Üç Olay :
Kudüs, İstanbul, Bursa...
Osmanlı Devleti çökerken, biz Kudüs'ü 401 yıl 3 ay 6
günlük hakimiyetten sonra 9 Aralık 1917 tarihinde bir pazar günü bırakırız.
Zaten tutmaya da imkân yoktur. Ordu bozulmuş, çekiliyor. 11 Aralık 1917'de
Osmanlı ordusunu yenerek Kudüs'e giren İngiliz Orduları Komutanı Orgeneral
Edmund Allenby, Selahaddin Eyyubi'nin mezarına ayağıyla vurarak; “Kalk
Selahaddin biz yine geldik” şeklinde bir konuşma yapar. “Yine geldik” derken,
şüphesiz 1189 yılında 3. Haçlı Seferine katılan ve başarısız olan İngiltere
Kralı Aslan Yürekli Richard’ın ilk gelişini kasdeder.
İstanbul, 8 Şubat 1919…
İtilaf Devletleri Mondros Ateşkes Antlaşmasından hemen
sonra antlaşma gereğince 13 Kasım 1918’de İstanbul’u fiilen işgal etmişlerdir.
16 Mart 1920’de ki ikinci ve sert işgal dalgası ise tam bir gözdağı niteliğinde
idi. Bu işgal sırasında İngiliz askerleri Şehzadebaşı Mızıka Karakolu’nu
basmış, askerleri süngülemiş, resmi daireleri işgal etmiş ve Meclis-i Mebusan
milletvekillerinden bir kısmını da tutuklayıp Malta Adasına sürgüne
göndermişlerdi. İşgal sırasında işgalci subay ve askerler içlerindeki yüzlerce
yıllık kini ortalığa saçmışlardır. Özellikle Fransız General Franchet d’Esperey’in
yaptıkları Müslüman İstanbul ahalisini derinden yaralamıştı. Oysa Fransızlar
Osmanlı Devleti tarafından sürekli korunup kollanmışlar ve uzun yıllar kadim
dost olarak görülmüşlerdi. Fransızların gerçek yüzü Osmanlı Devletinin gücünü
kaybettiği 19. Yüzyılın başlarında Napolyon’un Mısır’ı işgali ile ortaya
çıkmıştı. Fransız General d’Esperey 8 Şubat 1919’da gösterişli bir şekilde
İstanbul’a giriş yaptı. Galata rıhtımından Beyoğlu’na kadar zafer alayı tertip
ettirdi. İki zencinin başından çektiği dizginsiz “beyaz” bir ata binmişti. Eski
Roma İmparatorları gibi etrafını selamlayarak alay halinde ilerliyordu.
İstanbul’un fethine gönderme yaparak Fatih Sultan Mehmet’in bindiği gibi beyaz
ata biniyor ve aslında “Romalılar geri döndü” demek istiyordu. Dolmabahçe
Sarayı’nda oturmak istediğini ve Padişahın sarayı terk etmesini söyleyerek
yoluna devam etti. İstanbul’da bulunan gayri Müslimlerin tezahüratları altında
ilerleyerek Beyoğlu’nda ki Fransız Sefaretine girdi.
Bursa, Temmuz 1920….
Yunan askerleri Bursa’ya girmiştir. Askerlerin başında
Venizelos’un yedek subay olan oğlu Sophoklis Venizelos vardır. Osmanlının ilk
başkentinde tarih sanki 600 sene öncesine dönmüştür. Tutsak şehirde ezanların
hıçkırdığı bir Ramazan günüdür. Sophoklis’in günlerden beri beklediği Atinalı
fotoğrafçı nihayet şehre gelmiştir. Sophoklis fotoğrafçıyı da yanına alarak bir
manga askerle birlikte Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gazi’nin türbesine
yönelir. Türbenin yanına vardıklarında kapının kilitli olduğu görülür.
Venizelos’un askerleri bir kale burcuna saldırırcasına türbe kapısına
yüklenirler. Tahta kapıyı kırıp türbeye girerler. Ne yapacağını anlamayan
askerler her an birileri çıkıverecekmiş gibi süngülü tüfeklerini türbe kapısına
doğrulturlar. Osman Gazi’nin sandukası, başındaki sarığıyla öylesine vakur
öylesine haşmetlidir ki ister istemez irkilirler. Sophoklis şaşkın bakışlar
arasında sandukanın yanına gelir. Mahmuzlu çizmelerini kaldırarak sandukaya üst
üste üç tekme savurur. Fotoğrafçı donuk bir sırıtışla ne yapacağını düşünmektedir.
Türbedeki uhrevi havanın sırlı sessizliği, kalp atışlarını esir almış gibidir.
Sophoklis kılıcını çekip hayali düşmanına doğru hamle yapar gibi sallarken
bağırır: “Koca Osman! kurduğun devleti yıktık. Seni öldürmeye geldim”. Bir
müddet türbenin içinde kılıcını sallayarak dolaştıktan sonra zafer kazanmış bir
kumandan edasına bürünür. Bir ayağını sandukanın üzerine koyar, kılıcına
dayanır ve fotoğrafçıya seslenir: “Çek bakalım bir Bursa hatırası...”
Sophoklis, Don Kişot edasıyla çektirdiği bu fotoğrafın arkasına şu satırları
yazarak Atina’ya gönderir; “Ordularımız Bursa’ya hakimdir. Şu anda Osmanlı
Devleti’nin kurucusu Osman ayaklarımın altındadır. Bizans’ın intikamını
aldım."
Üç olay; birisi Kudüs'de, biri İstanbul’da, diğeri ise
Bursa’da yaşanıyor. Üç olayın birbirinden hiçbir farkı yok. Her üç olay da
bizim ruhumuzda derin yaralar açtı ve hiç unutulmadı. Birbiri peşi sıra
kaybedilen topraklar, küçülen sınırlar, ihanetler, hayal kırıklıkları, mal ve
can kayıpları ve daha neler neler. Biz milyonlarca kilometre karelik toprak
parçalarını birbiri peşi sıra kaybederken, Avrupa, Asya ve Afrika
topraklarından çekilirken geride milyonlarca insanımızı bıraktık. Hem de ne
bırakma? Vücudumuzdaki tüm damarlar lime lime söküldü. Aradan 90 yıl geçmesine
rağmen Arnavutluk, Yunanistan, Bulgaristan, Romanya, Macaristan, Kırım,
Gürcistan, Mısır, Sudan, Tunus, Libya, Cezayir, Yemen, Mekke, Medine, Halep,
Filistin, Kudüs, Beyrut, Şam, Basra, Musul, Kerkük bizim için halen vatandır.
Şu an birilerinde ödünç olarak duran bu vatan toprakları kim bilir belki yarın
belki yarından da yakın asıl sahibine geri dönecektir. Bekleyeceğiz ve
göreceğiz.
Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun geçenlerde yaptığı bir
konuşma çoğu kimsenin dikkatinden kaçtı. Başbakan; “2023 yılında Türkiye
Cumhuriyeti’nin bir CİHAN DEVLETİ olacağını” dile getirdi. Bundan on beş yirmi
yıl önce herhangi bir Türk Başbakanı böyle bir konuşma yapsaydı “Türkler
İmparatorluk sevdasına düştü” diye Avrupa’da kıyamet kopardı. Fakat bugün hiç
kimse herhangi bir tepki bile göstermiyor. İlgisizlikten falan değil, artık
onlarda bu durumun gerçekleşeceğini kabullenmeye başladı.
Bu arada Batı dünyasında da çok ilginç gelişmeler
yaşanıyor. Yeni bir Avrupa doğuyor. Belçika, İspanya, İtalya ve İngiltere’de
kazan kaynadıkça kaynıyor. Bu ülkeler parçalanmaya doğru emin adımlarla
ilerliyor. Hiç ummadığımız ülkelerde ayrılık rüzgarları esiyor ve
"demokrasinin beşiği" olmakla ünlenen bu ülkeler ne yapacağını
bilememenin şaşkınlığını yaşıyor. Şüphesiz Avrupa kıtasında en uzun süreli
ayrılık isteği İspanya'da Katalonlara ait. 11 Eylül 1714'de Bourbon orduları
Katalonya'ya girip Barcelona'yı ele geçirmişti. İşte bu sebeple her yıl bu
tarihte saatler 17.14'ü gösterdiğinde sokakları dolduran binlerce Katalon kendi
milli marşlarını okuyarak ve ellerindeki Katalon bayraklarını sallayarak
seslerini duyurmaya çalışıyor. Öyle veya böyle İspanya’da bir Katalon bölünmesi
her an yaşanabilir. Bunu Bask bölgesi ve akabinde diğer özerk yapılar takip
edecek.
Valon, Flaman ve Brüksel olmak üzere üç bölgeli federal
yapıya sahip Belçika’da ise 13 Haziran 2010’daki erken genel seçimlerde
bölünmeyi savunan bir parti ilk defa oy patlaması yaparak birinci sırayı aldı.
Flaman İttifakı, ülke nüfusunun % 60’ını oluşturan ve gelir seviyesi yüksek
olan Flaman bölgesinde oyların % 28’ini alarak en yakın rakibi Hıristiyan
Demokratlar’a 10 puan fark attı. Nüfusun yaklaşık % 40’ının yaşadığı Fransızca
konuşan Valon bölgesinde ise Sosyalistler (PS) % 38 oy aldı. Seçimlerin
ardından hükümeti kurmakla görevlendirilen Valon Sosyalistler’in Başkanı Elio
Di Rupo, bölge hükümetlerinin daha fazla otonomi isteği nedeniyle
çalışmalarından sonuç alamayınca Eylül ayında istifasını sundu. Ülke yaklaşık
altı ay boyunca hükümetsiz kaldı. Bunun üzerine Flaman ve Valon partilerini
uzlaşmaya zorlayan Belçika Kralı, Flaman İttifakı Başkanı De Wever’ı hükümeti
kurmakla görevlendirdi. Ancak De Wever’in uzlaşma belgesi, Belçika’nın
bölünmesinin altyapısını hazırladığı gerekçesiyle Valon partilerince
reddedildi. Yapısı gereği koalisyon hükümetleriyle yönetilmeye mahkûm olan
Belçika’da ayrılık taleplerinin ciddi boyutlara ulaşması, ülkenin geleceği
hakkındaki soru işaretlerini de arttırdı. Flamanlar ile Valonlar arasında hem
dil, hem de ekonomik ve politik alanda farklılıklar var. 1900’lerin başında Valonların
sanayileşmesi karşılığında Flamanların tarım ekonomisine devam etmesi,
Valonları politik olarak da üstün konuma getirmişti. Flamanlar bu süreçte ülke
içinde giderek dışlanmaya başlandı. Yönetimde yer almak için Fransızca bilmek
zorunlu tutulurken, sadece Flamanca bilenler ikinci sınıf vatandaş olarak
görüldü. Ancak son 50 yıl içinde kömür ve çelik endüstrisi sayesinde Flaman
bölgesinin ekonomisi gelişirken Valonlar keskin bir düşüşe geçti. Bu durumda
ekonomik ve politik üstünlük Flamanlara kaydı. Ülke her an bölünmeye hazır
şekilde bekliyor.
Fakat asıl sürprizi İskoçya yaptı. 18 Eylül 2014’de
İskoçya’da Bağımsızlık Referandumu yapılacak. Halk, ya 307 yıllık beraberliğe
devam diyecek ya da “bu kadar yeter” değip kendi devletini kuracak. Referandum
öncesi İskoçya’ya bir ziyaret gerçekleştiren İngiltere Başbakanı David Cameron,
duygusal bir konuşma ile İskoç halkından üç asırlık bu tarihi birliğin
bozulmamasını talep etti. Büyük Britanya’nın değerli ve çok özel bir ülke
olduğunu dile getiren Cameron, İskoçya, İngiltere, Galler ve Kuzey İrlanda’nın
tüm ihtiyaçları karşılayan bir yapıya sahip olduğunu belirtti. Bu birliğin bir
halk oylaması ile bozulması durumunda, sonsuza dek tarihe karışacağı uyarısında
bulunmayı da ihmal etmedi. Kraliçe II. Elizabeth ise şu an sessizliğini
koruyor, zaten yapacak fazla bir şeyi de yok. Ancak konunun asıl tartışılan
kısmı, İskoçya’nın İngiltere’den ayrılması durumunda uluslararası ilişkilerdeki
rolü. Örneğin İngiltere ile birlikte Avrupa Birliği ve NATO üyesi olan İskoçya,
ayrılık halinde üye olarak kalabilecek mi? İskoçyalılar bu yapılardan
kesinlikle çıkmayı arzulamıyor.
İskoçya’daki referandum sadece İskoçlar için değil,
Büyük Britanya’yı oluşturan Galler ve Kuzey İrlanda açısından da çok önemli.
Galler bu grupta olmasa bile neredeyse 100 yıldan beri bağımsızlık mücadelesi
veren Kuzey İrlanda’nın İskoçya’yı takip edeceği bir gerçek. Kuşçubaşı Eşref,
Teşkilatı Mahsusa'nın Arap Yarımadası'ndan sorumlu başkanı olarak görev yaptığı
sırada Süveyş Kanal Harekâtı'nda (1916) öncü birliklere komutanlık etti.
Teşkilat-ı Mahsusa birliği Hayber'de savaşırken, Eşref yaralı olarak ele geçti.
Yakalandıktan sonra Lawrence'a şöyle dediği söyleniyor; “Lawrence, kazandığını
sanıyorsun. Fakat henüz hiçbir şey bitmedi. Hükümetinin başına öyle sıkıntılar
salacağız ki, iki asır uğraşsanız bitiremeyeceksiniz." Kuşçubaşı'nın bu
sözlerinin Teşkilatı Mahsusa'nın IRA’nın (İrlanda Cumhuriyet Ordusu)
yapılanmasını örgütlemiş ve desteklemiş olmasına işaret olarak kabul
edilmektedir. Aradan iki asır değil sadece bir asır geçti ve ayrılık çanları şimdi
“üzerinde güneş batmayan” imparatorluğun son kalıntıları için çalıyor.
Evet şimdi sandukaya vurma zamanı bize geldi. İngiliz
kral ve kraliçeleri, Cromwell, Arabistanlı Lawrence, Lloyd George gibi
sürüngenler mezarlarından kalksın da görsün koca İngiliz İmparatorluğu’nun ne
hallere düştüğünü.
İskoçya’nın bağımsızlık referandumu Büyük Britanya ile
de sınırlı kalmayacak. Bunu ilk aşamada İspanya’da Katalonlar ve Basklar,
Belçika’da Flaman ve Valonlar, İtalya’da Güney Tyrol bölgesi takip edecek.
Sonrasında ise Avrupa ülkelerinde birçok etnik grubun referandum talepleri
olacak.
20. Yüzyılda Osmanlı Devleti’ni parçalayarak çok sayıda
pergel ve gönye devleti kuran Batı ülkelerini kötü günler bekliyor. Allah
belaları eksik etmesin diyorum…
Prof.Dr.
/ MEHMET HAKAN SAĞLAM
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder