
tahşidatları ve küllî teçhizatları[1] gittikçe çoğalıyor. Ve en muannid bir
dinsizi susturmak için yüzde birisi kâfi iken, neden bu derece hararetle daha
yeni tahşidat yapıyor?
Ona cevaben dediler: "Risale-i Nur, yalnız bir cüz’î
tahribatı ve bir küçük haneyi tamir etmiyor. Belki küllî bir tahribatı ve
İslâmiyeti içine alan ve dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhit kal’ayı
tamir ediyor. Ve yalnız hususî bir kalbi ve has bir vicdanı ıslaha çalışmıyor,
belki bin seneden beri tedarik ve teraküm edilen müfsid âletler ile dehşetli
rahnelenen kalb-i umumîyi ve efkâr-ı âmmeyi ve umumun ve bahusus avam-ı
mü’minînin istinadgâhları olan İslâmî esasların ve cereyanların ve şeairlerin
kırılması ile bozulmağa yüz tutan vicdan-ı umumîyi, Kur’an’ın i’cazıyla ve
geniş yaralarını Kur’anın ve imanın ilâçları ile tedavi etmeğe çalışıyor.
Elbette böyle küllî ve dehşetli tahribata ve rahnelere ve yaralara, hakkalyakîn
derecesinde, dağlar kuvvetinde hüccetler, cihazlar ve bin tiryak hâsiyetinde
mücerreb ilâçlar ve hadsiz edviyeler bulunmak gerektir ki; bu zamanda Kur’an-ı
Mu’ciz-ül Beyan’ın i’caz-ı manevîsinden çıkan Risale-i Nur o vazifeyi görmekle
beraber, imanın hadsiz mertebelerinde terakkiyat ve inkişafata medardır."
diye uzun bir mükâleme cereyan etti. Ben de tamamen işittim, hadsiz şükrettim.
Kısa kesiyorum.» (Kastamonu Lâhikası sh: 30)
Yine bu geniş dairede bid’atların tamiri hakkında bir beyanda
şöyledir:
Evet, «Hazret-i Mehdi’nin cem’iyet-i nuraniyesi, Süfyan
komitesinin tahribatçı rejim-i bid’akâranesini tamir edecek, Sünnet-i Seniyeyi
ihya edecek; yani âlem-i İslâmiyette risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) inkâr
niyetiyle şeriat-ı Ahmediyeyi (A.S.M.) tahribe çalışan Süfyan komitesi,
Hazret-i Mehdi cem’iyetinin mu’cizekâr manevî kılıncıyla öldürülecek ve
dağıtılacak.» (Mektubat sh: 441)
Keza meşhur Beşinci Şua ve Onikinci Söz’ün 1, 2, 3, esasları
ve ve Otuzuncu Söz’ün Birinci Maksadı olan Ene bahsinde Felsefenin mahiyeti,
Yirmidokuzuncu Mektub’un Es’ile-i Sitte Risalesi ve İşarat-ı Seb’a, Onyedici
Lem’a’nın 5. ve 7. Notaları, Yirmiikinci Lem’a ve Ondördüncü Şua’daki mahkeme
müdafaaları gibi daha pek çok bahis ve kısımlar, âhirzaman fitnesi ve ehl-i
dünya ve menfî Avrupaya karşı ümmeti ikaz ve irşad eden bahisler büyük bir
yekün teşkil eder.
Risale-i Nur’un haslar dairesi bu geniş dairelerle bilfiil
meşgul olmaz, fakat ihtiyaca göre bu ders ve ikazları ehline bildirir ve
dersler yaparlar ve tebliğde bulunurlar.
Evet Bediüzzaman Hazretleri bu vazifeye haslar dairesini
tevkil etmiştir. Bir mektubunda diyor ki:
«Şiddetli hastalık ve sair sebeblerin tesiriyle ben Nurcu
kardeşlerimle konuşamadığımdan ve o musahabeden mahrum kaldığımdan benim
bedelime sizler ve Risale-i Nur’un Kur’an medresesinde Yeni Said’e verdiği ders
ve Eski Said’in de Hutbe-i Şamiye ve zeyilleri gibi hayat-ı içtimaiye
medresesinde aldığı dersleri ve konuşmaları bu bîçare kardeşiniz bedeline,
müştak olduğum kardeşlerimle benim yerimde konuşmalarını tevkil ediyorum.»
(Emirdağ Lâhikası-ll sh: 109)
Mezkür Hutbe-i Şamiye eseri hakkında da şöyle diyor:
«Demek bu pek ehemmiyetli ders, zamanı geçmiş eski bir hutbe
değil, belki doğrudan doğruya 1327’ye bedel, 1371’de ve Câmi-i Emevî yerine
âlem-i İslâm câmiinde üçyüz yetmiş milyon bir cemaate hakikatlı ve taze bir
ders-i içtimaî ve İslâmîdir, diye tercümesini neşretmek zamanıdır tahmin
ederim.» (Hutbe-i Şamiye sh: 6)
İşte mezkûr tavsiye mektubu ve Hutbe-i Şamiye. İki Mekteb-i
Musibetin Şehadetnamesi ve Münazarat gibi eserleri ihtiyaca göre nazarlara arz
etmek vazifesi ve Nur’un hizmet hayatında devam etmiş olan bu mânâdaki
tatbikat, geniş daireye bakan tebliğ vazifesinin meşruiyetini gösteriyor.
Keza Bediüzzaman Hazretleri Risale-i Nur’un, nâşir, hâmi,
sahib, vâris, muhafız, bekçi, nöbetçi, Genç Said gibi tavsifatla nazara verdiği
has dairesindeki hizmet heyetinin muarızlara karşı Nur’u koruyacakları gibi,
ikaz, irşad ve tebliğ hizmetleri de vazifeleridir.
Mezkûr vasıflarla yapılan tavsifler, yayınlarımız arasında
bulunan «İman-Hayat-Şeri’at» broşürün 126. Parağrafından 138. Parağrafına kadar
kısmen ve «Risale-i Nur’dan Derlemeler Neşriyatı» kitabında ise tafsilatlı
şekilde tesbitlidir.
AVRUPA’NIN FİKİR DÜNYASI VE YAŞAYIŞINDAN YAYILAN TESİRLER
Bediüzzaman Hazretleri, bugünkü medeniyetin menşei Avrupa
felsefesi olduğunu ve Kur’anla çatıştığını anlatırken diyor ki:
«Medeniyetin ruhu olan felsefe-i Avrupa ve hikmet-i
beşeriyeyi,[2] hikmet-i Kur’anla[3] yirmibeş aded Sözlerde mizanlarla iki
hikmetin müvazenesinde, hikmet-i felsefiye âcize[4] ve hikmet-i Kur’aniyenin[5]
mu’cize olduğu kat’iyetle isbat edilmiştir.» (Sözler sh: 411)
1919 yılında Osmanlı’nın mağlubiyeti dolayisiyle İslâmın en
güçlü koruyucusunun mağlup edilmesi üzerine çok çeşitli ızdıraplar
yaşanmıştır. Bir manevî mecliste olan konuşmaları ve sorulan sualleri
Bediüzzaman Hazretleri nakletmiş ve kitapta yazmıştır. Bu vesile ile Avrupa
medeniyeti üzerine görüşlerini beyan etmiş bulunmaktadır. İslâm Dünyasının batı
medeniyetini kendi isteği ile kabul edemeyişinin sebeplerini anlatan Said
Nursi Hazretleri der ki:
Evet, «Şu medeniyet-i habise ki,[6] biz ondan yalnız zarar
gördük. Ve nazar-ı şeriatta merdud[7] ve seyyiatı hasenatına galebe[8]
ettiğinden; maslahat-ı beşer fetvasıyla mensuh[9] ve intibah-ı beşerle
mahkûm-u inkıraz,[10] sefih, mütemerrid, gaddar,[11] manen vahşi[12] bir
medeniyetin himayesini Asya’da deruhde edecek idik.[13]
Meclisten biri dedi:
–Neden Şeriat şu medeniyeti* reddeder?
Dedim:
–Çünki beş menfî esas üzerine teessüs[14] etmiştir. Nokta-i
istinadı kuvvettir.[15] O ise şe’ni, tecavüzdür.[16] Hedef-i kasdı,
menfaattır.[17] O ise şe’ni, tezahümdür.[18] Hayatta düsturu cidaldir.[19] O
ise şe’ni, tenazu’dur.[20] Kitleler mabeynindeki rabıtası,[21] âheri yutmakla
beslenen unsuriyet ve menfî milliyettir.[22] O ise şe’ni, böyle müdhiş
tesadümdür.[23] Cazibedar hizmeti,[24] heva ve hevesi teşci’[25] ve arzularını
tatmin ve metalibini teshildir.[26]
O heva ise şe’ni,[27] insaniyeti derece-i melekiyeden dereke-i
kelbiyete indirmektir,[28] insanın mesh-i manevîsine[29] sebeb olmaktır. Bu
medenîlerden çoğu, eğer içi dışına çevrilse kurt, ayı, yılan, hınzır, maymun
postu görülecek gibi hayale gelir.
İşte onun için bu medeniyet-i hazıra,[30] beşerin yüzde
seksenini meşakkate şekavete[31] atmış; onunu mümevveh saadete[32][33]
bırakmış. Saadet odur ki, külle ya eksere saadet ola.[34] Bu ise ekall-i
kalilindir.[35]» (Sunühat İşarat Tuluat sh: 39) çıkarmış, diğer onu da
beyne-beyne
«Evet, Avrupa’nın medeniyeti fazilet ve hüda[36] üstüne
tesis edilmediğinden, belki heves ve hevâ,[37] rekabet ve tahakküm[38] üzerine
bina edildiğinden, şimdiye kadar medeniyetin seyyiatı hasenatına galebe[39]
edip ihtilâlci komitelerle kurtlaşmış bir ağaç hükmüne girdiği cihetle, Asya
medeniyetinin galebesine[40] kuvvetli bir medar, bir delil[41] hükmündedir.
Ve az vakitte galebe edecektir.» (Hutbe-i Şamiye sh: 36)
YENİ ALDATMALARA DİKKAT!
Daha asrın başlarında Avrupanın mahiyetini açıklayan
Bediüzzaman Hazretlerini, Avrupanın sebep olduğu iki dünya harbi ve her tarafta
mazlum milletlere yapılan zulümler tasdik etmiştir. şimdi yine insan-sever
(hümanist) gibi görünüp yeni bir asırda bir daha oyalamak istemektedir.
Bugün hayatın bütün sahalarında yaşanan Batı medeniyetinin
kurallarıdır. (!) Bu cemiyette kim ne kadar mutlu ki, daha da bu Batı hayatına
gireceğiz? Onların kendi dünyevî rahatları ise kendilerinedir. Bediüzzaman
Hazretleri Avrupa medeniyetinin menfî tesirlerini şöyle ifade eder:
«Amma şu zamanda, medeniyet-i Avrupa’nın tahakümüyle,[42]
şerait-i hayat-ı dünyeviyenin[43] ağırlaşmasıyla, efkâr[44] ve kulûb[45]
dağılmış, himmet ve inayet inkısam etmiştir." (Sözler sh: 481) felsefe-i
tabiiyenin tasallutuyla,
Avrupa kendi toplumundaki küçük azınlığa geçici bir mutluluk
getirirken bütün insanlığa çeşitli zararlar vermiştir. Asrımızın başlarında
Bediüzzaman Hazretleri Avrupaya şöyle hitab eder:
«Ey beşeri ifsad eden müfsid Avrupa! Beşerin başına
getirdiğin binler belâlardan birtekini söylüyorum, dinle!» (Nur’un İlk Kapısı
sh: 85)diyerek insanlığa verdiği zararları etraflıca anlatır.
Evet, Avrupalı filozoflar müslümanların inancını hedef almış
ve hücum etmişlerdir. İman hakikatları noktasında Avrupa filozoflarının
verdikleri zararlardan ikaz eden bahsin bir kısmında deniliyor ki:
«İmana karşı gelen kâfirlerin ve münkirlerin kesretinin ve
zâhiren çokluğunun kıymeti yoktur. Ve mü’minin yakînine[46] ve imanına hiç
tereddüd vermemek lâzım iken; bu asırda Avrupa feylesoflarının nefy[47] ve
inkârları, bir kısım bedbaht meftunlarına[48] tereddüd verip yakînlerini
izale[49] ve saadet-i ebediyelerini[50] mahvetmiş.» (Şualar sh: 101)
Nakledilen açıklamalarda görüldüğü üzere Avrupa’dan uzak
durmayı telkin eden ikazlara rağmen onlarla hayat birliğine ve onların sosyal
ve hukuki prensip ve kanunlarını taklid etmeye cevaz göstermek, Risale-i Nur
Külliyatındaki anlatılanlara ters düşmek demektir.
Avrupalılar sadece bu asırda değil, bilhassa İslâmiyetle ve
Kur’an hakikatlarıyla asırlardır uğraşmışlardır. 5-6 Asır süresince devam
eden Birleşik Haçlı Seferleri, Avrupa’nın İslâma ve müslümanlara düşmanlığı
neticesiydi. Fakat geçmiş asırlarda dini itirazları fazla revaç bulmamıştı.
Asrımızda ise Kur’anı koruyan kalelerin yıkılmasıyla Avrupa bütün kinini
kusarak İslâm dünyasına materyalist felsefe ile hücum ediyorlar. Fakat Cenab-ı
Hak dinini korumak için Risale-i Nur Hizmetini ihsan ederek milletin imdadına
göndermiştir.
Bu hakikata Üstad Hazretleri şöyle işarat eder:
«Risale-i Nur’un gayet hârika bir cüz’ü olan “Âyet-ül Kübra”
risalesinin beyanı vechiyle: Madem bin seneden beri iman ve Kur’an aleyhinde
teraküm eden[51] Avrupa feylesoflarının itirazları ve şübheleri yol bulup ehl-i
imana hücum ediyor.» (Nur Çeşmesi sh: 176)
İşte Risale-i Nur’da, Avrupa’nın gaddarcasına olan İslâm
düşmanlığı bu tarzda nazara verilip, İslâm dünyasının Avrupa’ya karşı uyanık
olması isteniyor.
Kur’andan aldığı dersle müslümanlara istikameti gösteren
Bediüzzaman Hazretleri, Avrupa’nın müsbet ve menfi olarak iki sınıf olduğunu
nazara vererek müslümana hissilikten uzak kalması dersini vermiştir. Şimdi
bakalım şu anda Avrupada hakim olan zihniyet hangisidir? İsevîliğin hakiki
dini mi, hükmediyor? Bunun cevabı aşağıda açık şekilde veriliyor. Şöyle ki:
«Yanlış anlaşılmasın, Avrupa ikidir. Birisi, İsevîlik din-i
hakikîsinden aldığı feyizle hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nâfi[52]felsefe-i
tabiiyenin zulmetiyle,[53] medeniyetin seyyiâtını mehâsin zannederek[54]
beşeri sefâhete ve dalâlete[55] sevk eden bozulmuş ikinci Avrupa’ya hitap
ediyorum. Şöyle ki: san’atları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları
takip eden bu birinci Avrupa’ya hitap etmiyorum. Belki,
O zaman, o seyahat-i ruhiyede, mehâsin-i medeniyet[56] ve
fünun-u nâfiadan[57] başka olan mâlâyâni ve muzır felsefeyi ve muzır ve sefih
medeniyeti elinde tutan Avrupa’nın şahs-ı mânevîsine karşı demiştim:
Bil, ey ikinci Avrupa! Sen sağ elinle sakîm ve dalâletli bir
felsefeyi[58] ve sol elinle sefih ve muzır bir medeniyeti[59]başını yesin ve
yiyecek!.. tutup dâvâ edersin ki, “Beşerin saadeti bu ikisiyledir.” Senin bu
iki elin kırılsın ve şu iki pis hediyen senin
…Ey sefahet ve dalâletle bozulmuş ve İsevî dininden
uzaklaşmış Avrupa! Deccal[60] gibi birtek gözü taşıyan kör dehân[61] ile ruh-u
beşere bu cehennemî hâleti hediye ettin. Sonra anladın ki, bu öyle ilâçsız bir
illettir ki, insanı âlâ-yı illiyyînden[62] esfel-i sâfilîne[63] atar,
hayvânâtın en bedbaht derecesine indirir. Bu illete karşı bulduğun ilâç,
muvakkaten iptal-i his[64] hizmeti gören cazibedar oyuncakların ve uyutucu
hevesat ve fantaziyelerindir. Senin bu ilâcın, senin başını yesin ve yiyecek!»
(Lem’alar sh: 115)
Böyle dehşetli ifsat hayatına karışmak için kapı açmak, İslâm
milletini nereye doğru iter?
Bediüzzaman Hazretleri iman ve küfür mukayesesini yaptığı
bir eserinin son kısmında Avrupa hakkında şöyle der:
«İşte, binden bir nümune olarak, dehâ-yı felsefînin[65] ve
hüdâ-yı Kur’ânînin[66] verdikleri derslerin derecelerine bak. Evet, iki
tarafın hakikat-i hali, sabıkan beyan edilen tarzla gidiyor. Fakat hidayet ve
dalâlette insanların dereceleri mütefavittir,[67] gafletin mertebeleri de
muhteliftir. Herkes her mertebede bu hakikati tamamıyla hissedemez. Çünkü
gaflet, hissi iptal ediyor. Ve bu zamanda öyle bir derecede iptal-i his etmiş
ki, bu elîm elemin acısını ehl-i medeniyet hissetmiyorlar. Fakat hassasiyet-i
ilmiyenin tezayüdüyle[68] ve her günde otuz bin cenazeyi gösteren mevtin
ikazatıyla[69] o gaflet perdesi parçalanıyor. Ecnebîlerin tâğutlarıyla[70] ve
fünun-u tabiiyeleriyle[71] dalâlete gidenlere ve onları körü körüne taklit edip
ittibâ edenlere[72] binler nefrin ve teessüfler!
Ey bu vatan gençleri! Frenkleri[73] taklide çalışmayınız.
Âyâ,[74] Avrupa’nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten[75] sonra, hangi
akılla onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittibâ edip[76] emniyet
ediyorsunuz?
Yok, yok! Sefihâne taklit edenler, ittibâ değil, belki
şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi
idam ediyorsunuz.
Âgâh olunuz ki,[77] siz ahlâksızcasına ittibâ ettikçe,
hamiyet[78] dâvâsında yalancılık ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibâınız,
milliyetinize karşı bir istihfaftır[79] ve millete bir istihzâdır.[80]»
(Lem’alar sh: 120)
AVRUPA’NIN ZENGİNLİĞİ NEYE DAYANIYOR?
Avrupa’nın dünyanın diğer bütün kıtalarında sömürgelerden, o
milletlerin mallarını ve servetlerini çalarak ve gasp ederek servet sahibi
olduğunu beyan eden Bediüzzaman Hazretleri der ki:
«Âyâ,[81] zanneder misin, bu milletin fakr-ı hali dinden
gelen bir zühd[82] ve terk-i dünyadan gelen bir tembellikten neş’et ediyor? Bu
zanda hata ediyorsun. Acaba görmüyor musun ki, Çin ve Hintteki Mecusî ve
Berâhime ve Afrika’daki zenciler gibi, Avrupa’nın tasallutu[83] altına giren
milletler bizden daha fakirdirler? Hem görmüyor musun ki, zarurî kuttan[84]
ziyade Müslümanların elinde bırakılmıyor? Ya Avrupa kâfir zalimleri veya Asya
münafıkları,[85] desiseleriyle[86] ya çalar veya gasp ediyor.» (Lem’alar sh:
122)
Bediüzzaman Hazretleri, Avrupanın bizim toplumumuzda
aşıladığı bazı fikirler sebebiyle bir kısım kimselerin İslâmiyetten soğumasına
sebeb olduklarını beyan eder. Hatta kendilerinin ilerlemelerini ve
müslümanların geri kalmalarını, kendi üstünlüklerini baskı olarak kullanmak
istediğini açıklar.
Said Nursi Hazretleri ise bu telkinlere karşı müslümanları
uyarır ve der:
«Ey Müslüman! Biri maddî, biri mânevî, Avrupa rüçhanının iki
sebebinin şu netice-i müthişiyle, o neticenin tesir-i muharribanesine[87] karşı,
mevcudiyetimizin hâmisi[88] olan İslâmiyetten elini gevşetme, dört elle sarıl.
Yoksa mahvolursun!» (Sünuhat Tuluat İşarat sh: 60)
Avrupanın maddî açıdan ilerlemesinin iki sebebi olduğunu
beyan eden Bediüzzaman Hazretleri, bunun biri, Avrupa’nın maddi yani coğrafî
vaziyeti, diğeri ve en önemlisi ise yardımlaşma sırrına dayanan istinad
noktasıdır der:
«İşte o nokta-i istinad her taraftan ellerini uzatan
dindaşlarının uruk-u hayatına[89] kuvvet vermeye ve İslâmların en can alacak
damarlarını kesmeye her vakit amade ve dessas, medenî engizisyon taassubu[90]
ile, maddiyyunun dinsizliği ile yoğrulmuş ve medeniyetlerinin galebesi ile
mest-i gurur olmuş[91] bir müsellah[92] kitlenin kışlası veya büyük bir
kilisesi olan Avrupa’nın medeniyetidir.
Görülmüyor mu ki, en hürriyetperver maskesini takan,[93]
(İ.G.) elini uzatıp arıyor. Nerede Hıristiyan bulsa hayat veriyor. İşte Habeş,
Sudan. İşte Tayyar, Artuşi. İşte Lübnan, Huran. İşte Mal Sur ve Arnavut. İşte
Kürd ve Ermeni, Türk ve Rum ilâ âhir.» (Sünuhat Tuluat İşarat sh: 60)
AVRUPA EDEBİYATININ TAHLİLİ
Edebiyat sahasında Avrupanın durumu ve yayın sahasında,
romancılığın, tiyatronun ve sinemanın, Avrupanın tesiriyle cemiyet hayatını
nasıl bozduğunu Risale-i Nur Külliyatında açık şekilde anlatılır.
Avrupa’nın manevî tahribatının vesilelerinden biri de
“güzellik ve aşk, kahramanlık, hakikatı tasvir edip canlandırmak” olarak ifade
edilen ve bu üç sahada işleyen edebiyatı, menfi cihette ve neşir organlariyle
yaptığı ve yaptırdığı ifsadattan insanları ikaz eden Bediüzzaman Hazretleri
diyor ki:
«Avrupa’dan tereşşuh etmiş[94] şu hazır edebiyat romanvâri
nazarla, Kur’ân’da olan letâif-i ulviyet,[95] mezâyâ-yı haşmeti[96] göremez,
hem tadamaz.
Kendindeki mihengi[97] ona ayar edemez. Edebiyatta vardır üç
meydan-ı cevelân;[98] onlar içinde gezer, haricine çıkamaz.
Ya aşkla hüsündür,[99] ya hamâset ve şehâmet,[100] ya tasvir‑i
hakikat.[101] İşte yabanî edepse,[102] hamâset[103] noktasında hakperestliği
etmez.
Belki zalim nev-i beşerin gaddarlıklarını alkışlamakla kuvvetperestlik
hissini[104] telkin eder. Hüsün ve aşk noktasında, aşk-ı hakikî bilmez.
Şehvet-engiz[105] bir zevki nefislere de zerk eder.[106]
Tasvir‑i hakikat maddesinde, kâinata san’at-ı İlâhî suretinde bakmaz,
Bir sıbga-i Rahmânî[107] suretinde göremez. Belki tabiat
noktasında tutar, tasvir ediyor; hem ondan da çıkamaz.
Onun için telkini aşk-ı tabiat olur.[108] Maddeperestlik
hissi, kalbe de yerleştirir; ondan ucuzca kendini kurtaramaz.
Yine ondan gelen, dalâletten neş’et eden ruhun ıztırâbâtına,
o edepsizlenmiş edeb müsekkin,[109] hem münevvim,[110] hakikî fayda vermez.
Tek bir ilâcı bulmuş, o da romanlarıymış. Kitap gibi bir
hayy-ı meyyit,[111] sinema gibi bir müteharrik emvat.[112] Meyyit hayat
veremez.
Hem tiyatro gibi tenasuhvâri,[113] mazi denilen geniş kabrin
hortlakları gibi şu üç nevi romanlarıyla hiç de utanmaz.
Beşerin ağzına yalancı bir dil koymuş, hem insanın yüzüne
fâsık bir göz takmış, dünyaya bir âlüfte fistanını[114] giydirmiş, hüsn-ü
mücerred[115] tanımaz.
Güneşi gösterirse, sarı saçlı güzel bir aktrisi kàrie ihtar
eder.[116] Zahiren der: “Sefahet fenadır, insanlara yakışmaz.”
Netice-i muzırrayı[117] gösterir. Halbuki sefahete öyle
müşevvikane bir tasviri[118] yapar ki, ağız suyu akıtır, akıl hâkim kalamaz.
İştihayı kabartır, hevesi tehyiç eder,[119] his daha söz
dinlemez.
………
Avrupazâde edepse,[120] fakdü’l-ahbaptan,[121]
sahipsizlikten neş’et eden gamlı bir hüznü veriyor; ulvî hüznü veremez.
Zira sağır tabiat, hem de bir kör kuvvetten mülhemâne[122]
aldığı bir hiss-i hüzn-ü gamdar. Âlemi bir vahşetzar[123] tanır; başka çeşit
göstermez.» (Sözler sh: 737)
İşte böyle nefsinin isteklerinin taparcasına esiri olmuş
Avrupa’nın -şimdiye kadar ki taklidinden doğan münasebetlerden- böyle zararları
gözler önünde iken, resmî beraberlik halinde olunca neticenin ne olacağı aşikâr
değil mi? Yüz yıldır, milyonlar müslüman evladının imansız ve şüpheler içinde
ölmesine sebeb olan Avrupa Felsefesi ve Medeniyeti, 1000 yıllık İslâm Ordusu
olan Türk Milletine nasıl önder ve ışık olabilir?
AVRUPA ASLINDA IRKÇIDIR
Avrupanın ırkçılık anlayışı ve bunu İslâm dünyasına sokmaya
çalışması hakkında Bediüzzaman Hazretleri şöyle der:
«Ben اْلاِسْلاَمِيَّةُ جَبَّتِ الْعَصَبِيَّةَ الْجَاهِلِيَّةَ [124] ferman-ı kat’îsiyle, eski
zamandan beri menfi milliyet[125] ve unsuriyetperverliğe,[126] Avrupa’nın bir
nevi firenk illeti[127] olduğundan, bir zehr-i katil[128] nazarıyla bakmışım.
Ve Avrupa, o firenk illetini İslâm içine atmış, tâ tefrika[129] versin,
parçalasın, yutmasına hazır olsun diye düşünür. O firenk illetine(Mektubat sh:
64) karşı eskiden beri tedaviye çalıştığımı, talebelerim ve bana temas edenler
biliyorlar.»
«Fikr-i milliyet şu asırda çok ileri gitmiş. Hususan dessas
Avrupa zalimleri, bunu İslâmlar içinde menfi bir surette uyandırıyorlar, tâ ki
parçalayıp onları yutsunlar.» (Mektubat sh: 322)
b) Birinci Cihan Harbinin sebebi Avrupa’nın ırkçılık
anlayışıdır:
«Hem Avrupa milletleri şu asırda unsuriyet fikrini[130] çok
ileri sürdükleri için, Fransız ve Almanın çok şeâmetli ebedî
adâvetlerinden[131] başka, Harb-i Umumîdeki hâdisât-ı müthişe dahi, menfi
milliyetin nev-i beşere ne kadar zararlı olduğunu gösterdi.» (Mektubat sh:
323)
c) Irkçılık fikriyle bu millete ve vatana hizmet edeceğine
inananlara Risale-i Nur der ki:
«Büyük ejderhalar hükmünde olan Avrupa’nın doymak bilmez
hırslarını, pençelerini açtıkları bir zamanda onlara ehemmiyet vermeyip, belki
mânen onlara yardım edip, menfi unsuriyet fikriyle şark vilâyetlerindeki vatandaşlara[132]
veya cenup tarafındaki dindaşlara[133] adâvet besleyip onlara karşı cephe
almak, çok zararları ve mehâlikiyle[134] beraber, o cenup efradları içinde
düşman olarak yoktur ki, onlara karşı cephe alınsın. Cenuptan gelen Kur’ân
nuru var; İslâmiyet ziyası gelmiş; o içimizde vardır ve her yerde bulunur.
İşte o dindaşlara adâvet[135] ise, dolayısıyla İslâmiyete,
Kur’ân’a dokunur. İslâmiyet ve Kur’ân’a karşı adâvet ise, bütün bu
vatandaşların hayat-ı dünyeviye ve hayat-ı uhreviyesine bir nevi adâvettir.
Hamiyet namına[136] hayat-ı içtimaiyeye hizmet edeyim diye iki hayatın temel
taşlarını harap etmek, hamiyet değil, hamâkattir![137]» (Mektubat sh: 323)
Evet, ırkçılık anlayışı, İslâm dünyasının selamet ve
istiklâliyetinin dayanak noktası olan İslâm Birliğini engeller, Müslümanları
biribirine düşman eder ve çoğukere de etmiştir.
d) Kur’an’ın İslâm bayraktarlığını yapan Türk Milletine
işareti ve mesajı:
«İşte, ey ehl-i Kur’ân olan şu vatanın evlâtları! Altı yüz
sene değil, belki Abbasîler zamanından beri, bin senedir Kur’ân-ı Hakîmin
bayraktarı olarak bütün cihana karşı meydan okuyup Kur’ân’ı ilân etmişsiniz.
Milliyetinizi Kur’ân’a ve İslâmiyete kale yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz,
müthiş tehâcümâtı def ettiniz.[138]
Tâ
يَاْتِى اللَّهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ اَذِلَّةٍ عَلَى الْمُوءْمِنِينَ اَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ يُجَاهِدُونَ فِى سَبِيلِ اللَّهِ
[139] âyetine güzel
bir mâsadak[140] oldunuz. Şimdi Avrupa’nın ve frenk-meşrep[141] münafıkların
desiselerine uyup şu âyetin evvelindeki hitaba mâsadak[142] olmaktan
çekinmelisiniz ve korkmalısınız.» (Mektubat sh: 323)
Burada bahsolunan ayetin evveli, irtidadı ifade eder. Yani
İslâmiyete girdikten sonra dinden ayrılıp başka bir anlayış ve yaşayış tarzına
dönüş yapmaktır ki, en dehşetli bir felâket ve helâkettir.
Evet, «Mevcudiyetimizin hâmisi olan İslâmiyetten elini
gevşetme, dört elle sarıl; yoksa mahvolursun.» (Mektubat sh: 471)
KADERİN HÜKMÜ VE TAKLİTÇİLİK
Batılılaşmanın en rahat tatbikata konulduğu devre olan
1930’lu yıllarda, Bediüzzaman Hazretleri, gerekli ikaz ve tesbitleri yapmıştır.
Bu tesbitlerini nazara almayanlar sonunda maskara olmayı göze almalılar. O
yıllarda yazmış olduğu bir risalesinde şöyle der:
«Avrupa’yı her cihetle taklit ederek, hattâ çok
mukaddesatları o yolda feda ederek hareket ediyorlar. Halbuki her milletin
kamet-i kıymeti[143] başka bir elbise ister. Bir cins kumaş bile olsa, tarzı
ayrı ayrı olmak lâzım gelir. Bir kadına bir jandarma elbisesi giydirilmez. Bir
ihtiyar hocaya tango bir kadın libası giydirilmediği gibi, körü körüne taklit
dahi çok defa maskaralık olur. Çünkü,
Evvelâ: Avrupa bir dükkân, bir kışla ise, Asya bir
mezraa,[144] bir cami hükmündedir. Bir dükkâncı dansa gider, bir çiftçi
gidemez. Kışla vaziyeti ile mescid vaziyeti bir olmaz.
Hem ekser enbiyanın Asya’da zuhuru,[145] ağleb-i
hukemanın[146] Avrupa’da gelmesi, kader-i ezelînin[147] bir remzi,[148] bir
işaretidir ki, Asya akvâmını intibâha[149] getirecek, terakki ettirecek, idare
ettirecek, din ve kalbdir..» (Mektubat sh: 324) Felsefe ve hikmet ise din ve
kalbe yardım etmeli, yerine geçmemeli
Bu kısımda da Avrupa ile İslâm dünyası, aynı anlayış ve
yaşayışta olmadıkları ve olmayacaklarına dikkat çekiliyor.
MASKELİ AVRUPA’NIN GERÇEK YÜZÜ
Avrupa’nın gerçek yüzü ve bizdeki taraftarlarının mahiyeti:
«İstikbalde gelecek nefret ve tahkirden[150] sakınmak için,
şu mahrem zeyil yazılmıştır. Yani, “Tuh o asrın gayretsiz adamlarına!”
denildiği zaman yüzümüze tükürükleri gelmemek için veyahut silmek için
yazılmıştır. Avrupa’nın insaniyetperver maskesi[151] altında vahşî
reislerinin[152] sağır kulakları çınlasın! Ve bu vicdansız gaddarları bize
musallat eden o insafsız zalimlerin görmeyen gözlerine sokulsun! Ve bu asırda,
yüz bin cihette “Yaşasın Cehennem” dedirten mim’siz medeniyetperestlerin[153](Mektubat
sh: 429) başlarına vurulmak için yazılmış bir arzuhaldir.»
HAKİKİ MÜRTECİ KİMDİR?
Bu memleketin gerçek sahiplerini devre dışı bırakarak âdetâ
“el çabukluğu marifet” iyle birde suçlu duruma düşürmeye çalışan zındık
dinsizleri tesbit eden ve müslümanları ikaz eden Said Nursi Hazretleri şöyle
der:
«Eski Said kafasıyla dikkat ettim, kat’iyen gördüm ki:
Siyaseti dinsizliğe âlet yapan ve beşerdeki en dehşetli vahşet ve bedeviliğin
bir kanun-u esasîsine irticaa[154] çalışan ve hamiyet maskesini[155] başına
geçiren gizli İslâmiyet düşmanları gaddarane bir ittiham ile;[156] ehl-i
İslâmiyet ve hamiyet-i diniye ve kuvvet-i imaniye cihetiyle[157] değil dini
siyasete âlet yapmak, belki de siyaseti dine âlet ve tâbi’ yapmakla;[158] tâ
İslâmiyet’in kuvvet-i maneviyesinden bu hükûmet-i İslâmiyeyi tam
kuvvetlendirmek ve dörtyüz milyon hakikî kardeşi arkasında ihtiyat kuvveti
bulundurmak ve bir kısım, zalim Avrupa’nın dilenciliğinden kurtulmak için
çalışanlara, pek haksız olarak irtica[159] damgasını vurup onları memlekete
zararlı tevehhüm etmeleri,[160] yerden göğe kadar hadsiz bir haksızlıktır.»
(Emirdağ Lâhikası-ll sh: 81)
AVRUPA KANUNLARINDAN MEDET UMMAK YANLIŞTIR !
Evrensel hukuk adı altında Avrupa ve Dünya ile beraber
olacağız diye sahte tuzaklara düşen Müslümanları, Bediüzzaman Hazretleri
şiddetle ikaz eder ve kendi şeriat kanunlarımıza dikkati çekip der ki:
«Onüç asır evvel Şeriat-ı Garra teessüs ettiğinden,[161]
ahkâmda Avrupa’ya dilencilik etmek, din-i İslâma büyük bir cinayettir ve
şimale müteveccihen[162] namaz kılmak gibidir.» (Hutbe-i Şamiye sh: 89)
«Kâfirler, hususan Avrupalılar ve bilhassa İngiltere şeytanları
ve Firenk iblisleri, müslümanlara ve ehl-i Kur’ana ebedî can düşmanı ve daimî
muannid hasımlardır.»[163] (B. Mesnevi-i Nuriye: 179)
«Bil ey müslüman! Kâfirlerin medeniyetiyle mü’minlerin
medeniyeti arasında fark budur ki:
Kâfirlerin medeniyeti; dış içe, iç dışa çevrilmiş bir
vahşet-i mahzadır. Zâhirîsi süslü püslü, bâtınîsi çirkin ve pistir. Sureti
me’nus, sîreti muvahhiştir.[164]
Amma mü’minlerin medeniyeti ise bâtını zâhirinden[165] daha
a’lâ ve ahsendir. Manası, suretinden daha tam ve kâmildir. İçinde bir ünsiyet,
bir sevgi, bir muavenet saklıdır.
Bunun sırrı budur ki: Mü’min, sırr-ı iman ve tevhid ile bütün
kâinatın mevcudatı arasında bir uhuvvet ve eczaları mabeyninde -hususan
Benî-Âdem arasında ve bilhassa müslümanlar ortasında- bir ünsiyet ve mütekabil
bir sevgi görüyor. Hem asıl mebde’ ve mazi itibariyle yine her şeyde bir
uhuvvet ve sonunda bir mülâkat ve kavuşmak ve müstakbelde neticenin varlığını
biliyor ve görüyor.
Fakat kâfir ise, küfrün hükmüyle her şeye karşı bir yabanilik
ve ayrılık, belki bir nevi düşmanlık görür ki, âdeta hiç bir şeyde hattâ
kardeşinde de kendisi için herhangi bir menfaati yok görür. Çünki kâfir; uzanıp
giden ezelî bir ayrılış ve sonsuz ebedî bir ayrılık ortasında yalnız nokta
kadar bir buluşma anındaki bir uhuvvetten başka bir uhuvveti görmüyor. Yalnız
bir nevi hamiyet-i milliye yahut gayret-i cinsiye cihetiyle o az zamandaki
kardeşliği şiddet peyda eder. Halbuki o kâfir, zâhiren sevdiği kimseyi de
samimî ve kardeşane bir muhabbet ile değil; belki ancak nefsinin ondaki
menfaatini sever. Amma kâfirlerin medeniyeti içinde görülen bazı insanî
güzellikler ve ruhî yücelikler ise, yine İslâm medeniyetinin
sızıntılarındandır. Ve Kur’anın sayha ve irşadatının in’ikaslarındandır. Veya
semavî dinlerin bâkiye kalan parıltılarındandır.
Eğer bu mezkûr hakikata müşahhas bir misal istersen, hayalin
ile "Nurşin" karyesindeki "Seyda" (K.S.) Hazretlerinin
meclisine git! Ve o zâtın sohbet-i kudsiyesi ile orada izhar edilen İslâm
medeniyetine bir bak! O Zât-ı Kerim’in irşadiyle fukara elbisesine bürünmüş
sultanları veya insan libasını giymiş melaikeleri gör.
Sonra bu hakikatı müvazene etmek üzere Paris‘e de git. Ve
onların büyüklerinin localarına gir, bak! Göreceksin ki, onlar insan
elbisesine bürünmüş birer akrep veya benî-Âdem[166] suretine girmiş birer
ifrittirler.[167]» (B. Mesnevi-i Nuriye: 195)
İleri devletler seviyesine gelmek hatta onlara yol göstermek
için müslümanlığı ve kaidelerini tam yaşamalıyız.
1934 yılında meydana gelen Akdeniz Meselesi münasebetiyle,
Avrupa devletlerinin buradaki hükümeti sıkıştırmasına ve dolayısiyle dindarlara
şiddetli baskı uygulayan bura hükümetinin, bu baskısını hafifleteceğine dair
sorulan suale Bediüzzaman Hazretlerinin cevabı şöyledir:
«Bu yakında İngiliz ve İtalya gibi ecnebîlerin bu hükûmete ilişmesiyle,
eskiden beri bu vatandaki hükûmetin hakikî nokta-i istinadı[168] ve kuvve-i
mâneviyesinin menbaı[169] olan hamiyet-i İslâmiyeyi tehyiç etmekle[170]
şeâir-i İslâmiyenin bir derece ihyâsına[171] ve bid’aların[172] bir derece
def’ine medar olacağı halde, neden şiddetle harp aleyhinde çıktın ve bu
meselenin âsâyişle halledilmesini dua ettin ve şiddetli bir surette
mübtedi’lerin[173] hükûmetleri lehinde taraftar çıktın? Bu ise, dolayısıyla
bid’alara tarafgirliktir.
Elcevap: Biz ferec ve ferah[174] ve sürur ve fütuhat[175]
isteriz—fakat kâfirlerin kılıcıyla değil! Kâfirlerin kılıçları başlarını yesin;
kılıçlarından gelen fayda bize lâzım değil. Zaten o mütemerrid ecnebîlerdir
ki,[176] münafıkları ehl-i imana musallat[177] ettiler ve zındıkları[178]
yetiştirdiler.
…..
Her neyse… Kadîr-i Külli Şey, bir dakikada, bulutlarla
dolmuş cevv-i havayı[179] süpürüp temizleyerek semânın berrak yüzünde ziyadar
güneşi gösterdiği gibi, bu zulümatlı ve rahmetsiz[180] bulutları da izale edip
hakaik-i şeriatı güneş gibi gösterir ve ucuz ve dağdağasız[181] verebilir. Onun
rahmetinden bekleriz ki, bize pahalı satmasın. Baştakilerin başlarına akıl ve
kalblerine iman versin, yeter. O vakit kendi kendine iş düzelir.» (Lem’alar sh:
104)
AVRUPA İSLÂM’A KATILMAYA MUHTAÇTIR
Risale-i Nur eserlerinde, İslâm dünyasının her cihetle
ilerlemesi, Avrupa’ya değil dine bağlılıkları derecesinde olduğu ifade edilir.
Mektubat adlı eserde şu ifade var:
«Hem ne vakit ehl-i İslâm dine ciddî sahip olmuşlarsa, o
zamana nisbeten yüksek terakki etmişler. Buna şahit, Avrupa’nın en büyük
üstadı Endülüs devlet-i İslâmiyesidir.
Hem ne vakit cemaat-i İslâmiye dine karşı lâkayt vaziyeti
almışlar; perişan vaziyete düşerek tedennî etmişler.» (Mektubat sh: 324)
Halbuki biz Müslümanların, dinimize bağlılık neticesi olarak
Avrupa milletlerinin bizlere katılacakları ifade edilir.
Evet, «Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin
kemâlâtını ef’âlimizle izhar etsek,[182] sair dinlerin tâbileri, elbette
cemaatlerle İslâmiyete girecekler; belki küre-i arzın bazı kıt’aları ve
devletleri de İslâmiyete dehâlet edecekler.[183]» (Hutbe-i Şamiye sh: 24)
Başka din mensuplarının İslâmiyete çoklukla katılacaklarını
bildiren Bediüzzaman Hazretleri, bunun da şartları olduğunu bildirir.
«Hem zaman-ı saadetten şimdiye kadar hiçbir tarih bize
bildirmiyor ki, bir Müslüman muhakeme-i akliyesiyle başka bir dini, İslâmiyete
tercih etmiş olsun ve delil ile başka bir dine dahil olmuş olsun. Dinden
çıkanlar var, o başka mesele… Taklit ise, ehemmiyetsizdir. Halbuki edyân-ı
saire müntesipleri[184] mutlaka fevc fevc,[185]Eğer biz doğru İslâmiyeti ve
İslâmiyete lâyık doğruluğu ve istikameti göstersek, bundan sonra onlardan fevc
fevc dahil olacaklardır.» (Münazarat sh: 45) muhakeme-i akliye ile ve
burhan-ı kat’î ile daire-i İslâmiyete dahil olmuşlar ve olmaktadırlar.
Felsefeye bağlı olan Avrupa’nın İslâmiyete katılması
gereğini açıklayan çok önemli bir ifede de şöyledir:
«Âlem-i insaniyette,[186] zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar iki
cereyan-ı azîm, iki silsile-i efkâr,[187] her tarafta ve her tabaka-i
insaniyede dal budak salmış iki şecere-i azîme hükmünde; biri silsile-i
nübüvvet ve diyanet,[188] diğeri silsile-i felsefe ve hikmet,[189] gelmiş
gidiyor. Her ne vakit o iki silsile imtizaç ve ittihad[190] etmişse, yani
silsile-i felsefe silsile-i diyanete dehalet edip[191] itaat ederek hizmet
etmişse, âlem-i insaniyet parlak bir surette bir saadet, bir hayat-ı içtimaiye
geçirmiştir. Ne vakit ayrı gitmişlerse, bütün hayır ve nur silsile-i nübüvvet
ve diyanet[192][193][194]» (Sözler sh: 538) etrafında toplanmış ve şerler ve
dalâletler felsefe silsilesinin etrafına cem olmuştur.
“MİM”SİZ AVRUPA MEDENİYETİNİN BUGÜNÜ !
ll. Meşrutiyet devrinde Osmanlı’daki hürriyet havasından çok
ümitlenen ve bu şer’î hürriyetten İslâm âleminin müsbet yönde etkileneceğine
inanan ve bütün müslümanlara bu hususlarda dersler veren Bediüzzaman
Hazretleri, 1950 den sonra sorulan soruya verdiği cevap şöyledir:
«İkinci sual: Sen eskiden şarktaki bedevî aşâirde seyahat
ettiğin vakit,[195] onları medeniyet ve terakkiyata çok teşvik ediyordun.
Neden kırk seneye yakındır medeniyet-i hâzıradan “mim’siz” diyerek hayat-ı
içtimaiyeden çekildin, inzivaya sokuldun?
Elcevap: Medeniyet-i hâzıra-i garbiye,[196] semavî kanun-u
esasîlere muhalif[197] olarak hareket ettiği için seyyiatı hasenatına,
hatâları, zararları, faydalarına râcih[198] geldi.[199] olan istirahat-i
umumiye ve saadet-i hayat-ı dünyeviye bozuldu. İktisat, kanaat yerine israf ve
sefahet; ve sa’y[200] ve hizmet yerine tembellik ve istirahat meyli galebe
çaldığından, biçare beşeri hem gayet fakir, hem gayet tembel eyledi…
Medeniyetteki maksud-u hakikî
……
Elhasıl: Medeniyet-i garbiye-i hâzıra, semavî dinleri tam
dinlemediği için, beşeri hem fakir edip ihtiyacatı ziyadeleştirmiş. İktisat ve
kanaat esasını bozup israf ve hırs ve tamahı ziyadeleştirmeye, zulüm ve harama
yol açmış.
Hem beşeri vesait-i sefahete teşvik etmekle, o biçare muhtaç
beşeri tam tembelliğe atmış, sa’y ve amelin şevkini kırıyor. Hevesata, sefahete
sevk edip ömrünü faydasız zayi ediyor.
Hem o muhtaç ve tembelleşmiş beşeri, hasta etmiş. Su-i
istimal ve israfatla[201] yüz nevi hastalığın sirayetine, intişarına[202]
vesile olmuş.
Hem üç şiddetli ihtiyaç ve meyl-i sefahet ve ölümü her vakit
hatıra getiren kesretli hastalıklar ve dinsizlik cereyanlarının o medeniyetin
içlerine yayılmasıyla intibaha gelip uyanmış beşerin gözü önünde ölümü idam-ı
ebedî suretinde gösterip her vakit beşeri tehdit ediyor, bir nevi cehennem
azâbı veriyor.
İşte bu dehşetli musibet-i beşeriyeye karşı Kur’ân-ı Hakîmin
dört yüz milyon talebesinin intibahıyla[203] ve içinde semavî, kudsî kanun-u
esasîleriyle bin üç yüz sene evvel gösterdiği gibi, yine bu dört yüz milyonun
kendi kudsî esasî kanunlarıyla[204] beşerin bu üç dehşetli yarasını tedavi
etmesini; ve eğer yakında kıyamet kopmazsa, beşerin hem saadet-i hayat-ı
dünyeviyesini, hem saadet-i hayat-ı uhreviyesini kazandıracağını;[205] ve
ölümü, idam-ı ebedîden çıkarıp âlem-i nura bir terhis tezkeresi göstermesini;
ve ondan çıkan medeniyetin mehasini, seyyiatına tam galebe edeceğini;[206] ve
şimdiye kadar olduğu gibi dinin bir kısmını, medeniyetin bir kısmını kazanmak
için rüşvet vermek değil, belki medeniyeti ona, o semavî kanunlara bir
hizmetkâr, bir yardımcı edeceğini, Kur’ân-ı Mu’cizi’l-Beyânın işârât ve
rumuzundan anlaşıldığı gibi, rahmet-i İlâhiyeden şimdiki uyanmış beşer
bekliyor, yalvarıyor, arıyor.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 100)
Demek İslâm milleti, Kur’an (3:110) âyetinde belirtildiği
üzere, bütün milletlere kemalat dersinde örnektir. Böyle şerefli bir milletin
İslâm haricindeki milletlere dahil olmaya çalışması ve bizi içlerine alacaklar
diye sevinmesi düşünülemez.
Bu kahraman milletin yapısına uygun bir yol takip edilmezse
neticesinin ne olacağı vecizevî bir şekilde şöyle ifade edilir:
«Tarîk-ı gayr-ı meşru[207] ile bir maksadı takib eden,
galiben maksudunun[208] zıddıyla ceza görür, Avrupa muhabbeti gibi gayr-ı
meşru[209] muhabbetin akibetinin mükâfatı,[210][211]» (Mektubat sh: 472)
mahbubun gaddarane adavetidir.
AVRUPA MEFTUNLUĞU
Kulağını Avrupa’ya dayamış ve her hususta oradan
geleceklerle hayatını şekillendirenlere Bedüzzaman Hazretleri şöyle der:
«Biri çıksa dese, “Koca Avrupa’nın bu kadar hükeması[212]
şu hakikat-i imaniyeyi inkâr ediyorlar. Bizim iki hocamızın sözü nasıl tercih
ediliyor?”
Ey biçare nâdân![213] Mesele hiç öyle değil. Bu söze hiç
hakkın yok. Belki bu mesele, hiç ehil olmadıkları meselelerde nâ-ehil birkaç
fuzulînin[214] hadsiz ehl-i ihtisasa[215] karşı söz söylemesidir.
Bir iki hoca dediğin, milyarlar beşerin güneşleri hükmünde
olan Şeyh Geylânî, İmam-ı Gazalî, Muhyiddin-i Arabî, Şâh-ı Nakşibend, İmam-ı
Rabbanî gibi ehl-i ihtisasın icmâlarıdır ki,[216]Koca Avrupa hükeması
dediğin, maddeperest, akılları gözlerine sukut etmiş, mâneviyattan
uzaklaşmış şems-i hakikatten[217] ve hilâl-i haktan âmileşmiş,[218][219]
san’atkârlardır. o hakikati görmüşler, gösteriyorlar. hakkı görmedikleri
için hakkı nefyeden, haddinden tecavüz etmiş
Yani, bazı gözü hasta olan kimse, güneşin ziyasını; ve
vücudu hasta olan kimse de, suyun tadını inkâr ediyorlar.[220]»(Nur’un İlk
Kapısı sh: 100)
Bediüzzaman Hazretleri gerek verildiği mahkemelerde gerekse
bulunduğu yerlerde İslâm sembolü olan kıyafetini değiştirmemiştir, başını
açmamıştır. Bu meseleyle alâkalı bir soruya verdiği bir cevapta der ki:
«Ben de dedim: Onyedi milyon değil, belki yedi milyon da
değil, belki rızasıyla ve kalben kabulüyle ancak yedi bin Avrupaperest[221]
sarhoşların kıyafetlerine ruhsat-ı şer’iye[222] ve cebr-i kanunî
cihetiyle[223] girmektense; azimet-i şer’iye ve takva cihetiyle,[224](Şualar
sh: 290) yedi milyar zâtların kıyafetlerine girmeyi tercih ederim.»
«Ehl-i medeniyetin terakki diye zu’mettikleri[225] şey,
ancak bir sukuttur.[226] Ve iktidar diye zannettikleri iş, ancak bir
ibtizaldir, bayağılıktır[227] ve intibah[228] diye dem vurdukları emir, ancak
nevm-i gaflette bir batmaktır. Ve nezaket dedikleri mes’ele, nifakî bir
riyadır.[229] Ve zekâvet[230] diye gururlandıkları keyfiyet, ancak şeytanî
desiselerdir.[231] Ve insaniyet[232] diye tahmin ettikleri şey, ancak
insaniyetin hayvaniyete bir inkılabıdır.[233]» (B. Mesnevi Nuriye sh: 210)
Risale-i Nur Külliyatında dikkati çeken bir husus da şudur
ki, Bediüzzaman Hazretleri “Medeniyet-i hazıra…, medeniyet-i meş’ume…,
medeniyet-i habise…, medeniyet-i sefihane…, mimsiz medeniyet…” gibi tabirler
kullanarak Avrupa medeniyetini, insanlığa hakiki saadet getiren gerçek
medeniyet olan İslâm medeniyetinden ayırır ve der ki:
«Medeniyet-i hazıra[234] itibariyle görüyoruz ki; şu
medeniyet-i meş’ume[235] öyle gaddar bir düstur-u zulüm beşerin eline vermiş
ki, bütün mehasin-i medeniyeti sıfıra indiriyor. Melaike-i kiramın اَتَجْعَلُ فِيهَا مَنْ يُفْسِدُ فِيهَا وَ يَسْفِكُ الدِّمَاءَ [236] deki endişelerinin sırrını
gösteriyor.» (Sünuhat Tuluat İşarat:24)
Avrupa meftunlarının aldatıcı bir kıyas ile müslümanlığı ve
müslümanları tezyif etmelerine karşı mü’minleri uyaran Bediüzzaman Hazretleri
bu aldatılıcılığı şöyle açıklar:
«Yoksa, biri Avrupa’nın mehasinini mesâvimizle[237] ve
telâhuk-u efkârın semeratını[238] bizim bir şahsın semere-i sa’yi
ile,[239][240] muvazene etmekle, Hıristiyanlığın malı olmayan medeniyeti ona
mal etmek,[241] ona dost göstermek, feleğin ters dönmesine delildir.
insafsızca, aldatıcı cerbezeyle İslâmiyetin düşmanı olan tedennîyi
Avrupa’ya şedit bir meftuniyet[242] ve milletine karşı amik
bir nefret[243] hissiyle, kendini Avrupa’nın veled‑i
nâmeşruu[244] ve aldatıcı cerbezenin neticesi olan hicv-i âsiyane,
müfteriyane,[245] namus-şikenane[246] ile, kendi firavniyetini ve zımnen medih ve gururiyetini ve bilmediği
halde İslâma düşmanlığını göstermekle beraber, fir’avniyet, enaniyet, gurur
hükmüyle, milletine karşı şer’an, aklen, hikmeten mükellef olduğu hiss-i
şefkat yerine hiss-i tahkir,[247] meyl-i incizab yerine meyl-i nefret,[248]
meyelân-ı muhabbet yerine irade-i istihfaf,[249] temayül-ü ihtiram yerine
meyelân-ı teçhil,[250] arzu-yu merhamet yerine arzu-yu taazzum,[251] seciye-i
fedakâri yerine temayül-ü infiradı ikame[252] edip, hamiyetsizliğini,
asılsızlığını gösterdiğinden, nazar-ı hakikatte öyle bir câni ve menfur olur
ki, meselâ, birisi Paris’te, sefahet âleminde bir âlüfte madamın kametinde
istihsan ettiği[253] bir libası, camide muhterem bir hocaya giydirmeye
çalışmak gibi bir hareket-i ahmakane ve câniyanede bulunur. Zira hamiyet
ise,[254] muhabbet, hürmet, merhametin netice-i zaruriyesidir. Onsuz olmaz ve
illâ yalandır, sahtekârlıktır. Nefret, hamiyetin zıddıdır. gösterdiği gibi,
fikr-i ihtilâl ve meyl-i tahrip
Mutaassıplara hücum eden Avrupa’nın kâselisleri,[255]
herbiri yüz mutaassıp kadar meslek-i sakîminde[256] mütaassıptır. Bunlardan
birisi Shakespeare medhinde ettiği ifratı, şayet bir hoca o ifratı Şeyh
Geylânî medhinde etseydi, tekfir olunacaktı.[257]
Heyhat! Bunların neresinde millete muhabbet ve millet için
hamiyet?
Esefâ![258] Heyet-i içtimaiyeyi faaliyet ve harekete götüren
çok ukde-i hayatiyelerden,[259] bizde inkişafa başlayan yalnız fikr-i
edebiyat,[260] bahusus şâirâne, müfritâne, edepşikenâne, hodpesendâne[261] olan
fikr-i hiciv ve arzu-yu tahkirdir.[262]
[263] وَ لاَ يَغْتَبْ بَعْضُكُمْ بَعْضًا Tedib-i hakikîye karşı edepsizliktir ki, birbirine
saldırıyor. Fakat millete ve İslâmiyete karşı olan târizat-ı
zımniyelerini[264] o kâselislerin[265] yüzlerine çarpmakla beraber, onlar birbirine
karşı dinsizcesine hiciv ve terzilleri[266] ise, kimbilir belki müstehaktırlar
düşünüp, deyip geçmekle iktifa ederiz.
Ben zannederim ki, bu milletin perişaniyetine, fazla
cehaletten ziyade, nur-u kalb ile müterafık[267] olmayan fazla zekâvet-i betrâ[268]
tesir etmiştir. Bence en müthiş maraz asabîliktir. Zira herşeyi haddinden
geçirmekle aksülâmel yaptırır.» (Sünuhat Tuluat İşarat: 61)
Avrupa hayranları Avrupaya laf söyletmezler:
«Bence taassubun[269] en dehşetlisi, bazı Avrupa
mukallidlerinde[270] ve dinsizlerinde bulunur ki; sathî[271] şübhelerinde
muannidane ısrar gösteriyorlar.» (Münazarat sh: 89)
AVRUPA ÜFLÜYOR BİZ OYNUYORUZ
Bilhassa son asırda memleketimizde meydana gelen hareketlerin
çoğu Avrupa’dan idare edildiğini beyan eden Said Nursi Hazretleri, bu durumu
şöyle tesbit eder:
«Avrupa üflüyor, biz burada oynuyoruz. O tenvim ile telkin
eder,[272] biz kendimizden hayal edip, asammâne[273] tahribimizde eser-i
telkini icra ederiz.[274]
“Madem ki menba Avrupa’dadır. Gelen cereyan ya menfî veya
müspettir. Menfîye kapılan harf gibi:
دَلَّ عَلَى مَعْنًى فِى نَفْسِ غَيْرِهِ yahut لاَ يَدُلُّ عَلَى مَعْنًى فِى نَفْسِهِ tarif edilir. Demek bütün harekâtı,
bizzat hariç hesabına geçer. Çünkü iradesi hükümsüzdür. Hulûs-u niyeti fayda
vermez. Bahusus, menfî iki cihet-i zaafla hariç cereyanın kuvvetine bir
âlet-i laya’kıl[275] olur.» (Sünuhat Tuluat İşarat: 46)
Demek Avrupa bize iyi niyetle bakmıyor, istismar ediyor. O
halde onların hükmü altına girmek zarardır.
AVRUPA MEDENİYETİ BURADA TUTUNAMAZ
Birinci Dünya Savaşı sonrası ülkemizde meydana gelen siyasî
ve idarî değişikliklerle getirilmek istenen yeni rejim hakkında tavsiyelerde
bulunan Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri der ki:
«…Ve dâhilî bütün fırak-ı dâlle-i İslâmiye[276], birer
kemmiye-i kalile-i muzırra[277] suretinde mahkûm kaldığı ve İslâmiyet
metanetini ve salabetini sünnet ve cemaatle muhafaza eylediği bir zamanda,
lâübaliyane,[278] Avrupa medeniyet-i habisesinden süzülen bir cereyan-ı
bid’akârane[279] sinesinde[280] yer tutamaz…
…Za’f-ı dine sebeb olan Avrupa medeniyet-i sefihanesi
yırtılmaya yüz tuttuğu bir zamanda ve medeniyet-i Kur’an’ın zaman-ı zuhuru
geldiği bir anda, lâkaydane ve ihmalkârane müsbet bir iş görülmez…
…Yoksa İslâmiyet’ten tecerrüd eden bedbaht, milliyetsiz,
Avrupa meftunu, firenk mukallidlerini avam-ı müslimîne tercih etmek, maslahat-ı
İslâm’a münafî olduğundan; âlem-i İslâm nazarını başka tarafa çevirecek ve
başkasından istimdad edecektir.» (Tarihçe-i Hayat sh: 141)
Bediüzzaman Hazretlerinin üstün tarihî değer taşıyan bu
tavsiyesi açıkça gösteriyor ki, Avrupa’nın pis medeniyetinden uzak durup İslâm
medeniyetinin ortaya çıkmasına çalışmak gerekli ve zaruridir.
«Hakikatlı bir latife: Sultan Süleyman-ı Kanunî, kesretli
kırk çeşme sularını İstanbul’a getirdiği vakit, Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi
ona demiş: “Hilaf-ı şeriat kanunları Avrupa’dan getirdiğin cihetle,(Sikke-i
Tasdik-i Gaybî sh: 161) İstanbul’a öyle bir bok sıçtın ki; o getirdiğin suların
cümlesi üzerinden akıp geçse, yüz senede temizleyemez”.»
Bu hadise, medenî cesaret örneği olduğu gibi İslâm
cemiyetinde yaşanan fikir hürriyetinin de parlak bir tablosudur.
AVRUPA’NIN YEDİĞİ SEMAVÎ TOKATLAR
Avrupa’nın, İslâma ettiği zulümler ve başına gelen belâların
bir kaçını Risale-i Nur şöyle beyan eder:
«Sizin hatırınız ve askerliğiniz endişesi için hâdisat-ı
zamana baktım; kalbime böyle geldi: Menfî esasata bina edilen ve Karun gibi
([281]) اِنَّمَا اُوتِيتُهُ عَلَى عِلْمٍ deyip, ihsan-ı Rabbanî olduğunu
bilmeyip şükretmeyen ve maddiyyun fikriyle şirke düşen ve seyyiatı hasenatına
galib gelen şu medeniyet-i Avrupaiye[282] öyle bir semavî tokat yedi ki; yüzer
senelik terakkisinin mahsulünü yaktı, tahrib edip yangına verdi.
Avrupa zâlim hükûmetleri zulümleriyle, Sevr Muahedesiyle[283]
âlem-i İslâma ve merkez-i Hilâfete ettikleri ihanete[284] mukabil öyle bir
mağlûbiyet tokadını yediler ki; dünyada dahi bir cehenneme girip çıkamıyorlar,
azapta çırpınıyorlar.[285]
Evet, bu mağlûbiyet, aynen zelzele gibi, ihanetin
cezasıdır.» (Kastamonu Lâhikası sh: 16)
«Adalet-i İlâhiye, İslâmiyete ihanet eden mimsiz medeniyete
öyle bir azâb-ı mânevî vermiş ki, bedevîliğin ve vahşîliğin derecesinden çok
aşağıya düşürtmüş. Avrupa’nın ve İngilizin yüz sene ezvâk-ı medeniyesini[286]
ve terakkî ve tasallut[287] ve hâkimiyetin lezzetlerini hiçe indiren
mütemadî[288] korku ve dehşet ve telâş ve buhran yağdıran bombaları başlarına
musallat etmiş.» (Kastamonu Lâhikası sh: 22)
«Şimdi ise dünya servetine ve malına ve o servetle filolar
teşkil edip, hattâ kırk milyon bir millet, o fil gibi filolarla nev-i beşeri
esaret altına almış ve Avrupa medeniyetçileri medeniyetin mehasiniyle,
iyilikleriyle, menfaatleriyle değil, belki medeniyetin seyyiatıyla ve
sefahetiyle ve dinsizliğiyleüçyüzelli milyon müslümanların her tarafta
hâkimiyetlerini imha edip istibdadına serfüru’ etmiş[289] ve bu musibet-i
semaviyeye sebebiyet vermiş.» (Kastamonu Lâhikası sh: 226)
«Harb‑i Umumî neticelerinden
hem âlem-i insaniyet, hem âlem‑i İslâmiyet çok zarar gördüler.
Nev’-i insanın, hususan Avrupa’nın mağrur ve cebbarları,
bilhassa birisi, kuvvet ve gınaya[290] ve paraya istinad ederek firavunane bir
tuğyana girdiklerinden, o hususî insanlar nev-i beşeri mes’ul ediyor diye
insan ism-i umumîsiyle tabir edilmiş.» (Şualar sh: 693)
İşte mezkür beyanların nazara verdiği Avrupadaki zalim
devletlerin İslâm düşmanlığını gözardı edip onlara dostça yanaşmaya cevaz
göstermek Risale-i Nur’un açık beyanlarına muhaliftir ve muhalefettir.
RİSALE-İ NUR’UN AVRUPA İLE MÜCADELESİ
Bütün Avrupa kafirleri İslâma, müslümanlara böyle
saldırmalarına mukabil adeta tek başıyla mücadele eden Bediüzzaman Said Nursi
Hazretleri şöyle diyor:
«Dinsizleriniz dahi içinde bulunan bütün Avrupa toplansa,
Allah’ın tevfikiyle beni o mesleğimin bir mes’elesinden geri çeviremezler;
inşâallah mağlub edemezler!..» (Mektubat sh: 72)
«Ve madem bu asırda Avrupa dinsizleri ve ehl-i dalalet
münafıkları, dehşetli bir surette Kur’ana hücumu hengâmında[291] Risale-i Nur
o seyl-i dalalete[292] karşı mukavemet edip, Kur’anın tılsımlarını keşfederek
hakikatını muhafaza ediyor.» (Şualar sh: 742)
«Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın feyziyle Yeni Said hakaik-i
imaniyeye dair o derece mantıkça ve hakikatça bürhanlar zikrediyor ki değil
müslüman üleması, belki en muannid Avrupa feylesoflarını da teslime mecbur
ediyor ve etmektedir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 159)
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, 1935 yılında Eskişehir
Mahkemesinde yapmış olduğu müdafaanamesinde Avrupa hakkındaki beyanatlarında
der ki:
«Elinize geçen ve nazar-ı teftişinizde bulunan "Fihriste
Risalesi"Risale-i Nur’un her bir cüz’ü, bir âyet-i Kur’aniyenin hakikatını
tefsir eder ve hususan erkân-ı imaniyeye dair âyetleri öyle vuzuhla tefsir
eder ki, Avrupa feylesoflarının bin seneden beri Kur’an aleyhinde
hazırladıkları hücum plânlarını ve esaslarını bozuyor… gösteriyor ki;
…Hem bunu biliniz ki, yirmi-otuz sene evvel bir gazete
gördüm ki, İngilizlerin bir Müstemlekât Nâzırı[293] demiş: “Bu Kur’ân
Müslümanların elinde varken biz onlara hakikî hâkim olamayız. Bunun
kaldırılmasına ve çürütülmesine çalışmalıyız.” İşte, bu kâfir muannidin bu
sözü, otuz senedir nazarımı Avrupa feylesoflarına çevirmişdahildeki
kusuru,[294] Avrupa’nın hatâsı, fesadıdır derim. Avrupa feylesoflarına
hiddet ediyorum, onları vuruyorum. Felillâhilhamd, Risale-i Nur o
muannid[295] kâfirlerin de hülyasını kırdığı gibi, maddiyun, tabiyun
feylesoflarını tam susturur bir vaziyete girmiştir.» (Tarihçe-i Hayat sh: 223)
olduğundan, nefsimden sonra onlarla uğraşıyorum. Dahile bakamıyorum ve
Said Nursi Hazretleri Eskişehir Mahkemesinde, başta mahkemeye
ve arkasında zamanın reislerine “dâhilde ecnebî dolabları hesabına çalışan
mülhidlere” diyerek din esaslarına yapılan hücumların ve dindarlara yapılan
baskıların Avrupa hesabına yapıldığını beyan eder ve hakikattaki hükümet ile
müfsidleri birbirinden ayırır ve der ki:
«Avrupa medeniyet ve felsefesi namına ve belki İngilizlerin
ifsad-ı siyaseti hesabına "Tesettür Âyeti"ne ettikleri itiraza
karşı, gayet kuvvetli ve müskit bir cevab-ı ilmîdir.» (Tarihçe-i Hayat sh: 249)
«Ben, son müdafaatımda beyan etmişim ki; otuz senedir,
Avrupa feylesoflarına ve Avrupa feylesofları hesabına dâhilde ecnebî
dolabları hesabına çalışan mülhidlere karşı muaraza ederek cevab vermişim ve
veriyorum.» (Tarihçe-i Hayat sh: 249)
«Acaba bu Hükûmet-i Cumhuriye, Avrupa medeniyetinin kusurlu
kısmının dava vekilliğine tenezzül eder mi?» (Tarihçe-i Hayat sh: 250)
Kur’anın örtünme, miras ve taaddüd-ü zevcat gibi kat’i ve
kesin hükümlerinin hikmetlerini tefsir eden ve bu gibi hükümlere itirazın
Avrupanın eski hastalığı olduğunu beyan eden Bediüzzaman Hazretleri dahildeki
itirazların da gerçekte Avrupa hesabına olduğunu beyan eder.
«Kur’an-ı Hakîm’in âyât-ı kat’iyesiyle, binüçyüz seneden
beri, milyonlar tefsirlerinde ve halen kütübhanelerde dolu tefsirlerde
لِلذَّكَرِ مِثْلُ حَظِّ اْلاُنْثَيَيْنِ [296]* فَلِاُمِّهِ السُّدُسُ [297]* يَا اَيُّهَا النَّبِىُّ قُلْ ِلاَزْوَاجِكَ [298] * فَانْكِحُوا مَا طَابَ لَكُمْ [299]
ilââhir gibi âyetlerin hakaik-i kudsiyelerini Avrupa
feylesoflarının itiraz ve tecavüzatına karşı otuz seneden beri yazdığım
müdafaat-ı ilmiyemi "Hükûmetin inkılabına, prensibine ve rejimine muhalif
kasdı var" diye beni itham etmek, öyle bir zâhir garaz ve öyle bir esassız
vehimdir ki; buradaki mahkeme-i âdileye taalluk etmeseydi, müdafaa ve cevab
vermeyi lâyık görmezdim.
Hem acaba, eskiden beri bu vatan ve millete zarar
niyetiyle, Avrupa’nın dinsiz komiteleri hesabına ve Rum, Ermeniler cemiyeti
vasıtasıyla dinsizlik ve ihtilâl ve fesat tohumlarını saçan mülhidlere karşı
müdafaat-ı ilmiyem, hangi suretle hükûmet aleyhine alınıyor?» (Tarihçe-i
Hayat sh: 251)
«Evet Bediüzzaman, devletlere milletlere mukabil, değil
yalnız bir yerdeki Firavunlara, bütün Avrupa dinsizliğine karşı tek başıyla
meydan okumuş ve okuyor.» (Tarihçe-i Hayat sh: 693)
«Dalalet-âlûd Avrupa feylesoflarının ve sapkın talebelerinin
bazı müteşabih âyât-ı kerime ve ehadîs-i şerifenin zâhirî manalarını
anlamayarak yaptıkları kasıdlı itirazlara, Risale-i Nur’da aklen, mantıkan
cevablar verilerek, o âyetlerin ve o hadîslerin birer mu’cize oldukları isbat
edilmiştir.» (Tarihçe-i Hayat sh: 696)
«İşte bu zamanda tahribatın manevî olduğuna ve ona karşı
mukabelenin de ancak tamirci manevî atom bombasıyla mümkün olabileceğine kat’î
bir delil olarak üniversitenin mebde’ ve çekirdeği olan Risale-i Nur’un bu
otuz sene içerisinde Avrupa’dan gelen dehşetli dalalet ve felsefe ve dinsizlik
hücumlarına bir sed teşkil etmesidir.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 186)
«Bunun içindir ki, Avrupa’nın felsefî dalaletlerine galebe
ediyor ve cerhedilmez aklî, mantıkî, ilmî hüccetlerle, dünyayı saran Komünizmi
ve Masonluğu kökünden yıkıyor.» (Nur Çeşmesi sh: 169)
«Şimdi ben sizlerden soruyorum: Böyle Avrupa
feylesoflarının(Tarihçe-i Hayat sh: 249) başına ve ecnebî entrikaları hesabına
çalışan dinsiz her bir mülhidin yüzüne indirdiğim kuvvetli ilmî bir tokat,
hangi suretle hükûmet hesabına geçiyor?"
AVRUPA’NIN YAYDIĞI ŞÜPHELERİ RİSALE-İ NUR DEF’EDİYOR
Avrupa dinsizleri, 1950 yılından sonraları memleketimizde
resmen din dersleri okullarda okutulmasıyla buraları bozmak fikriyle hareket etmişlerdir.
«Bundan bir müddet evvel Avrupalı bir feylesof, İstanbul’a
gelerek imam-hatib ve hâfız mektebinde okuyan talebelerde, Kur’an aleyhinde
bir şübhe husule getirmek için bir konferans vermiş. Kur’an aleyhtarı o
feylesof, mezkûr konferansında ‘seb’a semavat’ âyet-i kerimesine ilişerek inkâr
etmek istemiş. "Sema birdir, başka sema yok, fen bunu kabul etmiyor."
demiş. Fakat ertesi gün, Risale-i Nur’un "İşarat-ül İ’caz" arabî
tefsirinde kırk sene evvel ona dair verilen cevabı görünce, devam ettireceği o
konferansları terkederek İstanbul’dan ayrılmaya mecbur kalmış.» (Konferans sh:
61)
Hatta Risale-i Nurun mücadele ettiği birinci muhatap,
Avrupadan gelen bilhassa fikrî sapıklık ve yaşantıda ortaya çıkan sefahat
hayatıdır.
«Harb-i umumî vasıtasıyla, bin seneden beri Kur’ân aleyhinde
terâküm eden[300] Avrupa itirazları ve evhamları âlem-i İslâm içinde yol bulup
yayıldılar. O şübehatın bir kısmı fennî şeklini giydi, ortaya çıktı. Bu
şübehatı ve itirazları bu zamanda def eden, başta Risalei’n-Nur ve şakirdleri
göründüğünden, bu âyet[301] bu asra da baktığından, Risalei’n-Nur ve
şakirtlerine remzen bakmakla beraber, ulema-i müteahhirînin[302] mezhebine göre
اِلاَّ اللَّهُ da vakfedilmez. O halde makam-ı
cifrîsi aynen [303] اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَيَطْغَى nın makamı gibi 1344 ederek Resâili’n-Nur ve
şakirtlerinin meydan-ı mücahede-i mâneviyeye atılmaları tarihine tam tamına
tevafukla onları da bu âyetin harîm-i kudsîsinin içine alıyor.» (Şualar sh:
701)
AVRUPA’NIN HÜCUMUNA KARŞI CİHAD EDENLER
Risale-i Nur hizmetine işaret eden bir ayetin mana-yı işarî
tabakasını tefsir eden Bediüzzaman Hazretleri, Avrupa’nın iç yüzünü tahlil edip
İslâmiyete karşı bitmeyen bir kinle su-i niyet içinde bulunduğunu ortaya koyan
bahiste der ki:
«Sûre-i Tevbe’de
يُرِيدُونَ اَنْ يُطْفِوءُا نُورَ اللَّهِ ِباَفْوَاهِهِمْ وَيَاْبَى اللَّهُ اِلاَّ اَنْ يُتِمَّ نُورَهُ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ
([304]) âyetindeki نُورَ اللَّهِ ِباَفْوَاهِهِمْ وَيَاْبَى اللَّهُ اِلاَّ اَنْ يُتِمَّ نُورَه cümlesi, kuvvetli ve letafetli
münasebet-i mâneviyesiyle beraber şeddeli lâm’lar, birer lâm ve şeddeli mim
asıl kelimeden olduğundan, iki mim sayılmak cihetiyle 1324 ederek, Avrupa
zâlimleri devlet-i İslâmiyenin nurunu söndürmek niyetiyle müthiş bir suikast
plânı yaptıkları ve ona karşı Türkiye hamiyetperverleri,[305] hürriyeti
’24’te[306] ilânıyla o plânı akîm bırakmaya çalıştıkları halde, maatteessüf,
altı-yedi sene sonra, harb-i umumî neticesinde yine o suikast niyetiyle, Sevr
Muahedesinde[307] Kur’ân’ın zararına gayet ağır şeraitle kâfirâne fikirlerini
yine icrâ etmek[308] olan plânlarını akîm bırakmak için Türk
milliyetperverleri cumhuriyeti ilânla mukabeleye çalıştıkları tarihi olan
1324’e, tâ ’34’te, tâ ’54’te tam tamına tevâfukla, o herc ü merc içinde
Kur’ân’ın nurunu muhafazaya çalışanlar içinde Resâili’n-Nur Müellifi ’24’te ve
Resâili’n-Nur’un mukaddematı ’34’te[309] ve Resâili’n-Nur’un nuranî cüzleri ve
fedakâr şakirtleri ’54’te mukabeleye çalışmaları göze çarpıyor. Hattâ
hakikat-i hali bilmeyen bir kısım ehl-i siyaseti telâşa sevk ettiler ve bu
itfâ suikastine[310] karşı tenvir vazifesini tam îfa ettiklerinden, bu âyetin
mânâ-yı işârîsi[311] cihetinde bir medâr-ı nazarı olduklarına kuvvetli bir
emaredir. Şimdi İslâmlar içinde nur-u Kur’ân’a muhalif hâletlerin ekserîsi o
suikastlerin ve Sevr Muahedesi gibi gaddarâne muahedelerin vahim neticeleridir.
Eğer şeddeli mim dahi şeddeli lâm’lar gibi bir sayılsa, o
vakit 1284 eder. O tarihte Avrupa kâfirleri devlet-i İslâmiyenin nurunu
söndürmeye niyet ederek on sene sonra Rusları tahrik edip Rus’un ’93
muharebe-i meş’umesiyle[312] âlem-i İslâmın parlak nuruna muvakkat[313] bir
bulut perde ettiler. Fakat bunda Resâili’n-Nur şakirtleri yerinde Mevlâna
Halid’in (k.s.) şakirtleri o bulut zulümatını dağıttıklarından, bu âyet bu
cihette onların başlarına remzen[314] parmak basıyor. Şimdi hatıra geldi ki,
eğer şeddeli lâm’lar ve mim ikişer sayılsa, bundan bir asır sonra zulümatı
dağıtacak zatlar ise, Hazret-i Mehdînin şakirdleri[315] olabilir. Her ne ise…
Bu nurlu âyetin çok nuranî nükteleri var. [316] اَلْقَطْرَةُ تَدُلُّ عَلَى الْبَحْرِ sırrıyla kısa kestik.» (Şualar sh:
719)
Mezkûr açıklamalar, ikaz ve müdafaalar gösteriyor ki,
Bediüzzaman Hazretleri, Avrupanın siyasî veya aşikâr ifsatlarına karşı
mukabelelerde bulunmuş ve zararlarını önlemeye çalışmıştır.
Menfî Avrupanın yukarıda açıklanan İslâm Âlemine muarız niyet
ve tavırlarına rağmen onlardan nasıl menfaat beklenebilir?
AVRUPA’YA BOYKOT
Bediüzzaman Hazretleri, 1909 yılındaki meşhur 31 Mart
hadisesinde, Sıkıyönetim Mahkemesinde yaptığı müdafaada, İstanbulda bulunan
Doğulu hamalların boykotlarını desteklerken der ki:
«O hamalların, Avusturya’ya karşı, benim gibi bütün Avrupa’ya
karşı* boykotajları ve en müşevveş[317] ve heyecanlı zamanlarda âkılâne
hareketlerinde bu nasihatin tesiri olmuştur. Padişaha karşı irtibatlarını
tâdil etmeye ve boykotajlarla Avrupa’ya karşı harb-i iktisadî[318] açmaya
sebebiyet verdiğimden, demek cinayet ettim ki, bu belâya düştüm.» (Divan-ı
Harb-i Örfi sh: 15)
Üstad Bediüzzaman Hazretleri, bu “Divan-ı Harb-i Örfî”
eserini 1954 yılında tekrar neşrederken baş tarafına “bu müdafaayı, şimdi bu
asra daha muvafık gördük” ve “hayat-ı içtimaiyeyi alâkadar eden çok
hakikatlere temas ettiğinden neşredildi.” diyerek bu müdafaanın ortaya koyduğu
hakikatlerin gelecek zamanlara da baktığına dikkat çekmiştir.
NUR TALEBELERİ VE AVRUPA
Nur’un İlk ve sâdık Talebeleri Avrupaya böyle bakıyorlar:
«Kemal-i ulviyet ve kıymet-i bînihayesini[319] arz u
ifadeden âciz bulunduğum şu Sözler’deki âlî ve azîm üslûb ve gayeler, bu abd-i
pürkusuru[320] ihya ve âdeta "ba’sü ba’delmevt" haline getirdi ve
"Siyah Dut’un Bir Meyvesi" namıyla müsemma, Avrupa meftunlarına
endaht edilen[321] altun topun elmas güllelerini gördüm, hayran oldum.» (Barla
Lâhikası sh: 43)
«Bu hakaikle Avrupa ehl-i dalaletine de meydan okunur,
fikrindeyiz.» (Barla Lâhikası sh: 34)
«Risale-i Nur, lisan-ı hal ile Avrupa meftunu bulunan tek
gözlü Deccal’a[322] "Ya iman et, yahut bütün dünyanın maskarası
olacaksın" diyor.» (Barla Lâhikası sh: 143)
«Öyle de, ondördüncü asrın hâdim-i Kur’an’ı[323] da dokuz
yaşından altmış (seksenaltı) yaşına kadar bilâ-istisna doğrudan doğruya Kur’an
namına hizmet ve hareketi ve zamanın padişahından en canavar reislerine baş
eğmediği, hattâ terakkiyat-ı fenniye[324]Avrupa Devletlerini iskât eden,[325]
zemzeme-i Kur’aniyenin şifahanesinden nebean ederek, onların semlerine karşı
tiryakları şişe değil, mâ-i câri[326] nehirlerle i’lâ-yı kelimetullah eden ve
onların kal’alarını zîr ü zeber[327](Barla Lâhikası sh: 210) ve zihniyede
birinciliği ihraz eden, eden…»
«İnşâallah bu ikinci vuku’da ondördüncü asr-ı Muhammedîde ve
Avrupa terakkiyatı ile iftihar ettiği ve yirminci asır namını alan bu günde,
ehl-i fetretin[328] putperestliğinin daha feci’ bir surete giren
suretperestliğinin[329] kökü kesileceğini, bize ilân ediyordu.» (Barla
Lâhikası sh: 291)
Demokratlar devrinde yazılan aşağıdaki mektub, Nurcuların
Avrupaya bakışlarını ortaya koyması bakımından fikir verebilir. Bediüzzaman
Said Nursi Hazretleri şöyle der:
«Hariç âlem-i İslâm’da Nur’un ehemmiyetli tesire başlaması
ve inkişaf ve intişarı[330] ve buranın siyasîleri Avrupa’ya bir rüşvet olarak
bir derece Avrupalaşmak meylini göstermesi, hariçte zannedilmekle mahkemelerce
Nur’un serbestiyet-i tâmmesi[331] için karar vermek, hariç âlem-i İslâm’da[332]
Nurların hakikî ihlasına böyle bir şübhe gelecekti ki; ya “Nurcular riyakârlığa
mecbur olmuşlar veyahut böyle medenîleşmek fikrinde[333] olanlara
ilişmiyorlar, za’f gösteriyorlar” diye Nur’un kıymetine büyük zarar olduğu
için bu te’hir[334] o evhamları izale eder.[335]» (Emirdağ Lâhikası sh: 107)
Demek Avrupalılaşmak fikri ve meyli, Âlem-i İslâmın bizlere
karşı itimatını sarsar.
AVRUPA’NIN MÜSBET YÖNLERİ
Meselelere tek taraflı bakmamak için Risale-i Nur
Külliyatında Avrupa’nın müsbet tarafına bakan ve beraber olmanın şartları ve
kayıtları nelerdir diye araştırdık; bir kısmını buraya dercediyoruz. Tâ ki
yanlışlara düşülmesin. Kitaba dayanmadan veya yerini göstermeden “Bediüzzamana
göre…, Said Nursi’ye göre…” deyip kendi kanaatini Risale-i Nur’danmış gibi
gösterip, görüş beyan edenler kimseyi yanıltmasınlar.
Bediüzzaman Hazretlerinin yanında yetişmiş merhum Zübeyir
Ağabey’in Risale-i Nur Külliyatında bulunmayan bazı hizmet sahalarında yapılan
tekliflere verdiği cevap şudur: «Kardeşim, bu dediğiniz tarzı ben Risale’de
okumadım, Hazret-i Üstad’dan duymadım. Kafam ise çalışmaz.» diye verdiği cevap
bizler için Risale-i Nurdan alınan aldatmaz ölçüdür.
Risale-i Nur’un heryerde olduğu gibi Avrupada da tesirini
göstermesi.
«Altmış beş sene evvel bir vali bana bir gazete okudu. Bir
dinsiz müstemlekât nâzırı[336] Kur’ân’ı elinde tutup konferans vermiş. Demiş
ki: “Bu İslâmların elinde kaldıkça, biz onlara hakikî hâkim olamayız,
tahakkümümüz[337] altında tutamayız. Ya Kur’ân’ı sukut ettirmeliyiz[338]
veyahut Müslümanları ondan soğutmalıyız.”
İşte bu iki fikirle, dehşetli ifsat komitesi bu biçare
fedakâr, mâsum, hamiyetkâr millete zarar vermeye çalışmışlar. Ben de, altmış
beş sene evvel bu cereyana karşı, Kur’ân-ı Hakîm’den istimdat eyledim.[339]
Hakikate karşı kısa bir yol ve bir de pek büyük bir “Dârülfünun-u İslâmiye” tasavvuru
ile,[340] altmış beş senedir, âhiretimizi kurtarmak ve onun bir faydası olarak
hayat-ı dünyeviyemizi de istibdad-ı mutlaktan ve dalâletin helâketinden[341]
kurtarmaya ve akvam-ı İslâmiyenin mâbeynindeki[342] uhuvvetini inkişaf
ettirmeye[343] iki vesileyi bulduk.
Birinci Vesilesi: Risale-i Nur’dur ki; uhuvvet-i imaniyenin
inkişafına kuvvet-i iman ile[344] hizmet ettiğine kat’î delil, emsalsiz bir
mazlûmiyet ve âcizlik haletinde te’lif edilmesi ve şimdi âlem-i İslâm’ın
ekserî yerlerinde ve Avrupa ve Amerika’ya da tesirini göstermesi ve
ihtilâlcilere ve dinsiz felsefeye ve otuz seneden beri dehşetli bir surette
maddiyyun ve tabiiyyun gibi dinsizlik fikrine karşı galebe çalması ve hiçbir
mahkeme ve ehl-i vukuf dahi onları cerhedememesidir.[345]" (Emirdağ
Lâhikası-ll sh: 223)
AVRUPA FENNE DİNSİZCE BAKMAKTAN VAZGEÇMELİ
«Felsefe fünunu[346] ile ulûm-u diniye[347] birbiriyle
barışsın ve Avrupa medeniyeti, İslâmiyet hakaikıyla[348] tam musalaha
etsin." (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 224)
1908 yılında büyük bir alim olan El-Ezher Üniversitesinin
Rektörü Şeyh Bâhid Efendi Bediüzzaman Hazretlerine sorar:
«Avrupa ve Osmanlılar hakkında ne diyorsunuz, fikriniz
nedir?
…..Buna karşı Bediüzzaman’ın verdiği cevap şu oldu:
…“Avrupa bir İslâm devletine hâmiledir, günün birinde onu
doğuracak. Osmanlılar da Avrupa ile hâmiledir; o da onu doğuracak.» (Tarihçe-i
Hayat sh: 54)
«Nitekim Bediüzzaman’ın dediği gibi; ihbaratın iki kutbu[349]
da tahakkuk etmiş, bir iki sene sonra Meşrutiyet devrinde şeair-i İslâmiyeye
muhalif[350] çok âdât-ı ecnebiyeyi ahzetmek[351] ve gittikçe Türkiye’de
yerleştirmek; ve şimdi Avrupa’da Kur’ana ve İslâmiyete karşı gösterilen hüsn-ü
alâka ve bilhassa bahtiyar Alman milletinde fevc fevc[352] İslâmiyeti kabul
etmek gibi hâdiseler, o ihbarı tamamıyla tasdik etmişlerdir.» (Tarihçe-i Hayat
sh: 54)
Bediüzzaman Hazretleri, aynı mevzuyu 1911 yılında, Şam’da
verdiği hutbede de ifade etmiştir. Aslı Arabça olan Hutbe-i Şamiye kitabını
daha sonra kendisi bizzat tercüme etmiştir. Fakat burada dikkati çeken, Osmanlı
Devleti’nin Avrupa devleti doğurduğunu kesin olarak ifade ederken Avrupa ve
Amerika’nın ne zaman İslâm devleti doğuracağını belirtmemiştir. Ancak biz bunun
şartlarını diğer bahislerden öğreniyoruz:
«İşte Amerika ve Avrupa’nın zekâ tarlaları Mister Carlyle ve
Bismarck gibi böyle dâhi muhakkikleri[353] mahsulât vermesine istinaden, ben
de bütün kanaatimle derim ki:
Avrupa ve Amerika İslâmiyetle hamiledir; günün birinde bir
İslâmî devlet doğuracak. Nasıl ki Osmanlılar Avrupa ile hamile olup bir Avrupa
devleti doğurdu.» (Hutbe-i Şamiye sh: 32)
Bediüzzaman Hazretleri, bilhassa İkinci Dünya Harbiyle meydana
gelen dehşetli devreden sonra, dünyanın bazı devletlerinin Kur’an
hakikatlerini arayacağını beyan etmiştir. Bu hareketlerin Batıda, İskandinav
ülkelerinde veya Amerikada olabileceğini söylemiştir. Fakat "nev-i beşer
bütün bütün aklını kaybetmezse, maddî manevî bir kıyamet başlarına
kopmazsa" diye bir kayıt ve başka kayıtları da koymuştur. Bu güzel
bahisleri okurken ve naklederken bu kayıtlarını da nazara vermek lazım
gelmektedir. Yoksa kişi hem kendisi aldanır ve hem de başkalarını aldatır.
Hazreti-i Üstad, 1950 den sonra yazdığı bir mektupta, bu
mesele hakkında şöyle der:
«Rehber Risalesindeki Leyle-i Kadir meselesi,[354] şimdi hem
Amerika, hem Avrupa’da eseri görülüyor. Onun için, şimdiki bu
hükûmetimizin[355] hakikî kuvveti, hakaik-i Kur’âniyeye[356] dayanmak ve
hizmet etmektir. Bununla, ihtiyat kuvveti[357] olan üç yüz elli milyon
uhuvvet-i İslâmiye ile ittihad-ı İslâm[358] dairesinde kardeşleri kazanır.»
(Emirdağ Lâhikası-ll sh: 54)
Hak ve hakikatı arayan milletlerin olacağını beyan eden bahis,
fakat ”edebilirler ve görebilirlerse“ kaydını nazara almak lazımdır:
«Hem bugünkü dünyadaki ihtilafları halledecek olan; aklen,
fikren terakki etmiş yirminci asır insanlarına hak ve hakikatı anlatabilecek
yepyeni bir ilmî keşfiyatı ve bir teceddüdü Amerika’da, Avrupa’daAlmanya’da,
taharri eden cereyanlar[359] meydana gelmiş; eğer idrak edebilirler ve
görebilirlerse, işte Risale-i Nur Külliyatı… Nitekim bu hakikatın idrak
edilmeye başlandığını gösteren emareler, bahtiyar Alman Milleti içinde görülmektedir.»
(Tarihçe-i Hayat sh: 696) hususan
Kur’an’ın bu zamanda bir mu’cizesi olan Risale-i Nur
Külliyatının okunmasıyla ve kabul edilmesiyle değer kazanabilecek
faaliyetlerden bahseden birkaç ifade:
«Risale-i Nur, Âlem-i İslâmda olduğu gibi Avrupa’da da hüsn-ü
kabule mazhar olmuştur." (Tarihçe-i Hayat sh: 735)
«Delillerin birisi; Avrupa ve Amerika’nın en meşhur
feylesoflarının, Kur’anın emsalsiz ve ayn-ı hakikat bir kitab olduğunu tasdik
etmeleridir.» (Nur Çeşmesi sh: 183)
«Risale-i Nur Avrupa, Amerika ve Afrika’da da hüsn-ü
teveccühe mazhar olmuş; başta bahtiyar Almanya ve Finlandiya olmak üzere,
birçok memleketlerde okunmaya başlanmıştır.» (Tarihçe-i Hayat sh: 711)
«O yirmi mahkeme bir suç bulamıyoruz dedikleri halde ve altı
yüzbin nüshası dâhilde ve hariçte intişar ettiği halde hiç kimseye zarar
vermemesi ve Avrupa’da en yüksek mekteb içinde Nur’un dershanesi diye
ayırdıkları yerde Hristiyanlar dahi onları okuması ve âlem-i İslâm’da gayet
takdir ile intişar etmesi, hattâ Pakistan’da çıkan Es-Sıddık mecmuasının
Risale-i Nur’un bir risalesini neşredip Diyanet Riyasetine göndermesi ve bu
kadar intişarıyla beraber hiçbir âlim ona itiraz etmemesi gibi hakikatlar
gösteriyor ki; elbette Diyanet dairesi Nurları himaye etmek hakikî bir
vazifesidir.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 181)
MÜSLÜMANLAR AVRUPA’YA HÂKİM OLARAK GİRMİŞLERDİR
Bu bahis de çok manidar ve geçmişte müslümanların Avrupayla
münasebetlerini ortaya koyması bakımından çok dikkat çekicidir:
«Fenikeliler Avrupa’ya tüccar, Yahudiler Avrupa’ya mülteci veya
esir olarak girdikleri halde; Müslümanlar Avrupa’ya hâkim olarak girmişler ve
bu Müslümanlar, Kur’an yardımıyla Avrupa’ya irfan meş’alesini[360]
taşımışlardır.
Filhakika Müslümanlar garblılara ve şarklılara felsefe, tıp,
heyet, şiir öğretmişlerdir. Yunan’ın ölü dimağına ve ölü irfanına hayat
vermişler, bütün dünyayı cehalet karanlıkları ihata etmişken her tarafa nur
ifaza eylemişler ve bu itibarla bu insanlar ulûm-u cedidenin temellerini
atmışlardır." (Musevî âlimlerinden Emanoil Düeş, İngilizce "Kuvarterli
Revyo" mecmuasının 254’üncü numarasında "İslâmiyet"
serlevhasıyla yazdığı makaleden)» (Nur Çeşmesi sh: 188)
Avrupaya mâl edilen, beşerin faydalandığı iyilikler hakkında
bir tesbit:
«Bunu da inkâr etmem, medeniyette vardır mehâsin-i
kesire.[361]onlar değildir ne Nasrâniyet[362] malı, ne Avrupa icadı, Lâkin,
Ne şu asrın san’atı. Belki umum malıdır. Telâhuk‑u
efkârdan,[363] semâvî şerâyiden,[364] hem hâcât-ı fıtrîden,[365] hususî şer-i
Ahmedî,[366]
İslâmî inkılâptan neş’et eden[367] bir maldır. Kimse
temellük etmez.[368] (Sözler sh: 714)
Avrupanın İslâm dininden istifade ettiğini beyan eden bahis:
«Filhakika[369] bu âlî din; Avrupa’ya, dünyanın imarkârane
inkişafı için lâzım olan en esaslı kaynakları temin etmiştir…
İslâmiyet, yeryüzünden kalkacak ve bu suretle hiçbir Müslüman
kalmayacak olursa, barışı devam ettirmeye imkân kalır mı? Hâyır.. buna imkân
yoktur!
Gaston Care » (İşarat-ül İ’caz sh: 221)
«Kesb-i medeniyette[370] Japonlara iktida bize lâzımdır ki;
onlar Avrupa’dan mehasin-i medeniyeti[371] almakla beraber, her kavmin mâye-i
bekası[372] olan âdât-ı milliyelerini[373] muhafaza ettiler.» (Divan-ı Harb-i
Örfi sh: 72)
YAHUDİ VE HRİSTİYANLARLA DOSTLUK MESELESİ
Nazar-ı dikkate alınması gereken bir önemli husus da şudur
ki, Bediüzzaman Hazretlerinin beyanlarında zaman mefhumu dikkate alınmalıdır.
Gerçi Risale-i Nurun meseleleri, Kur’an tefsiri olmak hasebiyle bütün
zamanlara bakan yönleri vardır. Fakat mesela devletin dini, Din-i İslâm iken ve
devlet İslâm toplumunu harici ve dahili, maddî ve manevî tehlikelerden korurken
söylenen sözler ve yapılan tavsiyeler, Kur’anın iktidar yönünden koruyucusu
yokken ve İslâm cemiyeti, bütün âlem-i küfrün ve sefahatin hücumuna açıkken
uygulanmaya kalkışılırsa ortaya çok acib garabetler çıkar.
Ve hattâ bilerek veya bilmeyerek, Üstad Bediüzzaman
Hazretleri ve Risale-i Nur Külliyatı hakkında su-i zanlara sebebiyet
verilebilir.
Bu gelen bahiste ll.Meşrutiyet sonrası, Üstad Hazretleri,
1911 yılında, devletin başka din mensublarıyla münasebet ve dostluk meselesi
üzerine der ki:
«S – Yahudi ve Nasara ile muhabbetten Kur’ân’da nehiy
vardır. [374] لاَ
تَتَّخِذُوا الْيَهُودَ وَ النَّصَارَى اَوْلِيَاءَ Bununla beraber nasıl dost olunuz
dersiniz?
C – Evvelâ: Delil kat’iyyü’l-metîn[375] olduğu gibi,
kat’iyyü’d-delâlet [376]olmak gerektir. Halbuki tevil ve ihtimalin mecâli
vardır. Zira, nehy-i Kur’ânî âmm[377] değildir, mutlaktır.[378] Mutlak ise,
takyid olunabilir. Zaman bir büyük müfessirdir; kaydını izhar etse, itiraz
olunmaz. Hem de hüküm müştak üzerine olsa,[379] me’haz-ı iştikakı,[380] illet-i
hüküm gösterir.[381] Demek bu nehiy, Yahudi ve Nasara ile Yahudiyet ve
Nasraniyet olan ayineleri hasebiyledir.
Hem de bir adam zâtı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat
veya san’atı içindir. Öyleyse herbir Müslümanın herbir sıfatı Müslüman olması
lâzım olmadığı gibi, herbir kâfirin dahi bütün sıfat ve san’atları kâfir olmak
lâzım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir san’atı, istihsan
etmekle[382] iktibas etmek neden câiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin olsa
elbette seveceksin![383]
Saniyen: Zaman-ı Saadette bir inkılâb-ı azîm-i dinî vücuda
geldi.[384] Bütün ezhânı[385] nokta-i dine çevirdiğinden, bütün muhabbet ve
adaveti[386] o noktada toplayıp muhabbet ve adavet ederlerdi. Onun için,
gayr-ı müslimlere olan muhabbetten nifak kokusu geliyordu. Lâkin, şimdi
âlemdeki bir inkılâb-ı acîb-i medenî ve dünyevîdir. Bütün ezhânı zapt ve
bütün ukulü meşgul eden nokta-i medeniyet, terakki ve dünyadır. Zaten onların
ekserisi, dinlerine o kadar mukayyed değildirler.[387] Binaenaleyh, onlarla
dost olmamız, medeniyet ve terakkilerini istihsan ile iktibas etmektir.[388]
Ve her saadet-i dünyeviyenin esası olan âsâyişi muhafazadır. İşte bu dostluk,
kat’iyen nehy-i Kur’ânîde dahil değildir.» (Münazarat sh: 31)
Bu bahiste de görülüyor ki, İslâm hakimiyetinde başka din
mensupları ile münasebetler kurulabilir. Onlarla Hrıstiyanlık ve Yahudilik
yönlerinden etkilenmeden, teknik imkanlar noktasında irtibatlar olabilir.
Risale-i Nur Külliyatında çokça bahsedilen, «Asr-ı Saadet’ten şimdiye kadar
hiçbir tarih bize göstermiyor ki; bir Müslümanın muhakeme-i akliye ile ve
delil-i yakînî ile ve İslâmiyete tercih etmekle eski ve yeni ayrı bir dine
girdiğini tarih göstermiyor.» şeklindeki beyandan, bir Müslümanın, Avrupa birliğiyle
ve içiçe olacak hayattan dolayı Hırıstiyan veya Yahudi olacağı düşünülemez.
Fakat esas tehlike, Süfyaniyetin darbeleriyle sarsılmış ve dini bağları iyice
zayıflamış ekseriyetin, sefahet ve ibadetsizlik yüzünden hayat-ı ebediyeleri
mahvolmasıdır. Ayrıca, Müslümanın dünya hayatı noktasında İttihad-ı İslâm
fikri, hayale dahi getirilmemeye çalışılıyor.
İSLÂM-İSEVÎ İTTİFAKININ ZAMANI VE ŞARTLARI
Risale-i Nur Külliyatında çokça bahsedilen “Müslüman
İsevîleri.. hakiki İsevîlik dini… İsevî ruhanileri… Nasara mü’minleri… vs”
gibi tabirleri dikkatli okumak gerekir. O cemiyetin özelliklerini iyi bilmek
ve gelişen bir harekette o vasıflar var mı? yok mu? bakmak lazım.
Bu meselelerden nümune olarak aldığımız bahiste, Bediüzzaman
Hazretleri der ki:
«Âlem-i insaniyette inkâr-ı ulûhiyet niyetiyle[389]
medeniyet ve mukaddesât-ı beşeriyeyi zîrüzeber eden[390] Deccal komitesini,
Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın din-i hakikîsini[391] İslâmiyetin hakikatiyle[392]
birleştirmeye çalışan hamiyetkâr ve fedakâr bir İsevî cemaati namı altında
ve “Müslüman İsevîleri” ünvanına lâyık bir cemiyet, o Deccal komitesini,
Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın riyaseti altında öldürecek ve dağıtacak, beşeri
inkâr-ı ulûhiyetten kurtaracak.» (Mektubat sh: 441)
1946 veya 47 de yazılmış bir mektubunda Üstad Bediüzzaman
Hazretleri, İkinci Dünya Harbi sonrası şekillenen yeni dünya düzeni hakkında
endişe ve ümidi beraber taşıdığını bildirir:
«Yalnız ehemmiyetli bir endişe ve bir tesellî kalbime
geliyor ki:
Bu geniş boğuşmaların neticesinde, eski Harb-i Umumîden[393]
çıkan zarardan daha büyük bir zarar, medeniyetin istinadı, menbaı[394] olan
Avrupa’da, Deccalâne[395] bir vahşet doğurmasıdır. Bu endişeyi tesellîye
medar, âlem-i İslâmın tam intibahiyle[396] ve Yeni Dünyanın,[397]
Hıristiyanlığın hakikî dinini düstur-u hareket ittihaz etmesiyle ve âlem-i
İslâmla ittifak etmesi ve İncil, Kur’ân’a ittihad edip tâbi olması, o dehşetli
gelecek iki cereyana karşı semâvî bir muavenetle[398] dayanıp inşaallah
galebe eder. (Emirdağ Lâhikası-l sh: 58)
Bu beyanda açıkça görüldüğü gibi, Avrupa’dan doğacak
insanlık dışı uygulamalara karşı, İslâm-Hırıstiyan beraberliğinin şartları;
Müslümanların tam uyanması,
Yeni Dünya’nın (Amerika’nın) gerçek Hrıstiyanlığı esas
alması,
İslâm Birliğiyle beraber hareket etmek için anlaşmalar
yapması,
İncil’in de esaslarını içine alan Kur’an’ın hakim olması,
gibi şartları gerektiren kaideler nazara alınmazsa meselenin hakikatı
anlaşılamaz.
Kısım-2
İSLÂM BİRLİĞİ
“Bu zamanın en büyük farz vazifesi İttihad-ı İslâmdır.”
“Azametli bahtsız bir kıt’anın, şanlı tali’siz bir devletin,
değerli sahibsiz bir kavmin reçetesi; İttihad-ı İslâmdır.”
BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİ VE İSLÂM BİRLİĞİ
Orijinal tabiriyle İttihad-ı İslâm yani İslâm Birliği
düşüncesi ve fikriyatı, müslüman ilim ve siyaset adamlarının üzerine çok
düşündükleri ve gerçekleşmesi için çok gayret ettikleri bir mefkuredir. İslâm
mütefekkirleri, maddî ve manevî olarak gerilediğini müşahede ettikleri İslâm Dünyasının
kurtuluşu için bir ümit olarak İslâm Birliğinin aktif olarak devreye girmesini
görmüşlerdir.
Bilhassa 19. asrın sonlarında ve 20. asrın başlarında bu
fikir bazı Müslüman ilim, fikir ve siyaset adamını hareketlendirmiş ve bu
hususta bir çok eserler yazmışlar ve faaliyetler yapmışlardır. Fakat zemin ve
zaman yaver gitmemiş, Avrupa kökenli ideolojiler ve Avrupa meftunu Liderler
İslâm Dünyası’nın daha da dağılmasını sağlamıştır.
İslâm Birliğinin tahakkuku ve aktif olarak uygulanması için
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri çok gayret göstermiştir. Bu
düşüncesini İstanbul’a ilk geldiği 1907 yılından sonra, çeşitli vesilelerle
gerçekçi olarak ortaya koymuş ve tahakkuku için gerekli şartları sıralamış ve
İttihad-ı İslâmın tarifini yapmıştır.
Üç devirde yaşamış olan Bediüzzaman Hazretleri, hep İslâm
Birliği fikrini savunmuş ve Müslümanların kurtuluşunun bu Birliğin
gerçekleşmesinde olduğunu ifade etmiştir.
Yirmibeş sene süren en dehşetli zulüm devrinin sonlarına
doğru, önce iktidarı elinde tutan Halk Partisi idarecilerini ikaz etmiştir. Bu
memlekete, İslâm Dünyası’nın eskideki muhabbet ve kardeşliğini kazanmak için
yönlerini İslâm Dünyası’na çevirmelerini tavsiye etmiştir. Bu ikazları
duymayan o zihniyet, o zamanki anlayışıyla birlikte, tarihin karanlık
sayfalarına gömülüp gitmiştir.
Daha sonraları ehven-üşşer olarak telakki olunan Demokratlar
devri gelmiş ve Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri dine ve dindarlara bir
derece yakın gördüğü bir kısım Demokrat idarecilerine İslam Birliği fikrini çok
daha fazla anlatmıştır. Hattâ, İslâm Birliğinin teşekkülü hususunda detaylı
bilgiler vermiştir. Sadece bilgi vermekle kalmamış, canlı misallerle meseleyi
pekiştirmiştir.
Buna mukabil bazı Demokrat devlet adamları (Menderes gibi),
Hazret-i Üstad’ın bu tavsiyelerini nazara almış ve bazı teşebbüslerde
bulunmuşlardır. CENTO gibi bazı kuruluşuları, İslâm ülkeleriyle birlikte
kurmuşlar ve Bediüzzaman Hazretleri bu faaliyetleri İslâm Birliğinin büyük
bayramının bir başlangıcı olarak kabul etmiştir. Fakat maalesef Demokratların
başına gelen malum hallerden dolayı onlar da bu Birliğin tam tahakkukuna
muvaffak olamamışlardır.
Beynelmilel şer akımların, dönmelerin ve gizli dinsizlerin en
büyük korkusu olan İttihad-ı İslâm fikriyatı, Müslümanlar tarafından devamlı
canlı tutulmalı ve basın ve yayın organlarında neşriyat yapılmalıdır. Şu
zamandaki menfi gibi olan hal-i âlem nazara alınmamalıdır. Nasıl ki bazı
kimseler, kendi ideolojilerinin "ebediyyen var olacağı"nı telkin
ediyorlar, Müslümanlar daha kuvvetle hakiki olarak İslâm Birliğinin gerçekleşeceğine
ve devam edeceğine bin kat daha fazla inanmalı ve İslâm Kardeşliğine çalışmalıdır.
İSLÂM BİRLİĞİ NEDİR?
Bediüzzaman Hazretleri, İttihad-ı Muhammediye (ASM)
hareketini en geniş şekliyle ele alır ve bütün mü’minleri içine aldığını beyan
eder:
«Hem de dediler: “İttihad-ı Muhammediyeye (a.s.m.)[399] dahil
misin?”
Dedim: Maaliftihar! En küçük efradındanım.[400] Fakat, benim
târif ettiğim vecihle… Ve o ittihaddan olmayan, dinsizlerden başka kimdir,
bana gösterin.» (Divanı-ı Harb-i Örfi sh: 11)
Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerine diyorlar:
”Dâima İttihad-ı İslâmdan bahsedersin. Sen bize tarif
et."
Cevaben:
«Lâkin tarif ettiğim ve dahil olduğum ittihad-ı Muhammedînin
(a.s.m.) tarifi budur ki:
Şarktan garba, cenuptan şimale[401] uzanan bir silsile-i nuranî
ile merbut[402] bir dairedir. Dahil olanlar da bu zamanda üç yüz
milyondan[403] ziyadedir. Bu ittihadın cihetülvahdeti ve irtibatı,[404]
tevhid-i İlâhîdir.[405] Peyman ve yemini,[406][407] kàlû belâdan[408] dahil
olan umum mü’minlerdir. Defter-i esmâları[409] da Levh-i Mahfuzdur. Bu
ittihadın nâşir‑i efkârı, umum kütüb-ü
İslâmiyedir. Günlük gazeteleri de, i’lâ-i kelimetullahı[410] hedef-i maksat
eden umum dinî gazetelerdir. Kulüp ve encümenleri,[411] câmi ve mescidler ve dinî medreseler ve zikirhanelerdir.
Merkezi de Haremeyn‑i Şerifeyndir. Böyle
cemiyetin reisi, Fahr-i Âlemdir…[412] imandır. Müntesipleri,
…Elhasıl: Sultan Selim’e biat[413] etmişim. Onun ittihad-ı
İslâmdaki fikrini kabul ettim. Zira, o vilâyat‑ı
şarkiyeyi ikaz etti. Onlar da ona bîat ettiler. Şimdiki şarklılar, o zamanki şarklılardır. Bu
meselede seleflerim,[414] Şeyh Cemaleddîn-i Efganî, allâmelerden Mısır
müftüsü merhum Muhammed Abduh,Ali Suâvi, Hoca Tahsin ve ittihad-ı İslâmı hedef
tutan Namık Kemal ve Sultan Selim’dir ki, demiş: müfrit âlimlerden
İhtilâf u tefrika endişesi
Kûşe-i kabrimde[415] hattâ bîkarar[416] eyler beni.
İttihadken savlet-i a’dâyı[417] def’e çaremiz,
İttihad etmezse millet, dağ-dar[418] eyler beni.
Yavuz Sultan Selim» (Divanı-ı Harb-i Örfi sh: 19)
İttihad ismini almakla birlikte ittihad etmeye mani olan
tutum sergileyen İttihad Terakki Cemiyeti hakkında Bediüzzaman Hazretlerinin
beyanı:
«Herkesin şevkini kıran ve neş’esini kaçıran ve
ağrazlar[419] ve taraftarlıklar hissini uyandıran ve sebeb-i tefrika[420]
olan ırkçılık cemiyat-ı akvamiyeyi[421] teşkiline sebebiyet veren ve ismi
meşrutiyet ve mânâsı istibdat olan ve İttihad ve Terakki ismini de lekedar eden
buradaki şube-i müstebidaneye[422] muhalefet ettim.» (Divanı-ı Harb-i Örfi sh:
32)
İTTİHAD-I İSLÂM’IN ŞARTLARI
İslâm Birliğinin gerçekleşmesi için bazı şartlar vardır.
Risale-i Nur Külliyatının bir çok yerlerinde izahları vardır. Daha fazla bilgi
için (yayınevimiz tarafından neşredilen İttihad-ı İslâm kitapçığı, İslâm
Prensipleri Ansiklopedisi, “İttifak” ve “İttihad-ı İslâm” maddeleri) gibi
yerlere bakılabilir. Risale-i Nur Külliyatından tesbit edebildiğimiz bahisleri
buraya dercediyoruz:
İSLÂM MİLLİYETİ
a) İslâm Milliyetini esas almak, İslâm Birliğinin birinci
şartıdır. Bediüzzaman Hazretleri der ki :
«Hakikî milliyetimizin[423] esası, ruhu ise İslâmiyet’tir. Ve
hilafet-i Osmaniye[424] ve Türk Ordusunun o milliyete bayraktarlığı itibariyle,
o İslâmiyet milliyetinin sadefi ve kal’ası hükmünde Arab ve Türk hakikî iki
kardeş, o kal’a-i kudsiyenin[425] nöbettarlarıdırlar.
İşte bu kudsî milliyetin rabıtasıyla,[426] umum ehl-i İslâm
bir tek aşiret[427] hükmüne geçiyor. Aşiretin efradı gibi İslâm taifeleri de,
birbirine uhuvvet-i İslâmiye ile mürtebit[428] ve alâkadar olur. Birbirine
manen, lüzum olsa maddeten yardım eder. Güya bütün İslâm taifeleri bir
silsile-i nuraniye ile birbirine bağlıdır.» (Hutbe-i Şamiye sh: 54)
«31 Mart Hâdisesinde Divan-ı Harb-i Örfî’de[429] dedim ki:
Ben talebeyim, onun için her şeyi mizan-ı Şeriatla
müvazene[430]Ben milliyetimizi, yalnız İslâmiyet biliyorum. Onun için her
şeyi de İslâmiyet nokta-i nazarından muhakeme ediyorum.» (Divan-ı Harbi Örfi
sh: 10) ediyorum.
ŞURA VE MEŞVERET
b) İttihad-ı İslâm’ın tahakkuku için gerekli şartlardan
ikincisi, hakiki ve faziletli Şûrâ-yı Şer’î’dir.
İslâm âlemindeki hakiki alimler ve mürşidlerin
beraberliğinde yapılacak Şeriata uygun meşveret, merci olur. İttihad-ı İslâmın
faaliyet ve teşekkülünün kaidelerini tesbit eder. Kur’an kanunları etrafında
birleşen İslâm devletleri, İslâm Cumhuriyetler Birliğini meydana getirirler.
Bediüzzaman Said Nursi Hezretleri Şûrâ’nın lüzumunu
belirtirken şöyle der:
«Müslümanların hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyedeki[431]
saadetlerinin anahtarı, meşveret‑i
şer’iyedir.[432]
وَ اَمْرُهُمْ شُورَى بَيْنَهُمْ 433] âyet-i kerimesi, şûrâyı[434]
esas olarak emrediyor.
Evet, nasıl ki, nev-i beşerdeki telâhuk-u efkâr[435] ünvanı
altında asırlar ve zamanların tarih vasıtasıyla birbiriyle meşvereti, bütün
beşeriyetin terakkiyatı ve fünunun esası olduğu gibi, en büyük kıt’a olan
Asya’nın en geri kalmasının bir sebebi, o şûrâ-yı hakikiyeyi[436]
yapmamasıdır.
Asya kıt’asının ve istikbalinin keşşafı[437] ve miftahı
şûrâdır. Yani, nasıl fertler birbiriyle meşveret eder; taifeler, kıt’alar
dahi o şûrâyı yapmaları lâzımdır ki, üç yüz, belki dört yüz milyon İslâmın
ayaklarına konulmuş çeşit çeşit istibdatların[438] kayıtlarını, zincirlerini
açacak, dağıtacak, meşveret-i şer’iye ile şehamet[439][440] tevellüd eden
hürriyet-i şer’iyedir ki, o hürriyet-i şer’iye, âdâb-ı şer’iye ile süslenip
garp medeniyet‑i sefihanesindeki
seyyiatı[441] atmaktır. ve şefkat-i imaniyeden
İmandan gelen hürriyet-i şer’iye iki esası emreder:
اَنْ لاَ يُذَلِّلَ وَ لاَ يَتَذَلَّلَ مَنْ كَانَ عَبْدًا لِلَّهِ لاَ يَكُونُ عَبْدًا لِلْعِبَادِ لاَ يَجْعَلْ بَعْضُكُمْ بَعْضًا اَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللَّهِ نَعَمْ اَلْحُرِّيَّةُ الشَّرْعِيَّةُ عَطِيَّةُ الرَّحْمَنِ
Yani,
• İman bunu iktiza ediyor ki, tahakküm ve istibdat[442] ile
başkasını tezlil etmemek[443] ve zillete düşürmemek,[444] ve zâlimlere
tezellül etmemek…[445]
• Allah’a hakikî abd olan, başkalara abd olamaz.
• Birbirinizi, Allah’tan başka kendinize Rab yapmayınız.
Yani, Allah’ı tanımayan, herşeye, herkese nispetine göre bir rububiyet
tevehhüm eder,[446] başına musallat eder.
• Evet, hürriyet-i şer’iye Cenab-ı Hakkın Rahman, Rahîm
tecellîsiyle bir ihsanıdır ve imanın bir hassasıdır.» (Hutbe-i Şamiye sh: 60)
ESASLARDA İTTİFAK ETMEK
c) İttihad-ı İslâm’ın tahakkuku için gerekli şartlardan
üçüncüsü ise şudur ki; dinî cemaatler ve din hizmeti yapan meslekler dinde
zaruret ve esasat denilen Kur’an ve Sünnetteki açık hükümlerde bağlayıcı
davranmalı teferruat meselelerde münakaşa çıkarmamalıdır.
Üstad Hazretleri bu hakikatı şöyle ifade eder:
«S – Âlem-i İslâmdaki ihtilâfı tâdil[447] edecek çare nedir?
C – Evvelâ: Müttefekun aleyh[448] olan makasıd-ı
âliyeye[449] nazar etmektir. Çünkü, Allah’ımız bir, Peygamberimiz bir,
Kur’ân’ımız bir… Zaruriyat-ı diniyede umumumuz müttefik… Zaruriyat-ı
diniyeden başka olan teferruat veya tarz-ı telâkki veya tarik-i tefehhümdeki
tefavüt, bu ittihad ve vahdeti sarsamaz, râcih de gelemez. El-hubbu fillah
düstur tutulsa, aşk-ı hakikat harekâtımızda hâkim olsa—ki zaman dahi pek çok
yardım ediyor—o ihtilâfat sahih bir mecrâya sevk edilebilir.
Esefâ, gaye-i hayalden tenâsi veya nisyan olmakla, ezhan
ene’lere dönüp etrafında gezerler. İşte gaye-i hayal, maksad-ı âli bütün vuzuhuyla
meydana atılmıştır.» (Sünuhat Tuluat İşarat sh: 83)
Bir başka ifadede de şöyle der:
«Yedinci vehim: İttihad-ı İslâm cemaati, sair cemiyet-i
diniye ile şakku’l-âsâdır[450]. Rekabet ve münaferatı intaç eder.
Elcevap: Evvelâ umur-u uhreviyede haset ve müzahemet ve
münakaşa olmadığından, bu cemiyetlerden hangisi münakaşaya, rekabete
kalkışsa, ibadette riya ve nifak etmiş gibidir.
Saniyen: Muhabbet-i din saikasıyla teşekkül eden
cemaatlerin iki şartla umumunu tebrik ve onlarla ittihad ederiz.
Birinci şart: Hürriyet-i şer’iyeyi ve âsâyişi muhafaza
etmektir.
İkinci şart: Muhabbet üzerinde hareket etmek, başka cemiyete
leke sürmekle kendisine kıymet vermeye çalışmamak; birinde hatâ bulunsa,
müfti‑i ümmet olan cemiyet-i ulemâya havale etmektir.
Salisen: İ’lâ-yı kelimetullahı hedef-i maksat eden cemaat,
hiçbir garaza vasıta olamaz. İsterse de muvaffak olamaz. Zira nifaktır. Hakkın
hatırı âlidir, hiçbir şeye feda olunmaz. Nasıl Süreyya yıldızları süpürge olur
veya üzüm salkımı gibi yenilir? Şems-i hakikate “püf, üf” eden, divaneliğini
ilân eder.
Ey dinî cemiyetler! Maksadımız, dinî cemaatlar maksatta
ittihad etmelidirler. Mesalikte ve meşreplerde ittihad mümkün olmadığı gibi,
caiz de değildir. Zira taklit yolunu açar ve “Neme lâzım, başkası düşünsün”
sözünü de söylettirir.» (Hutbe-i Şamiye sh: 98)
ÜLKENİN KURTULUŞU KUR’ANA SAHİP ÇIKMAKLA OLUR
Türk milletinin durumunu beyan eden ve çıkış yollarını
gösteren Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, idarecileri ikaz eder ve der ki:
«Bin seneden beri âlem-i İslâmiyeti kahramanlığı ile memnun
eden ve vahdet-i İslâmiyeyi[451] muhafaza eden ve âlem-i beşeriyeti,[452]
küfr-ü mutlaktan ve dalâletten şanlı bir surette kurtulmasına büyük bir
vesile olan Türk milleti ve Türkleşmiş olanların din kardeşleri!
Eğer şimdi, eski zaman gibi kahramancasına Kur’ân’a ve
hakaik-i imana sahip çıkmazsanız ve sizler gibi ehl-i hamiyet eskide yanlış
bir surette ve din zararına medeniyetin propagandası yerinde doğrudan doğruya
hakaik-i Kur’âniye ve imaniyeyi tervice[453] çalışmazsanız, size kat’iyen
haber veriyorum ve kat’î hüccetlerle[454] ispat ederim ki, âlem-i İslâmın
muhabbet ve uhuvveti yerine, dehşetli bir nefret; ve kahraman kardeşi ve
kumandanı olan Türk milletine bir adavet; ve şimdi âlem-i İslâmı mahva
çalışan küfr-ü mutlak altındaki anarşiliğe mağlûp olup, âlem-i İslâmın kalesi
ve şanlı ordusu olan bu Türk milletinin parça parça olmasına ve şark-ı
şimalîden çıkan dehşetli ejderhanın istilâ etmesine sebebiyet verecek.
Evet, hariçte iki dehşetli cereyana[455] karşı bu kahraman
millet, Kur’ân kuvvetiyle dayanabilir. Yoksa, küfr-ü mutlakı, istibdad-ı
mutlakı, sefahet-i mutlakı ve ehl-i namusun servetini serserilere ibâha
etmesini âlet ederek dehşetli bir kuvvetle gelen bir cereyanı durduracak, ancak
İslâmiyet hakikatiyle mezcolmuş, ittihad etmiş ve bütün mazideki şerefini
İslâmiyette bulmuş, bu millet dayanabilir. Bu milletin hamiyetperverleri ve
milliyetperverleri, herşeyden evvel bu mümteziç, müttehid milliyetin can damarı
hükmünde olan hakaik‑ı Kur’âniyeyi terbiye-i
medeniye yerine esas tutmak ve düstur-u hareket yapmakla o cereyanı durdurur
inşaallah.
İkinci cereyan: Âlem-i İslâmdaki müstemlekâtlarını[456]
kendilerine ısındırmak ve tam bağlamak için bu vatandaki kuvvetli merkeziyet-i
İslâmiyeyi dinsizlikle itham etmekle bozmak ve âlem-i İslâmın irtibatını
mânen kesmek ve uhuvvetlerini[457] bu millete adavete[458] çevirmek gibi bir
plânla şimdiye kadar bir derece muvaffak da olmuş.» (Emirdağ Lâhikası-l sh:
218)
DEMOKRATLAR DEVRİNDE İSLÂM BİRLİĞİ DÜŞÜNCESİ
Demokrat hükümetlerin dine ve İslâm dünyasına yaklaşması
gerektiğini bildiren Bediüzzaman Hazretleri der ki:
«Rehber Risalesindeki Leyle-i Kadir meselesi,[459] şimdi hem
Amerika, hem Avrupa’da eseri görülüyor. Onun için, şimdiki bu hükûmetimizin
hakikî kuvveti, hakaik-i Kur’âniyeye[460] dayanmak ve hizmet etmektir.
Bununla, ihtiyat kuvveti olan üç yüz elli milyon[461] uhuvvet-i İslâmiye ile
ittihad-ı İslâm dairesinde kardeşleri kazanır. Eskiden Hıristiyan devletleri bu
ittihad-ı İslâm’a taraftar değildiler. Fakat şimdi komünistlik ve anarşistlik
çıktığı için, hem Amerika, hem Avrupa devletleri Kur’ân’a ve ittihad-ı İslâma
taraftar olmaya mecburdurlar.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 54)
İslâm Birliğine mukaddeme teşkil eden CENTO’nun kuruluşunu
sevinçle karşılayan Bediüzzaman Hazretleri, İslâm Birliğinin ehemmiyetin şöyle
ifade eder:
«Reis-i Cumhura ve Başvekile,
Kabir kapısında ve seksen küsur yaşında, birkaç hastalıkla
hasta bulunan ve ölüme kendini yakın gören bir biçare garip ihtiyar der ki:
Size iki hakikati beyan ediyorum:
Evvelâ: Sizlerin Pakistan ve Irak’la gayet
muvaffakiyetkârâne ittifakını,[462] bu millete kemâl‑i
samimiyetle, sürûr ve ferah ile kazanmanızı bütün ruh‑u
canımızla tebrik ediyoruz. Bu ittifakınızı, inşaallah 400 milyon İslâmın sulh-u umumiyesine[463]
ve selâmet‑i âmmenin teminine kat’î bir
mukaddeme olarak ruhumda hissettim. Ve namaz tesbihatındaki kuvvetli bir
ihtar ile bunu size yazmaya mecbur kaldım.
Otuz kırk seneden beri dünyayı ve siyaseti terk ettiğim
halde, şiddetli bir alâka ile bu ihtar‑ı
kalbînin sebebi: Elli seneden beri imanı kurtarmak için gayet kısa bir yolu
bulan ve Kur’ân’ın bu zamanda bir mucize-i mâneviyesi olan Risale-i
Nur’unArabistan ve Pakistan’da her yerden daha ziyade tesiratı olduğu ve makbul olması, hattâ
aldığımız habere göre, mahkemece tesbit edilen miktarın üç misli Risale-i
Nur’un talebelerinin o havalide bulunmalarıdır. Bu sır için âhir
hayatımda[464] kabir kapısında bu netice-i azîmeyi[465] görmek ve beyan etmeye
ruhen mecbur oldum.
Saniyen: Irkçılık fikri, Emevîler zamanında büyük bir
tehlike verdiği ve hürriyetin başında “kulüpler” suretinde büyük zararı
görülmesi ve Birinci Harb-i Umumîde yine ırkçılığın istimaliyle[466] mübarek
kardeş Arapların mücahid Türklere karşı zararı görüldüğü gibi, şimdi de
uhuvvet-i İslâmiyeye[467] karşı istimal edilebilir ve istirahat-i umumiye
düşmanları gizli dinsizler, yine o ırkçılıkla büyük zarar vermeye
çalıştıklarına emareler görünüyor.[468] olduğu halde, evvelâ başta Türk milleti
dünyanın her tarafında Müslüman olduğundan onların ırkçılıkları İslâmiyetle
mezc olmuş,[469] kabil-i tefrik değil.[470] Türk, Müslüman demektir. Hattâ
Müslüman olmayan kısmı, Türklükten de çıkmışlar. Türk gibi Araplarda da
Araplık ve Arap milliyeti İslâmiyetle mezcolmuş ve olmak lâzımdır. Hakikî
milliyetleri İslâmiyettir. O kâfidir. Irkçılık, bütün bütün bir tehlike-i
azîmdir. Halbuki, menfî hareketle başkasının zararıyla beslenmek ırkçılığın
seciye-i fıtrîsi
Sizin bu defaki Irak ve Pakistan’la pek kıymettar
ittifakınız, inşaallah bu tehlikeli ırkçılığın zararını def edecek ve dört
beş milyon ırkçıların yerine, 400 milyon kardeş Müslümanları ve 800 milyon sulh
ve müsalemet-i umumiyeye şiddetle muhtaç Hıristiyan[471] ve sâir dinler
sahiplerinin dostluklarını bu vatan milletine kazandırmaya tam bir vesile
olacağına ruhuma kanaat geldiğinden, size beyan ediyorum.» (Emirdağ
Lâhikası-ll sh: 222)
Dine hürmetkar Demokratların desteklenmesi ve buna mukabil
Demokratların da dindarlaşması ve İslâm dünyasına yönelmesi gerektiğini beyan
eden mektub, dikkatle ve samimi olarak okunsa çok meseleler halledilmiş
olacaktır.
Yıllarca Müslümanların arasında ihtilaf konusu olan siyasi
meseleler, kimsenin yorumuna gerek kalmadan bu mektubda açıklanmıştır.
Bediüzzaman Hazretleri, bu mektubunda, hem demokratları niye desteklediğini
beyan etmiş, hem de demokrat olmanın şartlarını sıralamıştır. Bu şartları
taşımayan parti veya şahıslar desteklenme ve muhafaza edilme haklarını
kaybetmişler demektir.
«Demokratları[472] iktidar yerinde muhafaza etmeye Kur’ân
menfaatine kendimizi mecbur biliyoruz. Onlardan hayır beklemek değil, belki
dehşetli, baştaki iki cereyana siyasetlerince muarız oldukları için,
onların az bir kısmı dine verdikleri zararı, vücudun parçalanmasına bedel,
yalnız bir parmağı kesmek gibi pek cüz’î bir zararla pek küllî bir zarardan
kurtulmamıza sebep oluyorlar bildiğimizden, o iktidar partisinin lehinde ehl-i
dini yardıma davet ediyoruz. Ve dinde lâübali kısmını dahi cidden îkaz edip
“Aman, çabuk hakikat-i İslâmiyeye[473] yapışınız!” ihtar ediyoruz ki, vatan
ve millet ve onların hayatı ve saadeti, hakaik-i Kur’âniyeye dayanmak ve
bütün âlem-i İslâmı arkasında ihtiyat kuvveti yapmak ve uhuvvet-i İslâmiye ile
400 milyon kardeşi[474] bulmak ve Amerika gibi din lehinde ciddî çalışan
muazzam bir devleti kendine hakikî dost yapmak, iman ve İslâmiyetle olabilir.
Biz bütün Nurcular ve Kur’ân hizmetkârları onlara hem haber veriyoruz, hem
İslâmiyete hizmete muvaffakiyetlerine dua ediyoruz. Hem de rica ediyoruz ki,
bu memleketin bir ehemmiyetli mahsulü ve vatanda ve şimdi âlem-i İslâmda pek
büyük faydası ve hizmeti bulunan Risale-i Nur’u müsaderelerden[475] kurtarıp
neşrine hizmet etsinler. Bu vatandaki dindarları kendine taraftar etsinler.
Ve selâmeti bulsunlar.
Said Nursî» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 209)
DEMOKRATLIK ŞARTLARI
Yukarıda beyan edilen Demokratlık şartları;
Komünistlik ve Masonluğa karşı olmak,
Laubaliliği bırakıp İslâmiyete yapışmak,
Kur’an hakikatlerine dayanmak,
İslâm Dünyasını arkasına almak,
Amerika’yı din lehinde çalışması nisbetinde kendine dost
yapmak,
Risale-i Nur’ların resmi neşrine hizmet etmek,
Dindar kesimi taraftar yapmak.
İşte Demokrat diye destekleyebileceği siyasilerde aranan
şartlar ve vasıflar bunlardır.
İSTİKBALDE İSLÂM BİRLİĞİ
a) Bediüzzaman Hazretleri İslam Dünyasının geleceği için
Cemahir-i Müttefika-i İslâmiye yani İslâm Cumhuriyetler Birliği yani İttihad-ı
İslâm müjdesi vermektedir.
«Aziz, sıddık kardeşlerim,
Evvelâ: Umum Nurcuların mübarek bayramlarını ve
haccü’l-ekberde[476] bulunan Nur şakirtleriyle ve hacdaki Nur taraftarlarının
bayramlarını tebrik içinde ve çok zamandan beri esaret altında kalmış ve istiklâliyetini[477]
kaybetmiş Hindistan, Arabistan gibi âlem-i İslâmın büyük memleketleri birer
devlet-i İslâmiye şeklinde Hind’de yüz milyon bir devlet-i
İslâmiye,[478]Cava’da[479] elli milyondan ziyade bir devlet-i İslâmiye ve
Arabistan’da dört beş hükûmet bir Cemahir-i Müttefika[480] gibi Arap Birliği
ile İslâm Birliğini birleştirmesindeki âlem-i İslâmın bu büyük bayramının
mukaddemesini[481] tebrik ile bu bayram bize müjde veriyor.» (Emirdağ
Lâhikası-l sh: 268)
Yine aynı mânâda diğer bir mektup:
«Aziz, sıddık kardeşlerim,
Ruh u canımızla mübarek bayramınızı tebrik ediyoruz.
İnşaallah, âlem-i İslâmın da büyük bir bayramına yetişirsiniz. Cemahir-i
Müttefika-i İslâmiyenin[482] kudsî kanun-u esasiyelerinin menbaı[483] olan
Kur’ân-ı Hakîm, istikbale tam hâkim olup(Emirdağ Lâhikası-ll sh: 76) beşeriyete
tam bir bayramı getireceğine çok emareler var.»
DİNDAR HRİSTİYANLARLA İTTİFAK
b) İstikbalde hakiki dindar Hristiyanlarla ittifak
edileceğini bildiren Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin verdiği bir müjde:
«Yalnız ehemmiyetli bir endişe ve bir tesellî kalbime
geliyor ki:
Bu geniş boğuşmaların neticesinde, eski Harb-i Umumîden çıkan
zarardan daha büyük bir zarar, medeniyetin istinadı, menbaı[484][485] bir
vahşet[486] doğurmasıdır. Bu endişeyi tesellîye medar, âlem-i İslâmın tam
intibahiyle[487] ve Yeni Dünyanın,[488] Hıristiyanlığın hakikî dinini
düstur-u hareket ittihaz[489] etmesiyle ve âlem-i İslâmla ittifak etmesi ve
İncil, Kur’ân’a ittihad edip tâbi olması, o dehşetli gelecek iki cereyana karşı
semâvî bir muavenetle[490] dayanıp inşaallah galebe eder. (Emirdağ Lâhikası-l
sh: 58) olan Avrupa’da, Deccalâne
DİYANET İŞLERİ REİSLİĞİ
c) Hakiki vazifesinde Diyanet İşleri Reisliği’nin umum âlem-i
İslâm’ın dairesi olduğunu veya olacağını bildiren mektup:
«Pakistan’da çıkan es-Sıddık mecmuasının Risale-i Nur’un bir
risalesini neşredip Diyanet Riyasetine[491] göndermesi ve bu kadar
intişarıyla beraber hiçbir âlim ona itiraz etmemesi gibi hakikatler gösteriyor
ki, elbette Diyanet dairesi Nurları himaye etmek hakikî bir vazifesidir.
Diyanet dairesi, Meşihat-ı İslâmiye[492] gibi, yalnız
Türkiye’nin din muallimi değil, belki umum âlem‑i İslâma
Meşihat-ı İslâmiye yerine alâkası, nezareti, münasebeti var. Âlem-i İslâm o
Diyanet dairesine karşı tam hüsn-ü zan etmek, su-i tevehhüm etmemek, hususan bu zamanda ziyade
lüzumu var. Hem de Türkiye ile ittifak etmeyen İslâmî hükûmetlerde o mübarek
daireye karşı su-i tevehhüm[493] gelmemesine büyük bir vesilesi olan ve âlem-i
İslâmın her tarafında, belki Avrupa’da takdire mazhar olmuş Risale-i Nur, o
Diyanet dairesini hem şerefini muhafaza ediyor. Hem âlem-i İslâma karşı o
dairenin bir eseri olarak intişarı gayet lâzım ve zarurî olduğunu bu noktayı
ehl-i vukuf[494] tam nazara alsınlar.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh:181)
DOĞU’YA BÜYÜK BİR İSLÂM ÜNİVERSİTESİ
d) İslâm dünyası’nın merkezinin coğrafi olarak Türkiye’nin
doğusu olduğunu bildiren Bediüzzaman Hazretlerinin bir mektubu:
«Heyet-i Vekileye[495] ve Tevfik İleri’ye[496] arz ediyoruz
ki:
Şark Üniversitesi hakkında çok kıymettar hizmetinizi
Üstadımıza söyledik. O dedi:
Ben hasta olmasaydım, ben de o mesele için vilâyat-ı
şarkiyeye gidecektim. Ben bütün ruh u canımla Maarif Vekilini tebrik ediyorum.
Hem 55 seneden beri, Medresetü’z-Zehra namında Şark Üniversitesinin tesisine
çalışmak ve o üniversiteyi biri Van’da, biri Diyarbakır’da, biri de Bitlis’te
olmak üzere üç tane veya hiç olmazsa bir tane Van’da tesis etmek için,
Hürriyetten[497] evvel İstanbul’a geldim. Hürriyet çıktı, o mesele de geri
kaldı.
Sonra İttihatçılar zamanında[498] Sultan Reşad’ın[499]
Rumeli’ye seyahati münasebetiyle Kosova’ya gittim. O vakit Kosova’da büyük bir
İslâmî darülfünun[500] tesisine teşebbüs edilmişti. Ben orada hem
İttihatçılara, hem Sultan Reşad’a dedim ki: “Şark böyle bir darülfünuna daha
ziyade muhtaç ve âlem-i İslâmın merkezi hükmündedir.”
………
Bazı mebuslar dediler: “Yalnız sen medrese usulüyle sırf
İslâmiyet noktasında gidiyorsun. Halbuki şimdi garplılara[501] benzemek
lâzım.”
Dedim: “O vilâyat-ı şarkiye âlem-i İslâmın bir nevi merkezi
hükmünde, fünun-u cedide[502] yanında ulûm-u diniye[503] de lâzım ve elzemdir.
Çünkü, ekser enbiya şarkta ve ekser hükema garpta gelmesi[504] gösteriyor ki,
Şarkın terakkiyatı din ile kaimdir.[505] HAŞİYE Başka vilâyetlerde sırf
fünun-u cedide okutturursanız da, Şarkta herhalde millet, vatan maslahatı
namına, ulûm-u diniye esas olmalıdır. Yoksa Türk olmayan Müslümanlar, Türke
hakikî kardeşliği hissedemeyecek. Şimdi bu kadar düşmanlara karşı teavün ve
tesanüde[506] mecburuz.”» (Emirdağ Lâhikası-ll sh:183)
Mısırda bulunan İslâm dünyasının en büyük üniversitesinin
(Câmiü’l Ezher) bir örneğinin İslâm dünyasının coğrafî merkezi hükmünde olan
Türkiye’nin doğusunda inşa edilmesi zaruretini beyan eden Bediüzzaman
Hazretleri yine aynı mânâda der ki:
«Altmış beş sene evvel Câmiü’l-Ezhere[507] gitmek
istiyordum. Âlem-i İslâmın medresesidir diye, ben de o mübarek medresede
bir ders almaya niyet ettim. Fakat kısmet olmadı. Cenab-ı Hak rahmetiyle bir
fikir ruhuma verdi ki:
Câmiü’l-Ezher Afrika’da bir medrese-i umumiye olduğu gibi,
Asya Afrika’dan ne kadar büyük ise, daha büyük bir darülfünun, bir İslâm
üniversitesi Asya’da lâzımdır. Tâ ki İslâm kavimlerini, meselâ: Arabistan,
Hindistan, İran, Kafkas, Türkistan, Kürdistan’daki milletleri, menfi
ırkçılık[508] ifsat etmesin. Hakikî, müsbet ve kudsî ve umumî milliyet-i
hakikiye olan İslâmiyet milliyeti ile اِنَّمَا الْمُوءْمِنُونَ اِخْوَةٌ Kur’ân’ın bir kanun-u esasîsinin tam
inkişafına[509] mazhar olsun. Ve felsefe fünunu ile ulûm-u diniye[510]
birbiriyle barışsın ve Avrupa medeniyeti, İslâmiyet hakaikiyle tam musalâha
etsin.[511] Ve Anadolu’daki ehl-i mektep ve ehl-i medrese birbirine
yardımcı olarak ittifak etsin diye, vilâyât-ı şarkiyenin merkezinde hem
Hindistan, hem Arabistan, hem İran, hem Kafkas, hem Türkistan’ın ortasında,
Medresetü’z-Zehra mânâsında,[512]Câmiü’l-Ezher üslûbunda[513] bir darülfünun,
hem mektep, hem medrese olarak bir üniversite için, tam elli beş senedir
Risale-i Nur’un hakaikine çalıştığım gibi ona da çalışmışım….
…Hattâ dinde çok lâkayt ve garplılaşmak ve an’anattan
tecerrüd etmek taraftarı bulunan bir kısım meb’uslar dahi onu imza ettiler.
Yalnız onlardan ikisi dediler ki:
“Biz şimdi ulûm-u an’ane ve ulûm-u diniyeden[514] ziyade
garplılaşmaya ve medeniyete muhtacız.”
Ben de cevaben dedim:
Siz, farz-ı muhal olarak, hiçbir cihette ihtiyaç olmasa da,
ekser enbiyanın Asya’da, şarkta zuhuru ve ekser hükemanın ve feylesofların garpta
gelmelerinin delâletiyle Asya’yı hakikî terakki ettirecek, fen ve felsefenin
tesiratından ziyade hiss-i dinî olduğu halde, bu fıtrî kanunu nazara almayarak
garplılaşmak namıyla an’ane-i İslâmiyeyi bıraksanız ve lâdinî[515] bir esas
yapsanız dahi, dört beş büyük milletlerin merkezinde olan vilâyat-ı
şarkiyede[516] millet, vatan selâmeti için dine, İslâmiyetin hakaikine
kat’iyen tarafdar olmak, size lâzım ve elzemdir.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh:
223)
İSLÂM BİRLİĞİ’NDE RİSALE-İ NUR’UN ROLÜ
Risale-i Nur’un bu memlekete kazandırdığı en ehemmiyetli iki
fayda:
«Risale-i Nur, bu mübarek vatanın mânevî bir
halâskârı[517][518] başlamak, ders vermek zamanı geldi veya gelecek gibidir
zannederim. olmak cihetiyle, şimdi iki dehşetli mânevî belâyı def etmek için
matbuat âlemiyle tezahüre
O dehşetli belâdan birisi: Hıristiyan dinini mağlûp eden ve
anarşiliği yetiştiren şimalde çıkan dehşetli dinsizlik cereyanı, bu vatanı
mânevî istilâsına karşı Risalei’n-Nur, sedd-i Zülkarneyn gibi bir sedd-i
Kur’ânî vazifesini görebilir ve âlem-i İslâmın bu mübarek vatanın ahalisine
karşı pek şiddetli itiraz ve ithamlarını izale etmek için matbuat lisanıyla
konuşmak lâzım gelmiş diye kalbime ihtar edildi.
Ben dünyanın halini bilmiyorum. Fakat Avrupa’da istilâkârâne
hükmeden ve edyan-ı semaviyeye dayanmayan dehşetli cereyanın istilâsına karşı
Risale-i Nur hakikatleri bir kale olduğu gibi, âlem-i İslâmın ve Asya
kıt’asının hal-i hazırdaki itiraz ve ithamını izale ve eskideki muhabbet ve
uhuvvetini[519] iade etmeye vesile olan bir mucize-i Kur’âniyedir. Bu
memleketin vatanperver siyasîleri çabuk aklını başına alıp Risale-i Nur’u
tab ederek resmî[520] neşretmeleri lâzımdır ki, bu iki belâya karşı siper
olsun.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 102)
Bediüzzaman Hazretleri, Risalelerinin tab edilip
neşredilmesinin, memleketin umumi menfaati için gerekli olduğunu beyan ederken
der ki:
«Afyon Emniyet Müdürlüğüne!
…Madem ben de bu vatanın bir evlâdıyım, bu vatanın
saadetine hizmet etmek benim için farzdır. Maddî cihette elimden hiçbir şey
gelmiyor. Yalnız Kur’ân’dan anladığım ve kaleme aldığım Meyve Risalesi ile
Hüccetü’l-Bâliğa’yı yeni hurufla tab etmek için bazı kardeşlerime izin verdim.
O iki risaleyi iki seneye yakın alâkadar Ankara makamatı ve ehl-i vukufu, hem
Denizli Mahkemesi tetkikten sonra mucib-i mes’uliyet hiçbir şey
bulamayarak bize resmen teslim ettiler.
Hem cevap gönderdim ki, sansüre ve büyük muharrirlere
göstersinler, sonra tab’ etsinler. Hem tab’dan sonra resmen hükûmetin on iki
makamatına vermek bir usuldür. Sonra da İhlâs Risalesi ile İktisat Risalesi’ni
de o iki risalenin âhirine ilhak edip yeni hurufla tab’ edilsin.
Kat’iyen size beyan ediyorum ki benim maksadım, bunun
tab’ında, bu mübarek milleti ve vatanı mânevî ve maddî anarşilikten muhafaza
etmek ve âsâyiş ve inzibata mânevî yardım etmek ve anarşiliği uyandıran hâricî
bir cereyanın istilâsına mânevî sed çekmek ve âlem-i İslâmın bize karşı
itiraz ve ithamını izaleye[521] ve eski muhabbet ve uhuvvetini celb[522]
etmeye çalışmaktır. Fakat maatteessüf ben dünya ile alâkadar olmadığımdan ve
ehl-i idare ile de görüşmediğimden ve dünya halini bilmediğimden ve kanunsuz
ilişmek belâsına mâruz kaldığımdan, eskiden beri perde altında bana husumet
eden bazı insanlar, fırsat bulup zâbıtayı, ya adliyeyi evhamlandırıyorlar.»
(Emirdağ Lâhikası-l sh: 105)
Memleketimizde zuhur eden Risale-i Nur hizmetinin, Âlem-i
İslâm’ı alâkadar ettiğini beyan eden bir mektup:
«Bu vatandaki milletin en büyük kuvveti olan Âlem-i İslâmın
teveccühünü ve hamiyetini ve uhuvvetini kırmak ve nefret verdirmek için,
siyaseti dinsizliğe âlet ederek, perde altında küfr-ü mutlakı yerleştirmek
isteyenler, hükûmeti iğfal ve adliyeyi iki defadır şaşırtıp, der: “Risale-i
Nur şakirdleri, dini siyasete âlet eder; emniyete zarar vermek ihtimali var.”
Halbuki, bu memlekete maddî ve manevî bereketi ve fevkalâde
hizmeti ve umum âlem-i İslâma taallûk[523] edecek hakaiki cami olduğu, otuz üç
âyât-ı Kur’âniyenin işaretiyle ve İmam-ı Ali’nin (r.a.) üç keramet-i gaybiyesiyle
ve Gavs-ı Âzamın kat’î ihbarıyla tahakkuk etmiş olan Risale-i Nur’un
siyasetle alâkası yoktur. Fakat, küfr-ü mutlakı kırdığı için, küfr-ü mutlakın
altı olan anarşilik ve üstü olan istibdad-ı mutlakı, esasıyla bozar, reddeder.
Emniyeti ve âsâyişi ve hürriyeti ve adaleti temin eder.» (Emirdağ Lâhikası-l
sh: 126)
EHL-İ BEYT VE SEYYİDLER CEMAATİNİN, İSLÂM BİRLİĞİ’NİN
TEŞEKKÜLÜNDEKİ VAZİFESİ
«Mehdi-i Âl-i Resul‘ün temsil ettiği kudsî cemaatinin şahs-ı
manevîsinin üç vazifesi var. Eğer çabuk kıyamet kopmazsa ve beşer bütün bütün
yoldan çıkmazsa, o vazifeleri onun cem’iyeti ve seyyidler cemaati yapacağını
rahmet-i İlahiyeden bekliyoruz. Ve onun üç büyük vazifesi olacak:
Birincisi: Fen ve felsefenin tasallutuyla ve maddiyyun ve
tabiiyyun taunu, beşer içine intişar etmesiyle, her şeyden evvel felsefeyi ve
maddiyyun fikrini tam susturacak bir tarzda imanı kurtarmaktır. Ehl-i imanı
dalaletten muhafaza etmek ve bu vazife hem dünya, hem herşeyi bırakmakla, çok
zaman tedkikat ile meşguliyeti iktiza ettiğinden, Hazret-i Mehdi’nin o
vazifesini bizzât kendisi görmeğe vakit ve hal müsaade edemez. Çünki hilafet-i
Muhammediye (A.S.M.) cihetindeki saltanatı, onun ile iştigale vakit bırakmıyor.
Herhalde o vazifeyi ondan evvel bir taife bir cihette görecek. O zât, o taifenin
uzun tedkikatı ile yazdıkları eseri kendine hazır bir proğram yapacak, onun ile
o birinci vazifeyi tam yapmış olacak. Bu vazifenin istinad ettiği kuvvet ve
manevî ordusu, yalnız ihlas ve sadakat ve tesanüd sıfatlarına tam sahib olan
bir kısım şakirdlerdir. Ne kadar da az da olsalar, manen bir ordu kadar
kuvvetli ve kıymetli sayılırlar.
İkinci Vazifesi: Hilafet-i Muhammediye (A.S.M.) ünvanı ile
şeair-i İslâmiyeyi ihya etmektir. Âlem-i İslâmın vahdetini nokta-i istinad edip
beşeriyeti maddî ve manevî tehlikelerden ve gazab-ı İlahîden kurtarmaktır. Bu
vazifenin, nokta-i istinadı ve hâdimleri, milyonlarla efradı bulunan ordular
lâzımdır.
Üçüncü Vazifesi: İnkılabat-ı zamaniye ile çok ahkâm-ı
Kur’aniyenin zedelenmesiyle ve şeriat-ı Muhammediyenin (A.S.M.) kanunları bir
derece ta’tile uğramasıyla o zât, bütün ehl-i imanın manevî yardımlarıyla ve
ittihad-ı İslâmın muavenetiyle ve bütün ülema ve evliyanın ve bilhassa Âl-i
Beyt’in neslinden her asırda kuvvetli ve kesretli bulunan milyonlar fedakâr
seyyidlerin iltihaklarıyla o vazife-i uzmayı yapmağa çalışır.» (Emirdağ
Lâhikası-l sh:266)
Peygamberimiz (A.S.M.) buyurur ki:
«"Size iki şey bırakıyorum. Onlara temessük etseniz,
necat bulursunuz. Biri: Kitabullah, biri: Âl-i Beytim." Çünki Sünnet-i
Seniyenin menbaı ve muhafızı ve her cihetle iltizam etmesiyle mükellef olan
Âl-i Beyttir.
İşte bu sırra binaendir ki; Kitab ve Sünnete ittiba ünvanıyla
bu hakikat-ı hadîsiye bildirilmiştir. Demek Âl-i Beytten, vazife-i risaletçe
muradı: Sünnet-i Seniyesidir. Sünnet-i Seniyeye ittibaı terkeden, hakikî Âl-i
Beytten olmadığı gibi, Âl-i Beyte hakikî dost da olamaz» (Lem’alar sh: 21)
«Âl-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, Âl-i İbrahim
Aleyhisselâm gibi öyle bir vaziyet almış ki; umum mübarek silsilelerin başında,
umum aktar ve a’sarın mecma’larında o nuranî zâtlar kumandanlık ediyorlar.
(Haşiye) Ve öyle bir kesrettedirler ki; o kumandanların mecmu’u, muazzam bir
ordu teşkil ediyorlar. Eğer maddî şekle girse ve bir tesanüd ile bir fırka
vaziyetini alsalar, İslâmiyet dinini milliyet-i mukaddese hükmünde rabıta-i
ittifak ve intibah yapsalar, hiçbir milletin ordusu onlara karşı dayanamaz! İşte
o pek kesretli o muktedir ordu, Âl-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’dır ve
Hazret-i Mehdi’nin en has ordusudur.
Evet bugün tarih-i âlemde hiçbir nesil, şecere ile ve
senedlerle ve an’ane ile birbirine muttasıl ve en yüksek şeref ve âlî haseb ve
asil neseb ile mümtaz hiçbir nesil yoktur ki, Âl-i Beyt’ten gelen seyyidler
nesli kadar kuvvetli ve ehemmiyetli bulunsun. Eski zamandan beri bütün ehl-i
hakikatın fırkaları başında onlar ve ehl-i kemalin namdar reisleri yine
onlardır. Şimdi de, kemmiyeten milyonları geçen bir nesl-i mübarektir.
Mütenebbih ve kalbleri imanlı ve muhabbet-i Nebevî ile dolu ve cihandeğer
şeref-i intisabıyla serfirazdırlar. Böyle bir cemaat-ı azîme içindeki mukaddes
kuvveti tehyic edecek ve uyandıracak hâdisat-ı azîme vücuda geliyor. Elbette o
kuvvet-i azîmedeki bir hamiyet-i âliye feveran edecek ve Hazret-i Mehdi başına
geçip, tarîk-ı hak ve hakikata sevkedecek. Böyle olmak ve böyle olmasını; bu
kıştan sonra baharın gelmesi gibi, âdetullahtan ve rahmet-i İlahiyeden bekleriz
ve beklemekte haklıyız.» (Mektubat sh: 441)
SONSÖZ
İslâm Birliği ile alâkalı Risale-i Nur Külliyatında daha bir
çok bahisler vardır. Biz burada sadece birkaç misaller verdik. Bunlarda
gösteriyor ki, Üstad Bediüzzaman Hazretleri, talebelerine ve Nurlardan istifade
eden herkese İttihad-ı İslâmı gösteriyor. Müslümanların İslâm Birliği için
çalışmalarını ve gayret göstermelerini istiyor. Burada bir defa daha tekrar ediyoruz
“Bu zamanın en büyük farz vazifesi ittihad-ı İslâmdır.” (Hutbe-i Şamiye sh:
90)
Biz müslümanlar, dağınık İslâm Dünyasının birliğine gayret
edelim, inşaallah İslâm Birliği hakiki olarak teşekkül etsin, Ondan sonra İslâm
Birliğinin merkezi, ister Avrupa Birliğiyle, ister Amerika ile, ister Rusya
Birliğiyle İslâm cemiyetinin menfaatleri istikametinde istediği anlaşmaları
yapsın. Hiç bir Müslümanın buna birşey diyeceği olamaz. Ama böyle hâkim değil
mahkum bir vaziyette ve İslâm Birliği kurulmadan müslümanın yönünü Avrupa’ya
çevirmek, geçen asırdaki helaket ve felaketimizin daha da artmasına sebep olur
kanaatindeyiz.
[1] büyük yığınak ve çok cihazları
[2] Avrupa ve etkilediği bütün toplumlarda geçerli olan, dine
dayanmayan filozofların düşünceleri ve içtimaî ve idarî sistemleri
[3] Allah’dan gelen Kur’anda bulunan şahsî, içtimaî ve idarî
düsturlar
[4] beşer düşüncesi güçsüz ve zayıf
[5] Kur’an’ın meseleleri insanların düşüncesiyle
ulaşılamıyacak yükseklikte
[6] dünya görüşü, insan anlayışı, siyaseti ve ahlakî yaşayış
şekliyle kendini göstermiş olan olan pis Batı Medeniyeti
[7] şeriatça reddedilmiştir
[8] zararları iyiliklerinden fazla
[9] insanlığa faydalılık yönünden geçersiz
[10] insanların uyanmasıyla yıkılıp gidecek
[11] ahlâksız, inatçı ve acımasız
[12] iç dünyaları korkunç, bir canavardan farksız
[13] batı medeniyetinin İslâm ülkelerinde yayılmasını
üzerimize alacaktık
* Bizim muradımız, medeniyetin mehasini ve beşere menfaati
bulunan iyiliklerdir. Yoksa, medeniyetin günahları, seyyiatları değil ki,
ahmaklar o seyyiatları, o sefahetleri mehasin zannedip taklit edip, malımızı
harap ettiler. Medeniyetin günahları, iyiliklerine galebe edip, seyyiatı hasenatına
racih gelmekle, beşer iki Harb-i Umumi ile iki dehşetli tokat yeyip, o günahkâr
medeniyeti zîr ü zeber edip öyle bir kustu ki, yeryüzünü kanla bulaştırdı.
İnşaallah, istikbaldeki İslâmiyetin kuvvetiyle, medeniyetin mehasini galebe
edecek, zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-u umumîyi de temin edecek.
(Hz. Bedüzzaman r.a.)
[14] olumsuz esaslar üzerine bina edilmiştir
[15] dayanak noktası güç ve kuvvettir
[16] kuvveti esas almanın gereği haddi aşma, zayıfların
hakkını çiğnemektir
[17] ulaşmak istediği hedef manfaatidir
[18] menfaatini esas almanın gereği başkalarına zahmet vermek
ve engeller çıkarmaktır
[19] yaşamak için çatışma ve savaş esastır. Hayat anlayışının
temeli Darwin’ciliktir
[20] çatışmanın, çarpışmanın gereği ise devamlı kavgalı
yaşantıdır, çekişmedir
[21] insan gurupları arasındaki bağları
[22] başkasının varlığını kabul edemeyen ırkçılıktır
[23] ırkçılığın esas alınması ise çarpışmaktır
[24] insanların ilgisini çeken hizmeti
[25] bedenî, geçici şehevî ve istekleri elde etmek için
cesaretlendirmek
[26] gayr-ı meşru arzuları tatmin ve kolayca elde etmesini
sağlamaktır
[27] gayr-ı meşru isteklerin elde edilmesinin gereği
[28] insanı melek gibi üstün dereceden bir hayvan olan köpek
derecesine düşürmektir
[29] insanın manevî yapısının bozulması ve alçalmasına
[30] şimdi yaygın olan medeniyet
[31] zorlu ve meşakkatli ve ızdıraplı hayata
[32] sahte ve görünüşte bir mutluluğa
[33] ne iyi ne kötü, ikisi arasında
[34] mutluluk odur ki insanların bütününe veya çoğunluğuna
mutluluk versin
[35] bu medeniyetten ise insanların azının azı istifade
etmektedir
[36] üstün manevî değerler ilim, hidayet ve doğruluk
[37] gelip geçici istek ve nefsin zararlı arzuları
[38] ne pahasına olursa olsun maddî kazanç için yarışmak ve
rakibini zorbalıkla engellemek
[39] kötülükleri iyiliklerine üstün
[40] İslâm medeniyetinin üstün geleceğine
[41] sebep ve kılavuz
[42] tabiat kanunlarına yaratma etkisini veren inkârcı
felsefenin içimize girip musallat olmasıyla
[43] dünya hayatının şartları ve ihtiyaçları
[44] düşünceler
[45] kalblerdeki müsbet duygular
[46] imanın kesinliğine
[47] dinin esaslarını kabul etmeyiş
[48] kötü talihli, kısmetsiz hayranlarına
[49] kuvvetli inançlarını ortadan kaldırmış
[50] mü’minin gerçek mutluluk yeri olan ahiret hayatlarını
[51] biriken
[52] insanların toplum hayatına faydalı
[53] dinden kopuk ve Allah (cc) inancını bir tarafa bırakan
tabiatçı felsefenin karanlıklı düşünceleriyle
[54] medeniyetin kötülüklerini iyilik sanarak
[55] ahlâksızlığa ve sapık düşüncelere
[56] medeniyetin iyilikleri
[57] faydalı fen ve ilimlerden
[58] hastalıklı ve insanları hak dinden saptıran düşünce ve
görüşleri
[59] nefsin günah isteklerine düşkün ve zararlı medeniyet
[60] peygamberimizin (asm) haber verdiği, dini bozan bir
lider ve başlattığı bozguncu hareket
[61] din gerçeklerini ve ahiret hayatını görmeyen aşırı
derecedeki zekan
[62] en yüksek dereceden
[63] aşağıların en aşağısına
[64] manevî ve vicdanî duyguları köreltmek ve uyuşturmak
[65] dinden kopuk ileri derecede bilgiçliğin
[66] Kur’anın gösterdiği doğru yolun
[67] birbirinden farklıdır
[68] doğruya ulaşma istek ve düşüncesindeki duyarlılığın
artışıyla
[69] ölümün ikazlarıyla
[70] yabancıların, din düşmanı olan azgın liderleriyle
[71] Allah’ı (cc) unutturan ve tabiatçılığa dayanan bilgi ve
fenleriyle
[72] uyan ve bağlanan ülkemizdeki hayranlarına
[73] Avrupalıları
[74] acaba
[75] düşmanlıklardan
[76] ahlaksız yaşayışları ve hakka zıt düşüncelerine tabi
olup
[77] haberiniz olsun ki
[78] dînî, milleti, koruma gayreti
[79] hafife alıp aşağılamaktır
[80] alay etmektir
[81] acaba
[82] dünyanın menfaat ve lezzetlerini terketmek
[83] hükmü ve baskısı
[84] ölmeyecek kadar gıda
[85] zahiren müslüman gibi görünen, hakikatte İslâm düşmanı
olanlar
[86] gizli hile ve oyunlarıyla
[87] bozucu etkisi
[88] koruyucusu
[89] yaşamak için gerekli damarlarına, can damarına
[90] Avrupa‘da hırıstiyan papazların baskısına benzer bir
yobazlıkla
[91] kendine aşırı güven duygusundan dolayı kendinden geçmiş
[92] silahlanmış
[93] hürriyeti sever görünen
[94] sızıp yayılmış
[95] manevi yüceliğe sahip olan hoşlanılır güzellik
[96] yüce ve üstün meziyetler (vasıflar, özellikler)
[97] değer ölçüsünü
[98] dolaşıp etkilediği saha, ele alınan konular
[99] sevmekle güzelliktir
[100] kahramanlık ve cesaret
[101] gerçekleri canlandırma ve anlatma
[102] yabancılara ait olan edebiyat, İslâmî olmayan edebiyat
[103] yaratılıştan gelen kahramanlık
[104] güçlüyü sevme ve güçlüye hayranlık duygusunu
[105] nefsin kötü hislerini ve cinsî duygularını uyandırıcı
[106] aşılar
[107] Allahın güzelleştirici boyası yani güzel sanat eseri
[108] tabiatçılık sevgisin aşılar
[109]uyuşturucu, yani manevî acıları geçici olarak unutturucu
olur
[110] uyutucu, yani gaflet verici olur
[111] ölü olan canlı, geçici hayal zevkiyle oyalayıcı
[112] hareketli ölüler, cansız resimler
[113] ruhların başka bir cesede girip tekrar dünyaya
geleceğine inananların batıl inançlarına benzer şekilde
[114] utanmak duygusu bulunmayan kadın kılığını
[115] varlığı asliyetiyle olup bozulup değişmeyen gerçek
güzellik
[116] kadın oyuncuyu ,okuyucuya hatırlatır
[117] ahlâksızlığın zararlı neticelerini
[118] teşvik edici şekilde canlandırma
[119] heyecanlandırır ve harekete geçirir
[120] Avrupa’dan doğan edebiyat ise
[121] dostların yokluğundan, gerçek dostlardan yoksun
kalmaktan
[122] duygusal etkilenmekle
[123] korkunç yalnızlık ve sahipsizlik yeri
[124]Bu ibare, İslâmiyet öncesi câhiliye âdetlerine
dönmekten men eden hadislerden iktibas edilmiştir. Bu mevzuda bir çok hadis-i
şerif rivayet edilmiştir. Bunlardan birisi şöyledir: “İslâm dini kendinden
önceki bâtıl olan fiil, hareket, âdet ve inanışları keser, kaldırır.” Buharî,
Ahkâm: 4, İmâra: 36, 37; Ebû Dâvud,Tirmizî, Cihâd: 28, İlim: 16, Nesâî, Bey’a:
26; İbni Mâce, Cihad: 39; Müsned, 4: 69, 70, 199, 204, 205, 5:381, 6:402, 403.
Sünnet: 5;
[125] milliyetçiliği ırkçılık olarak anlama ve davranma
[126] ırkçılıkla hareket etme ve kendi ırkını herşeyiyle
taparcasına sevmeyi
[127] Avrupa hastalığı
[128] öldürücü zehir
[129] ayrılık fikriyatı
[130] ırkçılık düşüncesi
[131] bitmeyen uğursuz düşmanlıklarından
[132] doğu illerinde yaşayanlara
[133] güney tarafımızdaki İslâm ülkelerinde yaşayan
müslümanlara
[134] tehlikeleriyle
[135] İslâm ülkelerindeki mü’minlere düşmanlık
[136] dini ve milleti koruyacağım diyerek
[137] ahmaklıktır
[138] dehşetli hücumları püskürttünüz
[139] Mâide Sûresi, 5:54.
[140] ayetteki mânâya uygun, âyeti doğrulayıcı örnek
[141] Avrupalıların anlayışını ve yaşayışını benimseyen
[142] Allah’ın dininden ve Kur’an’ın hükümlerinden dönenler
ile ilgili hükme uygun ve doğrular şekilde
[143] boy-bos durumu (başka bir deyimle inanç ve yaşayış
şekli ve manevi değer derecesi. Yani sahip olduğu özellikleri)
[144] tarla, çiftlik, köy
[145] ortaya çıkması
[146] filozofların çoğunluğunun
[147] Allah’ın ezelden verdiği hükmün
[148] gizli ve kapalı ifade şekli
[149] milletlerini uyanıklığa
[150] hakarat etmekten
[151] insanları sever gibi görünen halleri
[152] azgın idarecilerin
[153] ahlâksız ve günahkâr Avrupa medeniyeti hayranlarının
[154] İslâmiyetten evvelki ilkel insanların bozuk hayatında
geçerli olan kanunlarına geri döndürmeye
[155] sahte vatanperver
[156] acımasız bir suçlamayla
[157] müslümanların dini koruma gayretleri ve iman kuvvetiyle
[158] siyaseti dinin hizmetine vermekle
[159] gericilik, geri kafalılık
[160] sanıp kuruntulara düşmeleri
[161] parlak İslâm şeriatı meydana geldiğinden
[162] kuzeye yönelerek
[163] bu cümle, İslâm’a, Kur’an’a düşman olan kafir
Avrupalılara bakar, İslâm’a dost ve hatta hidayete gelen Avrupalılara değil
[164] içyüzü korkunçtur
[165] içyüzü, görünüşünden
[166] insanoğlu
[167] cin taifesinden çok korkunç ve zaralı bir mahluk
[168] gerçek dayanak noktası
[169] manevî olarak güç kaynağı
[170] din için gayretlilik göstermeyi heyecanlandırmakla
[171] toplumda yaşanan İslâm âdetlerinin canlanmasına
[172] dine aykırı düşen yeni adet ve yaşayış tarzlarının
[173] bid’at sahibleri, dinde yeni şeyler çıkaranların
[174] sıkıntıdan kurtuluş ve rahatlık
[175] sevinç ve galibiyetler
[176] İslâma kinleri hiç bitmeyen, din düşmanı yabancılar
[177] inanaların başına münafıkları görevlendirdiler
[178] İslâm ülkelerindeki din düşmanlarını
[179] hava boşluğunu
[180] manevî havayı karartan yağmursuz bulutlar (mecaz)
[181] gürültüsüz
[182] fiilimizle, yaptıklarımız ve yaşayışımızla göstersek
[183] dahil olacaklar
[184] başka din mensupları
[185] bölük bölük, gruplar halinde
[186] insanlık dünyasında
[187] iki büyük akım ve biribirini takip eden iki düşünce
sistemi
[188] din ve peygamberlerin yolu, onların getirdiği inanç ve
yaşayış sistemi
[189] dinden kopuk felsefe ve beşerî düşünce sistemi
[190] biribirine zıtlaşmayıp uyum içinde olup destek olmuşsa
[191] felsefî düşünce dindarlaşmışsa
[192] iyilikler ve hayırlar, peygamberlerin gösterdiği yol ve
din
[193] kötülükler, sapıklıklar dine dayanmayan beşerî düşünce
sisteminin
[194] toplanmıştır
[195] doğudaki göçebe aşiretlere 1910’larda yaptığı
seyahatlerdeki günlerde
[196] şimdi yaşanan Batı medeniyeti
[197] Allah tarafından gönderilen kitapların esaslarına
aykırı
[198] üstün
[199] insanca yaşamada güdülmesi gereken doğru gaye
[200] çalışma
[201] kötü ve aşırı tüketimle
[202] başkalarına bulaşmasına ve yayılmasına
[203] şimdi bir milyarı bulan İslâm dünyasının tam
uyanıklığıyla
[204] müslümanların kendi kudsî anayasalarıyla (yani Kur’an
ve Sünnet prensipleriyle)
[205] İslâmiyet insanların hem dünya hem ahiret mutluklarını
temin edeceğini
[206] İslâm medeniyetinin iyilikleri üstün geleceğini
[207] meşru yolun dışında
[208] çoğunlukla arzusunun zıddıyla
[209] dine aykırı düşen
[210] karşılığı
[211] düşmanlığıdır
[212] dinden kopuk bilginleri, filozofları
[213] bilgisiz, cahil
[214] ölçüsüz ve mantıksız konuşan boşboğazların
[215] bilgide üstün dereceli olup söz sahibi olan bilginlere
[216] büyük din bilginlerinin bir mesele hakkında fikir
birliğinde olmalarıdır ki
[217] etrafa gerçekleri yayan manevî güneşten
[218] ay gibi parlak, gerçekten habersiz kalmış
[219] haddini aşmış
[220] Kaside-i Bürde’den alınmış bir cümle bu.
[221] Avrupalıların anlayış ve yaşayışlarına taparcasına
bağlı, avrupa hayranı
[222] dinimizin, yasak olan birşeye zorlanma halinde, kişiyi
sorumlu tutmaması yoluna
[223] kanun yoluyla yapılan baskı yönünden
[224] dinin yasağını işlemeye zorlanmayı dinlemeyip, dine
uygun olan günahlardan uzak kalarak yaşama yönünden
[225] batıl düşünce, sapıklıklar
[226] gerileme, düşme
[227] çokluğundan israf etmektir ve kıymetini bilmemektir
[228] uyanıklık
[229] iki yüzlü yapmacık ve gösterişten ibaret hareketlerdir
[230] akıllılık
[231] insanları kandırmaya yönelik şeytanca gizli hilelerdir
[232] insan hakları, hümanizma
[233] insanî hayatı hayvanî hayata çevirmektir
[234] çağımızdaki Avrupa medeniyeti
[235] uğursuz medeniyet
[236] Bakara Sûresi, 2:30.
[237] Avrupalılarda görülen iyilikler ve bizdeki kötülüklerle
[238] geniş insan dünyasının düşünce ve yardımlaşmasının
meyvelerini
[239] bir kişinin çalışmasından meydana gelen neticeyle
[240] aldatıcı sözlerle, söz cambazlığıyla
[241] alçalış ve gerilemeyi
[242] aşırı bağlılık ve hayranlık
[243] derin, şiddetli bir nefret ve beğenmemezlik
[244] devrimcilik düşüncesi ve yıkma isteği
[245] isyan edercesine kötüleme ve iftira etme
[246] şeref kırıcı tarz
[247] acıma duygusu yerine hakaret ve küçümseme isteğini öne
geçirme
[248] sevgiyle kendine çekme yerine nefret duygusu
[249] sevgi isteği yerine hafife alıp aşağılama isteği
[250] saygı duyma yerine cahillikle suçlama isteği
[251] acıma ve hürmet yerine büyüklük taslama isteği
[252] fedakârlık ahlâkı yerine ferdiyetçilik ve kendini
kurtarma meyli
[253] hayasız bir Avrupa kadının üstüne giymesini güzel
bulduğu, beğendiği
[254] manevî değerleri koruma isteği ise
[255] çanak yalayıcılar
[256] manevî hastalıklı mesleğinde ve sakat düşünce ve
yaşayış yolunda
[257] kafirlikle suçlanacaktı
[258] ne yazık ki
[259] canlandıran hayat düğümü, çekirdeklerde saklı
canlılığın ve gelişmenin özlerinden
[260] parlak konuşma isteği, edebiyat yapma düşüncesi
[261] aşırı giden, ahlak ve terbiye kuralı tanımaz şekilde ve
kendini beğenircesine
[262] tenkid düşüncesi ve küçümseyip hakaret etme isteği
[263] Hucurât Sûresi, 49:12.
[264] tenkitle gizlice iliştirmelerini
[265] çanak yalayıcıların
[266] aşağılamaları
[267] beraber
[268] neticesiz ve faydasız zekilik ve akıllılık
[269] körükörüne bağlılığın
[270] taklitçilerinde
[271] üstünkörü ve düşünce yönü ile derinliği olmayan
[272] uyutarak aşılar
[273] duymazcasına (işin hakikatını araştırmadan)
[274] Avrupanın aşıladığı fikriyatı yerine getiririz
[275] şuursuz ve akılsız vasıta
[276] müslümanlar içinde yaşayan sapık guruplar
[277] zararlı azınlık
[278] dinle ilgisiz kalarak veya ciddiye almayarak
[279]dine aykırı adetler getirerek
[280] İslâm toplumunun içinde
[281] “Bu servet, bilgim sayesinde bana verilmiştir.” Kasas
Sûresi, 28:78.
[282] alçak ve ahlaksız Avrupa medeniyetine
[283] Paris’in bir banliyösü (uzak mahallesi) olan Sevr’de
Avrupa itilaf devletleri ile mağlup Osmanlı devleti arasında 1920 yılında
yapılan antlaşmayla
[284] İslâm Dünyasını esaret altına almaları ve Hilafet
merkezi olan Osmanlı İmparatorluğunu parçalamalarına
[285] İkinci Dünya Harbinde Avrupa’nın başına gelen bela ve
milyonlarca insanın katledilmesi ve mühim merkezî başkentlerinin yerlebir
edilmesiyle
[286] medeniyetin zevklerini
[287] baskı altında tutma
[288] sürekli
[289] baskı yönetimine baş eğdirmekmiş
[290] zenginliğe
[291] zamanında
[292] sapıklık seline yani hücumuna
[293] sömürgeler bakanı (Gladstone)
[294] memleketimizdeki dina aykırı yapılan hareketleri
[295] dinsizlikte inatçı
[296] Nisâ Sûresi, 4:176.
[297] Nisâ Sûresi, 4:11.
[298] Ahzâb Sûresi, 33:28
[299] Nisâ Sûresi, 4:3.
[300] biriken
[301] Al-i İmran Sûresi, 3:7
[302] son asırlardaki din büyüklerinin
[303] Alâk Sûresi, 96:6.
[304] Tevbe Sûresi, 9:32.
[305] dini ve milleti üstün derecede koruma gayretinde
olanlar
[306] miladi 1908 yılında
[307] Paris’in bir banliyösü (uzak mahallesi) olan Sevr’de
Avrupa itilaf devletleri ile mağlup Osmanlı devleti arasında 1920 yılında
yapılan antlaşmada
[308] islâm aleyhindeki düşüncelerini uygulamaya koymak
[309] Risale-i Nur Külliyatının başlangıcı olan İşarat-ül
İ’caz eseri 1918 de neşredildi
[310] planlı şekilde söndürmeye
[311] ayetin sarih manası değil işaret yoluyla manası
[312] 1877 miladi yılında Rusların İslâm dünyasına hücumu
olan Osmanlı Rus uğursuz harbi
[313] geçici
[314] işaretle
[315] Âhirzaman fitnesini önlemekle Allah tarafından görevli
olan çok büyük din bilgini
[316] Bir damla su denizin varlığına işaret eder.
* Bediüzzaman’a zurafâdan biri, birgün, irfanıyla mütenasip
bir esvap giymesi lüzumundan bahseder. Müşarün ileyh de: “Siz Avusturya’ya
güya boykot yapıyorsunuz; hem onun gönderdiği kalpakları giyiyorsunuz. Ben
ise bütün Avrupa’ya boykot yapıyorum. Onun için yalnız memleketimin maddî ve
mânevî mamulâtını giyiyorum” buyurmuştur. (Divan-ı Harb-i Örfi sh: 15)
[317] karışık
[318] ekonomik savaş
[319] nihayetsiz değerini
[320] çok kusurlu kulu
[321] atılan
[322] burada belirtilen Deccal, İslâm deccalidir
[323] Kur’an hizmetkarı Bediüzzaman Hazretleri
[324] teknik ilerlemede
[325] cevap veremeyecek hale getiren
[326] akar su
[327] yerle bir
[328] Peygamberimizin (asm) gelmesinden evvelki cahiliye
devrinde yaşayanların
[329] resim ve heykellere tapıcılığın
[330] meydana çıkması ve neşredilmesi
[331] tam serbest neşredilmesi
[332] Türkiye dışındaki İslâm dünyasında
[333] Avrupaî hayatı yaygınlaştırma düşüncesinde
[334] 1950 öncesi başlayan ve Demokratlar devrinde de devam
eden mahkemeden beraat beklenirken ileri bir tarihe bırakılması
[335] yanlış düşünceleri giderir
[336] İngiliz sömurgeler bakanı
[337] hükmümüz, kontrolümüz
[338] gözden düşürmeliyiz
[339] yardım diledim
[340] din ve fen ilimlerinin berabar okutulduğu İslâm
Üniversitesi düşüncesiyle
[341] sınırsız baskı ve sapık düşüncelerin neticesi olan
yıkılıştan
[342] İslâm milletlerinin arasındaki
[343] kardeşliği geliştirmeye
[344] iman kardeşliğine kuvvetli imanla
[345] çürütememesidir
[346] müsbet ilimler (fen ilimleri)
[347] din ilimleri
[348] iman esasları ve İslâmın şartlarıyla
[349] verilen haberin iki tarafı
[350] İslâm gelenek ve ananelerine aykırı
[351] yabancıların geleneklerini ve kültürlerini almak
[352] dalga dalga
[353] gerçeği araştırarak bulan üstün zeka sahipleri
[354] 13. Söz’ün ikinci makamının zeyli’deki bahis
[355] Demokrat hükümetlerin
[356] Kur’an esaslarına
[357] arkasındaki büyük destek kuvveti
[358] İslâm Birliği
[359] araştırıcı akımlar, guruplar
[360] ilim ve tecrübe ışığını
[361] çok güzellikler
[362] Hırıstiyanlığın
[363] fikirlerin birbirine eklenmesi,bilgi birikiminden
[364] Allah’dan gelen bütün şeriat kitaplarından
[365] yaratılıştan gelen ihtiyaçlardan
[366] özellikle İslâm, Hz. Muhammed’in (a.s.m) getirdiği
dinden
[367] İslâmın gelmesiyle dünyanın şeklinin değişmesinden
kaynaklanan
[368] kimse sahiplenemez
[369] gerçekten
[370] medeniyetin imkanlarını elde etmeye çalışmada
[371] medeniyetin insanlığa faydalı teknik ve ilimleri
[372] devamlılığın mayası
[373] milli değerlerini, tarihi geleneklerini
[374] Mâide Sûresi, 5:51.
[375] metnin sağlam olması şart
[376] metnin manası, belli bir hükme delaleti de kesin
[377] Kur’an’daki yasaklama umuma ait
[378] zaman, mekân ve şartlar itibariyle tasarruf kaldırır.
Yani mânâ ve hükümce kat’î ve belirli veya sınırlı değildir.
[379] bir gramer kaidesi ki, (tettehızü) (ahaze) kökünden
türemiştir
[380] böyle türeme kelimelerin hükme kaynak olması halinde
[381] hükmün illetini, yani esas sebebini, yani Yahudilik ve
Nasranilik, yani şahıs değil sıfat murad ediliyor. Yani Yahudi ve Nasrani
(Hırıstiyan) mesleğini dost veya reis edinmeyiniz demektir
[382] güzel görmekle
[383] yani zevciyet yönünden seveceksin, gayr-ı müslimliği
sıfatiyle değil
[384] asr-ı saadette büyük bir dinî değişim oldu, İslamiyet
meydana çıktı
[385] zihinleri, düşünceleri
[386] sevgi ve düşmanlık
[387] Hırıstiyanlar ve Yahudiler dinlerine çok bağlı değiller
[388] sahib oldukları ileri teknik imkanları, güzel bularak
almaktır
[389] Allah’ı inkar isteğiyle
[390] insanî ve kudsî değerleri yerlebir eden
[391] Hırıstiyanlığın ilk orjinal şeklini
[392] altı imanın esası ve İslâmın beş şartının bütünüyle,
Allah’ın (c.c.) birliği ve benzeri olmadığı gerçeğiyle
[393] Birinci Dünya Harbinden
[394] dayanağı ve kaynağı
[395] deccalin yaptığı işlere uygun
[396] tam uyanmasıyla
[397] yeni dünya Amerika kıt’ası demektir
[398] Allah’ın yardımıyla
[399] 1909 da bu isimle kurulan bir cemiyet münasebetiyle
soruluyor
[400] en küçük ferdiyim
[401] doğudan batıya, güneyden kuzeye
[402] nurani bağ ile bağlı, İman ve İslâm bağı ile bağlı
[403] 1909 da dünyadaki İslâm nüfusu
[404] birleşme ve karşılıklı olan bağı
[405] bir tek Allah‘ a inanmaktır
[406] kuvvetli yemin
[407] intisab edenler, girenler
[408] Cenab-ı Hakkın ruhları yarattığında "Rabbiniz
değil miyim" mealinde buyurduğunda, ruhlar "evet Rabbimizsin"
dedikleri zaman
[409] isim kayıt defteri
[410] Allah kelamının, İslâmiyetin hakikatlarının yayılmasına
çalışmak
[411] meclis ve komisyonları
[412] Peygamberimizdir (asm)
[413] bağlılığını bildirmek
[414] evvelce bu meselede fikir sahibi olanlar
[415] kabrimin köşesinde
[416] kararsız, rahatsız
[417] düşmanların saldırısını
[418] kızgın demirle yüreği dağlanmak
[419] şahsi garazlar
[420] ayrılık sebebi
[421] farklı farklı ırktan olanlara ait dernekler
[422] İttihad ve Terakki Cemiyetinin merkezi Selanik’te idi.
İstanbulda ise şubesi vardı
[423] aralarında maddî manevî birlik ve beraberlik bağları
bulunan topluluktaki vasıf
[424] Osmanlı devletinin hilafeti temsil etmesi
[425] Kur’an ve İslâm dini etrafındaki kalenin
[426] İslâmın verdiği bağlar ile
[427] aynı değerleri yaşayan, paylaşan akraba, topluluk
[428] islâm kardeşliğiyle bağlı
[429] sıkıyönetim mahkemesinde
[430] şeriat ölçüsüyle tartarım
[431] müslümanların teşkil ettikleri ve hükümran oldukları
cemiyet hayatında
[432] işlerini şeriat ölçüleri içinde birbirleriyle danışarak
yapmak
[433] “Onların aralarındaki işleri, istişare iledir.” Şûrâ
Sûresi, 42: 38.
[434] meşveret etmeyi
[435] fikirlerin birbirine katılarak gelişmesi, bilgi
birikimi
[436] gerçek meşvereti
[437] geleceğini, önünü açacak
[438] çeşitli baskıların, baskıcı idarelerin
[439] dinden gelen kahramanlık
[440] inançlı olmaktan kaynaklanan merhamet, acıyıp koruma
duygusu
[441] Batı’nın ahlaksız medeniyetinin günahlarını
[442] zorla baskı uygulayarak hükmü altına almak
[443] aşağılamamak, ezmemek
[444] hor duruma getirmemek, baş eğdirmemek
[445] zalimler karşısında eğilmemek
[446] her şey rab, yani kendi başına buyruk, kendi kendinin
sahibi diye düşünür
[447] anlaşmazlık olan meseleleri düzeltmek
[448] herkesin üzerine anlaştığı meseleler
[449] yüksek maksadlara
[450] ayrılığa sebepdir
[451] İslâm birliğni
[452] bütün insanlık âlemini
[453] Kur’an ve iman hakikatlarının bütün herkese ulaşmasına,
yayılmasına
[454] kesin delillerle
[455] masonluk ve komünistlik
[456] başka devletin emri ve sömürge idaresi altında olanlar
[457] kardeşliklerini
[458] düşmanlığa
[459] bakınız 13. Söz’ün zeyli
[460] Kur’an’daki hakikatlere
[461] şimdi 1.5 milyar mü’min kardeşleri
[462] beraber hareket etmek için başarılı şekilde sözleşme
imzalamanızı
[463] bütün İslâm dünyasının barışına
[464] hayatımın sonlarında
[465] büyük neticeyi
[466] kullanımıyla
[467] islam kardeşliğine
[468] karakterinin gereği, hareketinin temel özelliği
[469] kaynaşmış
[470] ayrılması mümkün değil
[471] sulh ve barış içinde yaşamaya muhtaç İslâm ve
Hrıstiyanlar
[472] demokrasinin esaslarını temel almış siyasi hareketler
[473] İman’ın esasları ve İslâm’ın şartlarının bütününe
[474] İslâm kardeşliğiyle bütün müslümanları
[475] mahkeme tarafından el konmasından
[476] farz olan hac, arafe günü cuma’ya denk gelen haccada
hacc-ı ekber denir
[477] egemenliğini, bağımsızlığını
[478] yani Pakistan veBangladeş
[479] Endonazya’da
[480] cumhuriyetler birliği
[481] başlangıcı
[482] İslâm Cumhuriyetler Birliğinin
[483] İslâm Cumhuriyetler Birliğinin anayasasını ve
kanunlarının kaynağını teşkil eden
[484] şimdiki medeniyetin kaynağı ve dayandığı yer
[485] deccale ait bütün özellikleri taşıyan
[486] insanlığa yakışmayan ürküntü veren davranışlar
[487] tam uyanmasıyla, hareketlerinde temel kural yapmasıyla
[488] yani Amerika’nın
[489] Hristiyanlığın ilk orjinal şeklini seçerek hareket
[490] Allah’ın yardımıyla
[491] Diyanet İşleri Başkanlığı
[492] Osmanlı Devletinin din işleri dairesi
[493] kötü düşüncede bulunmak
[494] Risale-i Nur’u tetkik eden bilirkişi heyeti
[495] Bakanlar Kuruluna
[496] Demokrat Partisi Milli Eğitim Bakanı
[497] ll. Meşrutiyet (1908)
[498] İttihad ve Terakki Partisi devri (1912)
[499] Osmanlı padişahı
[500] İslâm Üniversitesinin
[501] batılılara yani Avrupalılara
[502] fizik, kimya, biyoloji vs. fen ilimleri
[503] hakaik-i imaniye, tefsir, hadis, fıkıh vs. gibi din
ilimleri
[504] çoğunlukla peygamberlerin doğu’da, filozofların batı’da
gelmesi
[505] Asya’nın ilerlemesi din’in ayakta durmasıyla olur
HAŞİYE Hattâ o zamandan evvel Türk olmayan bir talebem
vardı. Eski medresemde hamiyetli ve gayet zeki o talebem ulûm-u diniyeden
aldığı hamiyet dersiyle her vakit derdi: “Salih bir Türk elbette fâsık
kardeşimden, babamdan bana daha ziyade kardeş ve akrabadır.” Sonra aynı
talebe talihsizliğinden sırf maddî fünun-u cedide okumuş. Sonra ben dört sene
sonra onunla görüştüm. Hamiyet-i milliye bahsi oldu. O dedi ki: “Ben şimdi
Râfizî bir Kürdü, salih bir Türk hocasına tercih ederim.” Ben de “Eyvah!”
dedim. “Sen ne kadar bozulmuşsun.” Bir hafta çalıştım. Onu kurtardım. Eski
hakikatli hamiyetine çevirdim. Sonra Meclis-i Meb’usandaki bana muhalefet eden
meb’uslara dedim: O talebenin evvelki hali Türk milletine ne kadar lüzumu var.
Ve ikinci halinin ne kadar vatan menfaatine uygun olmadığını fikrinize havale
ediyorum. Demek farz-ı muhal olarak siz başka yerde dünyayı dine tercih edip
siyasetçe dine ehemmiyet vermeseniz de herhalde şark vilâyetlerinde din
tedrisatına âzamî ehemmiyet vermek lâzım. O vakit bana muhalif meb’uslar da
çıkıp o lâyihamı 163 meb’us imza ettiler. Bu kadar imzayı taşıyan bir
istidayı elbette yirmi yedi sene istibdad-ı mutlak onu bozamamış. (Hz.
Bediüzzaman r.a.)
[506] yardımlaşma ve dayanışmaya
[507] Mısır’da bulunan İslâm Üniversitesi
[508] milliyetini olumsuz olarak kullanmak
[509] islâm kardeşliği tam görünsün
[510] fen ilimleri ile din ilimleri
[511] batı kültürü İslâma ters düşen yönlerini bıraksın
[512] Risale-i Nur anlamında
[513] tarzında, biçiminde
[514] devam edip gelen örfi ve dini bilgilerden
[515] din dışı
[516] doğu illerinde
[517] kurtuluş vesilesi
[518] yayın dünyasında meydana çıkma
[519] sevgilerini ve kardeşliğini
[520] devlete ait bir daire tarafından
[521] dine uymayan yaşantımızdan gelen suçlamaları gidermeye
[522] müslümanların sevgi ve kardeşliğini kendi tarafına
çekmeye
[523] alakadar edecek
(Haşiye) Hattâ onlardan bir tanesi olan Seyyid Ahmed-üs
Sünusî, milyonlar müride kumandanlık ediyor. Seyyid İdris gibi diğer bir zât,
yüzbinden fazla müslümanlara kumandanlık ediyor. Seyyid Yahya gibi bir başka
seyyid, yüzbinler adamlara emirlik ediyor ve hâkeza… Bu seyyidler kabilesinin efradlarında
böyle zahirî kahramanlar çok olduğu gibi; Seyyid Abdülkadir-i Geylanî, Seyyid
Ebulhasen-i Şazelî, Seyyid Ahmed-i Bedevi gibi manevî kahramanların
kahramanları dahi varlarmış. (Mektubat)
İttihad İlmî Araştırma Heyetince Hazırlanmıştır
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder