Cihad-ı Ekber
Büyük
Cihad
Nefisle
Cihad
İMAM HUMEYNÎ (R.A)
Çeviri:
Ali Nurhah
Tarama & Tashih: Muhammed ÇİÇEK
eKitap: Muhammed H.İPEK
Rahman ve Rahîm Olan Allah'ın Adıyla
«İş
işten geçmeden, düşmanlar tüm dinî ve ilmi meselelerinize el atmadan düşününüz
ve uyanık olunuz. Kalkınız, öncelikle nefsinizi terbiye ve tezkiye etmeye önem
veriniz. Kendinize bir çeki düzen veriniz. Düzenli ve tertipli olunuz. İlmî
müesseselerde nizamı ve intizamı sağlayınız»
«Her
şeyimizi yağmalamak isteyen sömürgeciler, bırakmıyorlar ki dinî ve ilmî
müesseselerimizde 'insan' yetişsin. Onlar insandan korkuyorlar. Eğer bir
ülkede 'insan' yetişecek olsa bu onların huzurlarını kaçırmakta ve çıkarlarını tehlikeye
sokmaktadır»
İmam Humeyni
Büyük Cihad...
Mutluluk
dolu ve insanlık unsurunu öne çıkaran bir yaşamın; ilerleme, daha iyi bir
hayat sürme ve mutlu bir toplum meydana getirmek için çaba sarf etmek ve
mücadele etmekten başka bir anlamı yoktur. Yemeyi, içmeyi, yapıp yıkmayı, gece
gündüz mide için tekrar tekrar durmadan koşuşturmayı, silahların gölgesi altında bir
yaşam sürmeyi, ilim ve yüceliğin parlak güneşinden, medeniyet ve ilerlemeden,
ahlakî melekelerin nimetinden mahrum kalmayı insan için «şerefli bir yasam» kabul etmek mümkün değildir. Hz. Hüseyin
b. Ali, yaşamı; akide vecihaddan başka bir şey olarak görmüyordu (Hayat, iman ve cihad'dır): İman ve akide yolunda yapılan bir cihad... Hürriyet ve bağımsızlık için yapılan
bir cihad... Kaybedilmiş hakları tekrar almak için
yapılan cihad... Ezilmişlere zulüm görmüşlere yardımı
bayraklaştırmış bir cihad... Zalimlerin ve adaletsizlerin başını ezmek ve
onları yok etme hedefini güden bir cihad... İlim, fazilet, ilerleme ve medeniyet yolunda
yapılan bir cihad... Ve nihayet en önemlisi de nefisle yapılan ci-had... Hz. Peygamber (saa)'in deyişiyle, en büyük cihad»... (1).
Aslında
Peygamberlerin gönderilme gayesi ve aziz İslam Peygamberi'nin (saa) risaletinin sebebi; güzel ahlakın tamamlanması, insan
aklının, ruhunun ve iradesinin terbiye edilmesi, insanlığın aydınlığa,
ilerlemeye ve medenileşmeye doğru olan yolculuğunda rehberlik edilmesidir (2). Peygamber'e (saa) göre bin insanın terbiye edilmesi ve
olgunlaştırılması, onun üzerine güneş ışınlarının akmasından daha iyi ve
yücedir (3). Öyle ki, Kur'an'îbakış açısına göre büyüklük ve şahsiyet
sahibi olan kimse, üstünlük ve zühdlük melekelerini kazanma yarışında diğerlerini alt eden
kimsedir (4).
Nefisle
mücadele İslam'da o kadar önemli bir olgudur ki, insan yaşamındaki güzel
davranışların mihverini ve hayatındaki nizamın temelini teşkil eder. Eğer hayat
sadece maddî değerler üzerine oturarak maneviyattan, ruhaniyetten ve fazilet,
melekelerinden mahrum kalacak olursa, karamsarlık, kayıtsızlık, kanun ve
nizamtanımamazlık, başkalarına karşı güvensizlik meydana
gelir ve bu kötü hasletler insanın yakasına yapışarak onu uçuruma ve yok olmaya
sürükler. İnsan hayatındaki vahşîlik, yabanîlik, saldırganlık ve diğer tüm
hayvani hasletler sürekli bir artış gösterir. Bilimler, buluşlar, keşifler ve
teknolojilerden gelen şeylerin insanlara hür bir yaşam temin etmesi ve onların
sırtlarındaki yaşam yükünü hafifletmesi, insanı huzura kavuşturması
beklenirken; dünya isteklilerinin ve bencillerin, çıkarlarına ulaşmaları için
birer alet durumuna gelmektedirler. Hatta toplumları esaret zincirine bağlamak
ve onları aldatmak için araç olarak bile kullanılabilmektedirler. Bu nedenledir
ki, bugünün karanlık dünyası, hayatiyetini maddî temeller üzerine oturtmuştur.
Kendisinde ahlakî karakterden ve insanlık özelliklerinden hiç bir şey yoktur.
Görüyoruz ki, makine medeniyeti, teknolojik ilerlemeler, atomun keşfi, uydu
yapımı, uzayın keşfi ve ay küresine gitmiş olmak; insanların hayvanı
vahşiliklerinden bir şey azaltmadığı gibi, toplumu muzdarip eden dertlere de
herhangi bir şekilde ilaç olamamaktadır. Aksine ızdırap, başkaldırı, sarhoşluk, huzursuzluk ve
sersemlik alabildiğine artmış; kara ifrit, savaşı ve kan akıtmayı bugünkü
toplumda, barbarlık ve mağara döneminden daha çok hâkim kılmış ve dünyayı bir
savaşın eşiğine getirmiş olarak, yuva söndüren, ocak yıkan birinin edasıyla
karşıya geçmiş bu hali seyretmektedir.
Dünya süper güçleri, tüm güçlerini daha
modern ve daha iyi silahlar yapma yolunda harcamaktadırlar. Eğer geçmişte,
gece karanlığı mesabesindeki cehaletler, iki ordu arasında savaşın patlak vermesine
ve bir daha sona ermemesine neden olmuşsa, bugün de makine uygarlığı ve
bilimsel canavarlığın sayesinde savaş gece-gündüz, ay-yıl tanımadan ve savaş
meydanlarına bile sığmadan devam etmektedir. Eğer Emilyanof'un (1820-1859 yılları arasında gayri resmi kurumlarda,
silahsızlanma konusunda verdiği son konferansta) söylediklerine bakılırsa,
meydana gelen 29 savaşta 800 bin insan can vermiştir. 19. yüzyılın son kırk
yılında meydana gelen 106 savaşta ise öldürülenlerin sayısı 4.400.000'e ulaşmış
bulunmaktadır. Atom çağı, uzay çağı denilen bugünkü asrımızın ilk yarısında
meydana gelen 117 savaşta ölenlerin sayısı 5 milyon kişiye ulaşmıştır. İkinci
dünya savaşında bombalar sonucu 2 milyon kişi ölmüştür. Günümüzde ise Amerikan
emperyalizmi sadece Vietnam savaşında 7 milyon kişiyi bombardımana tutmuş ve
aynı miktarda askerî mühimmat kullanarak 90 bin kişiyi de kimyasal silahların
bombardımanına maruz bırakmıştır. Bugünün cemiyeti bir tür sersemlik, şaşkınlık
ve melankolik bir durum yaşamaktadır. Duçar olduğu bu makineli yaşamın
mahvedici etkisinden, kendisini ölüme terk ederek sıyrılmaya çalışmaktadır.
İntihar, kargaşa, cinnet kertesine varan başkaldırı, gün be gün artan
delilikler ve beraberinde getirdiği bir sürü ilaçlar, hippi vb. onlarca isimle
ortaya çıkan gruplar; maddi temeller üzerine oturarak maneviyattan ve ahlakî
değerlerden uzak kalan makine uygarlığının yalnız başına insanlığı mutlu
edemeyeceğini, huzura, fazilete eriştiremeyeceğini göstermektedir. Doğrudur,
bilim ve teknoloji denilen canavar bugün uydu yapabiliyor, ,uzayı
keşfedebiliyor, insanı ay küresine gönderebiliyor. Ama insanı terbiye etmekten
acizdir. Toplumu, öncekinden daha fazla maddiyat ve şatafata boğarak nefsi hevaları ve hayvani arzuları takviye etmektedir.
Eğer bunlar İslam'ın maneviyatı, ruhaniyeti ile ve nefsi melekelerle, ahlakî
seciyelerle birleştirilmezlerse toplum büyük zarar ve ziyana uğrar. Nitekim
bugün birçok problemlerin, açmazların insanlığın yakasına yapıştığını
görüyorsunuz.
«...biz artık iyice anlıyoruz ki, bugün insanın bu yeni
medeniyetten edindiği arzuları ve yönelimlerine karşın bu yeni medeniyet, henüz
düşünen ve cesur insan yetiştirme sorumluluğunu üstlenmemiştir. Bu nedenle
insanı, önündeki tehlikeyle dolu olan yoldan kurtaracak bir ölçüyü bulmada ona
rehberlik edememektedir. İnsanlar, sahip oldukları beyin yapılarınınmuntazamlığı oranında bir gelişme gösterememiştir.
Özellikle de önderlerin fikrî ve ahlakî zaafı ve onların cehaleti,
medeniyetimizin geleceğini tehlikeye düşürmektedir... Eğer Galile, Newton ve Lamazier, fikrî potansiyellerini insan ruhunun ve
bedeninin incelenmesi üzerine harcamış olsalardı belki günümüzde dünyamız daha
farklı olurdu... Gerçekte her şeyden önce insanı düzeltmek gerekiyor, Onun
bozul- masıylamedeniyetin güzellikleri hatta yıldızlar aleminin
yüceliği bile yok oluyor..» (5)
Nefisle mücadelenin, insan yaşamının temelinde ve nizamında çok önemli bir yere sahip olmasının yanı sıra, sömürgecilik karşıtı uyanışlarda ve hareketlerde de önemli bir işlevi vardır. Hatta insanın bütün diğer mukaddes savaşımlarının, büyük ölçüde nefisle mücadeleye bağlılığının bulunduğu söylenebilir. İnsanın, nefisle olan hesaplaşmasından muzaffer olarak çıkmadıkça, diğer savaşımlarından da zaferle çıkacağına dair bir şahid bulmakmüşkildir. Çünkü insanın, diğerleriyle mücadelede (eğer mukaddes ve müşahhas bir hedef uğrunda ise) fedakârlığa, sebata, birliğe, güvene ve savaşın öncelikli temel gereklerine mutlak ihtiyacı vardır. Aksi takdirde nefis, insanın kontrolü altına girmez. Bu amelleri yerine getirmek imkânsız olmasa da çok zor olsa gerektir. Bu tür hasletlere sahip olsa bile, temeli sağlam ve mükemmel olmadığı ve sallantıda olan çürük bir temele dayandığı için her zaman titreme halindedir. En ufak bir olayda da bozulmalar baş-gösterecektir.
Kendi
nefsi ile mücadeleyi göze alamayan, nefsani arzularını ayakaltına alamayan kimse, buyruk
verici (emmare)
nefsi kontrol altına alamayan kimse, kısacası kendini «insan» yapamayan kimse,
hedefe giden yolda ve inancı uğruna kendi şahsi menfaatlerinden vazgeçemez.
Oysa «insan»;
— Şerefi ve makamı görmezlikten gelir,
— Bencillikten, gösterişten ve kendini
beğenmişlikten sakınır,
— Düşmanla perde gerisinde anlaşmaktan
sakınır,
— Diğer insanlara ihanet etmekten kaçınır,
— Doğruluğa, temizliğe ve başkalarıyla iyi
geçinmeye saygı gösterir,
— Düşmana döndürülmesi gereken silahların
namlusunu kendi arkadaşına ve kardeşine yöneltmez,
— Bu savaşımında yenilse bile kendisini
hedefe gitmekten alıkoymaz,
— Onun arkadaşı ya da arkadaşları insanların
sevgisini kazanmaktan daha ileride iseler, kin ve hasedbeslemez, iş bozan ve nifak çıkaran olmaz,
— Bu savaşımında zafere ulaşsa bile zevk
sarhoşu kesilmez, ayağım yorganından fazla uzatmaz,
— Arkadan hançerlemez,
— Savaşta uyuşukluk göstermez,
— Geride kalanlardan da olmaz,
— Teslim olmaz,
— Düşmanla işbirliği yapmaz,
— Bozgun karşıtıdır,
— Ve...
Bu
asil ve seçkin insani sıfatlar, sadece insanın kendi insanî yapısını kurması ve
nefsiyle cihad etmesi sayesinde elde edilebiliyor. Bu sıfatlarla
donanıp bunlarla ıslah olmayan kimse, hayatta başarının anahtarını kaybetmiş
demektir. Er meydanına çıktığı zaman —ne kadar savaşçı ve ne kadar kahraman
olursa olsun— yenilip rezil olmasa bile, hedefini ve gayesini doğru dürüst
tekrar bulması ve savaştan muzaffer olarak dönmesi mümkün olamaz. Buna ilişkin
denilmiştir ki, «savaşa girmek için sadece devrimci olmak
yetmemektedir. Cesurca ve vakur bir başkaldırı kişinin ruhuna islemeli ve onun
can dudağını pörsütmelidir» (6)
Devrimci
bir kişiliğe sahip olan kimselerin toplumun huzuru ve hürriyeti için, emniyet,
istikrar ve adaletin sağlanması için kıyam eden toplum rehberlerinin, her
zaman, ilk kıyam eden fertlerin eğitilmesine, toplumların vicdanlarının uyanık
tutulmasına ve inanılacak bir takım mukaddes değerler yaratılmasına önem
verdiklerini görüyoruz. Bunu, zamanı geldiğinde istifade etmek için kendi
uyanışlarının temeline yerleştirmektedirler.
Beşeriyetin
büyük kurtarıcısı yüce Peygamber (saa) de gönderilişinin ilk yıllarında bütün gücünü ve
gayretini, insanları kendi nefisleriyle cihada teşvik etmeye, onlarda mekarim ahlakı ortaya çıkarmaya, bütün insani
faziletlerin ve değerlerin gözbebeği olan Allah'a imanı gönüllerde yaşatmaya
adamıştı, Ta ki, her asıl ve ayrıntıya olan iman birbirlerini batıl
göstermesin. Şanı yüce İslam Peygamberi'nin (saa) öğretimi ve eğitimi altında bulunan, tek «Allah'a inanan ve önlerinde hedefler
belirten kimselerin neler yaptıklarını, tarihi ne tür iftihar sahneleriyle
doldurduklarını biliyoruz. Şan, şeref, zenginlik, makam, kadın, çocuk,
rahatlık ve huzur içinde yaşama istemi, onları kendi hedeflerine ulaşmaktan,
fedakârlık etmekten vazgeçiremedi. Tarih; Kur'an'î inkılâp mektebinin verdiği terbiyeden
etkilenerek, yeni gelin olmuş kızların sıcak kucaklarından kalkıp savaş
meydanlarına koşarak şehadetşerbetini içenlerin hikâyelerini kaydetmiştir. İslam
tarihinin inkılabî, ibret verici ve öğretici simalarından biri olan Hz.
Ali bk Ebi Talib, (düşmanın canını yaktığında) düşmanın
kendisine reva gördüğü tüm çirkin davranışlara rağmen, şu tavrıyla her akıllı insanı düşünmeye ve
Allah'ı yüceltmeye davet ediyordu. İnsanlara, kendi kendini yetiştirmenin,
nefsi dizginlemenin, ihlâslı amel işlemenin ne demek olduğunu öğretiyordu: Hz.
Ali, düşmanın tüm küstahça cesaretine rağmen onu yere düşürdü. Hançeri
boğazına dayayıp başını bedeninden ayırmakla kendi kızgınlığını dindirecek
yerde, hedeflediği şeye nefsi arzusu karışmasın diye kızgınlığı ve gazabı
dinmeden düşmanının başını kesmekten vazgeçerek üzerinden kalktı. Çünkü Hz.
Ali'nin iman ettiği ve hayat bahşeden bir şiar olarak, onu yaymak için kıyam
ettiği «lailahe illallah» şiarı, hedefe varmada her türlü şirki
ortadan kaldırmış ve Allah'tan başkası için yapılan her şeyin ve her türlü
amelin üzerine bir çizgi çekmişti.
Müslümanlar,
İslam'ın başlangıcında, İslam'ın önderlerini harekete geçiren ve tek bir
hakikat dışında her şeye cephe almayı salık veren yegane şiar olan «lailahe illallah» şiarı ile, kendi nefisleriyle cihad v£ peygamberin öğreticiliği altında
kazandıkları üstün nitelikleri ile karanlık ve cehalet perdelerini yırtarak
kendi bağımsızlıklarına^ kavuşabildiler. Çağlarındaki iki büyük imparatorluğa
karşı (İran ve Rum) zafer kazandılar. İran ve Rum'un esir ve mahrum bırakılmış
-milletlerine özgürlük, bağımsızlık, kültür, ilim ve yüce değerler (7) kazandırdılar. Nitekim bu şiara inanmalarıyla
birlikte anladılar ki, kudreti yüce olan Allah'ın gücünün yanında bütün makamlar'
ve kudretler, çok küçük ve önemsiz olan şeylerdir. Onlar, bu gayelerinde
yoldaş olan Allah'ın gücünden başka hiçbir güçten korkmuyorlardı. Onlar,
mukaddes İslam ülküsünü ilerilere götürmekten başka hiçbir endişe ve ideal
taşımıyorlardı. Onların yönetime katılma hakları ve bağımsızlıkları koruma
altına alınmıştı. Huzur, sükûn ve kardeşlik içinde yaşıyorlardı. Ancak
Müslümanlar ne zaman ki İslam'ın nuranî öğreti ve düsturlarından uzaklaştılar,
sapıklık ve azgınlık yolunu seçtiler, gönüllerini şeytani arzular ve nefsanî
hevesler doldurdu,dünyaperestlik ve şan-şeref düşkünlüğü tek Allah'a ibadetin yerini aldı...
İşte bunların ardından Müslümanlar için kara ve bahtsız günler başladı.
Allah'tan habersiz diktatörler, hilafeti ve İslam hükümeti olma görevini gasp
ederek İslam milletini ve Kur'an kanunlarının alın-yazısını kendi şehevî arzu ve
istekleri doğrultusunda belirlediler. Onlar uzun yıllar boyunca İslam adı
altında Kur'an'a ve Muhammedi düsturlara, telafisi mümkün
olmayan öldürücü darbeler vurmuşlar ve İslam'ı kendi doğru mecrasından çıkarak
hurafeler eklemişlerdir.
İslam
milleti, henüz İslam karşıtı ve zalim Ümeyye Oğulları ile Abbasîler hükümetlerinden
kurtulabilmiş değildir. Cinayet işlemeyi meslek haline getirmiş olan
sömürgeciler, dünya meydanlarında milletleri zincirlere vurmak ve emeklerinin
ürünü olan mallarına konmak için aktif haldedirler.
Sömürgeciler
artık iyice anlamışlardır ki, milletler, manevi değerlerde ve ahlaki
faziletlerde ayak diredikçe; sahip oldukları özgür olma ruhu, mertlik, gayret
ve hamiyet canlılığını sürdürdükçe onları zincire vuramayacaklar, dolup taşan
tabii kaynaklarını ve sermayelerini ele geçiremeyecekler, el emeklerini
yağmalayamayacaklardır. İşte, yüce insani değerleri ne kadar ortadan
kaldırabilirlerse, milletleri ne kadar fasit, zebun, isteksiz, bencil, ayyaş ve
diğerlerinden farksız yaparlarsa sömürgecilerin saldırıları o ölçüde tepkisiz
kalacak; söz konusu milletler kendiliklerinden bir harekete kalkışamayacaklar
ve sömürgeciler herhangi bir engelle karşılaşmayacaklardır. Bu yuva yıkan
planlı taarruz, her şeyden önce milletlerin kültürlerini yok etmeye yönelik
olmuştur. Sömürgecilerin öngördükleri planın uygulanmasıyla okullarda
üniversitelerde nesillerin düşünce ve fikir düzeylerini o kadar aşağı
düşürmüşlerdir ki, gençler, danstan, cinsel konulardan, modadan başka bir şey
düşünemez hale gelmişlerdir. Radyo, televizyon, sinema gibi propaganda
araçları ülkeleri kontrolleri altına alarak, şehveti körükleyen program ve
yayınlarla, kepazelik ve aşk hikâyeleriyle, utanç verici filmlerle, rezil
resimlerin gösterilmesiyle, iffetsiz, derslerle fesadı ve fuhuşu ailelere öğretmişler, dolayısıyla toplumu
fikri bozulmaya ve ahlaki düşüklüklere doğru sürüklemişlerdir. Gençler için alkollü
içkilerin içildiği içki sofraları, danslı toplantılar, gece kulüpleri,
tiyatrolar, özel partiler* gece eğlenceleri ve fesad saçan merkezler oluşturmuşlardır.
Milyonlarca insanı afyon, eroin, esrar gibi uyuşturuculara müptela kılmışlar,
İslam ülkelerinde Kur' an'a ve nurlu İslam hükümlerine karşı mücadele
başlatmışlardır. Bütün güçleriyle halkı Kur'an'î gerçeklerden uzaklaştırmaya gayret
etmişlerdir. Geniş olarak hazırladıkları meşum planlarıyla, sömürgecilerin
çıkar ve istekleri karşısında yıkılmaz çelik bir kale kuran ulemayı ve ilmi
kurumlan, siyasetin ve toplumun dışına itmişlerdir. Halkı ulemadan, ulemayı da
halktan uzaklaştırmışlardır. Nihayet bunun sonucunda da devrimci gerçekler ve Kur'an'î ilerleme, saldırgan sömürge kafalı
grupların gayretleriyle, yavaş yavaş küller altında gizli kalmaya mahkûm edilmiştir.
Âlimlik, toplum dışı edilmesiyle birlikte, kendi uzlet köşesine çekilmeye terk
edilmiş, İslam' m mukaddes ülkülerinin gerçekleşmesi yolunda kullanması gereken misyonunu bu yolda kullanmaktan alıkonulmuştur. Alim yetiştiren müesseselerde, bencillik, enaniyet, münzevilik ortaya çıkmış; ilmi kurumlara,
ismen alim olan cahil, satılmış kimseler nüfuz etmeye başlamıştır. Bu
kuruluşlar, manevi ve ruhani yönlerini kaybetmişlerdir. Ahlak ıslahı programlarını,
İslam'ın inkılâbı hükümlerini halka anlatmak, minbere çıkarak öğüt vermek,
ahlak dersleri vermek bazı ilim kurumlarında ayıp sayılmıştır. Ulemanın
potansiyeli güçlendirmesi ve nefsi tezkiye etmesi gerekirken, sömürgecilerin
çıkarlarıyla hiçbir şekilde çatışmayan kuru zikir, vird, şekilcilik ve klasik tasavvuf yaygınlık kazanmıştır.
Sonunda iş o dereceye varmıştır ki, bir köşeye çekilmek, münzevilik,
suskunluk, donukluk, konuşmazlık, sönüklük, politik ve toplumsal meselelerde
genel olarak avam gibi olmak vs., bunların
hepsi de dinî bir mercii olmanın ve alimliğin, hatta adalet ve takvanın zorunlu
şartlarından addedilmeye başlanmıştır. Siyasetten el etek çekmiş, sırtındaki
elbisenin hakkını veremeyen kimseler âlim ve mercii, İslam'ın geleceğini tayin
eden kimseler olmuşlardır. Nefislerinin kendilerini tahakküm altına almasıyla
da artık bozulma baş göstermiştir!.. Kısacası sömürgecilik, her ne kadar âlimleri bir
piskopos, bir papaz ve bir keşiş haline getirmediyse de; kendi kirli
emellerini yerine getiren bir memur kılmak için, onları, bencil, riyakâr,
inzivacı, insanlardan uzak duran, siyaset ve toplumsal meselelerle ilgilenmeyi
günah sayan kimseler haline getirdi. Aralarına nifak tohumu saçtı. Sonuç
olarak da ilmi müesseseler çöküntüye doğru sürüklenmişler, İslam toplumunu Kur'an gerçeğinden ve hakikatinden uzaklaştırmışlardır.
Böylece de kendi kirli sömürgeci çıkarlarına, amaçlarına ulaşabilmişlerdir, «...şimdi öyle bir yere gelindi ki,
konuşmak, bir âlim için düşünülemeyecek bir şeydir. Bir âlimin, bir müçtehidin
(bu sıfatları kazanabilmeleri için) konuşmayı bilmeyen biri olması lazımdır.
Bir şey konuşsa bile bu, sadece 'lailahe illallah' diyebileceği anlamına
gelmektedir. Onlar İslam'ın gücünün Avrupa'yı etki altına aldığını görmektedirler.
Onlar da İslam'ın gerçekte mevcut statünün karşısında olduğunu anladılar. Yine
onlar anladılar ki, âlimler üzerinde bir nüfuz kuramıyorlar; onların
fikirlerine tasarruf edemiyorlar. İşte bunun içindir ki, ilk günden beri kendi
dünyalarına götüren yol üzerindeki bu engeli aşma gayretine düştüler... Bu
yüzden de İslam toplumlarının başında bulunan âlimleri, fakihleri töhmetle ya
da başka bir yoldan lekeleyerek onlar(ın işlevini) yok etmek taraftarıydılar.
Onları ortadan kaldırmaya güçleri yetmeyince toplumsal fonksiyonlarını
azaltarak, bunların yerine, konuşmaktan başka bir işlevlerinin olmadığını
söyleyen kimseler getirme yoluna gittiler. Onlar, dinin siyasetten ayrı
olduğunu âlimlerin hiç bir şeye karışmayacaklarım söylüyorlardı. Bizler bunları
hep birlikte tasdik ettik. Netice olarak, sömürgecilerin istediklerinin, şimdi
de istiyor olduklarının ve isteyeceklerinin hep aynı şeyler olduğunu
görüyoruz... Eğer biz Müslümanlar olarak namaz, dua ve zikirden başka bir şey
yapmayacak olursak onlar (sömürgeciler) hiç bir zaman bize dokunmayacaklardır.
Siz ne kadar namaz kılmak isterseniz isteyin onlar sizin petrolünüzü istemeye
devam edeceklerdir. Onların, sizin namazlarınızla ne alıp veremedikleri var M?
Onlar bizim madenlerimizi istemektedirler. Onlar bizim 'insan' olmamamızı
istemektedirler. Onlar 'insandan' korkmaktadırlar...» (8).
Sömürgecilerin
bütün bu mahirane desiselerine ve etkilerine ve İslam önderlerini siyasi
işlerden uzak tutmak için uzun süreli uğraşlarına rağmen aydın görüşlü İslam
fakihleri, Kur'an-ı Kerim'in gerçekliği ve ruhu ile tam bir
tanışıklığı olan İslam fakihleri hiç bir zaman yabancıların aldatmalarına kanmamışlar,
onların tuzağına düşüp onların oyunlarına gelmemişlerdir. Kendi
mukaddes İslami hedeflerine yürümekten hiç bir zaman geri durmamışlardır.
Bunlar, İslam inkılâbının en ön safında çarpışanlara, özgürlük uyanışlarına
bağlı ve sömürgenin karşısında olan kimseler olmuşlardır. Gerici rejimlere,
sömürgecilere karşı olan haklı kıyamlara iştirak etmişler, insanlar uyuşuk bir
halde oturuyorlarken onları ayağa kaldırmışlar ve kaldırmaktadırlar.
Büyük
İslam Önderi Hz. Ayetullah el-Uzma Humeynî, İslam'ın eskiden beri düşmanı olan sömürgeye karşı
uzlaşma kabul etmeyen bir mücadele vermiştir. Bu yolda zindana girmiş sürgün
edilmiştir. O, sömürgecilerin ücretli işçilerine açıkça şunu ilan ediyordu: «...ben şimdi sizin süngüleriniz için kendimi
hazırlamış durumdayım. Ancak sizin zorbalıklarınız ve tiranlıklaranız karşısında boyun eğmeye hiç bir zaman
hazır olmayacağım.» (9) İftihar
dolu yaşamı boyunca büyük İslam Peygamber'ine (saa) uymaktan, güzel ahlaktan ve ulema topluluğundaki
manevî mirası aydınlatarak canlı tutmaktan bir an bile geri durmamıştır. Meşum
sömürgenin tesiri ve yabancıların etkisiyle kısır bile hale gelen İslam milletini
ve âlimlik müessesesini İslam'ın nuranî gerçekleri ile tanıştırmıştır.
O,
Kum'daki medreselerde bulunduğu dönemlerde, Kum medreselerini susturarak ıssız
ormana çevirmek isteyen sömürgeci kafalıların kendisine yönelttikleri baskılara
rağmen, kendisine has konuşma üslubu ile âlimlere ve talebelere, kendilerini
yetiştirmelerini, faziletli ve maneviyattı olmalarım öğütlüyordu. Onları,
bugünün dünyasındaki âlimin ne kadar ağır ve tehlikeli bir sorumluluğu olduğu
konusunda uyarıyordu. Her ne kadar Hazretin nasihatlerinden ibaret olan
derslerini karşı propaganda ve taarruzlarla önlemeye çalıştılarsa da, O'nun
canlı ve canlılık bahşeden sesini susturamadılar. İnsanları terbiye etmek için
yükselen maneviyat dolu feryadını boğamadılar. O, her öğretim yılının başında
ve sonunda yapıcı konuşmalar irad ediyordu. İnsanlara aydınlık bahşeden nağmeleri bu
insanların kulaklarını mırıldıyordu. Ta ki, sonunda Kum semalarının üzerinden
vahşet yüklü siyah bulutları tamamen dağıtarak isyana dönüşen bir kavgayı
başlatmış oldu. Kum medresesini İslam İnkılâbının başkenti, Müslüman İran
milletine kurtuluş bahşeden bir merkez yaptı. Bugün de sürgünde bulunduğu
şerefli Necef teki (10) ilim
medreselerinde ilim talebelerini aydınlatmaktan, onları terbiye etmekten asla
geri durmamaktadır. Uygun fırsat buldukça onları uyarmak için gayret sarf
etmiştir. Kur'an düşmanlarının, İslam ve ulema için uygun gördükleri
uykuyu ve yabancı etkilerini insanlara açıklamış, âlimlerin ağır vazifelerini
onlara hatırlatmıştır. Sıcaklık ve ateş dolu uyarıcı sözlerle onları içinde
bulundukları gaflet uykusundan uyandırmıştır. Onlara devamlı şu noktayı
hatırlatmıştır: Toplumu ıslah etmek için ve topluma rehberlik etme iddiasıyla
yola çıkan kimselerin, zafere erişme yolunda, başarılı- olma yolunda, insanî faziletlerle donanma
ve kendini yetiştirme yolunda bu iddialarını gerçekleştirebilmeleri için
amellere önem vermeleri gerekmektedir. Bu yolda henüz rüşdünüispat edememiş olanların, toplun: hidayete
sevk etmek için yol göstericilik yapmaları mümkün değildir. Zaten bu durumda
genel olarak da bu iddiada bulunan kimselerin bizzat kendileri toplumun
sapıtmasına ve derin fesat ve sapkınlık kuyularına düşmesine sebep oluyorlar.
Şiir:
Gerçekte
kendisi «varlık»tan nasibini almamış iken.
Nasıl olur da «varlık bahşeden» olur ki
biri?
Şimdi
şükürler olsun ki, varlığı son bulmayacak olan Allah'ın yardımıyla büyük İslam
önderinin Necef'te uygun şartlarda yapmış olduğu aydınlatıcı ve hayat bahseden
sözlerini toplayabiliyor ve insanımızın istifadesine sunabiliyoruz. Böylece
gerçeğin arayıcıları ve Hazreti Humeynî'nin uyanık evlatları iş işten geçmeden bu semavî ve ruhanî
çağrıyı dikkate alarak hayatlarım aydınlatıp cilalamaları, maneviyatlarım
kuvvetlendirerek marifet ve aydınlığı kendilerine dayanak ittihaz etmeleri,
âlimlik havzasındaki kara bulutları ve pislikleri kendilerinden
uzaklaştırabilmeleri mümkün olabilecektir. Olur ki, ilmi araştırmalar ve İslamî
ilimleri tahsil eden kimseler bu hayat ve saadet veren öğüt dolu sözlerin kendilerine
verdiği mesajları anlayarak, kendilerinin ağır sorumluluklarının daha fazla farkına
varır ve toplumun meselelerine çareler bulurlar. İslam'ın ideolojisini ve
dünya görüşünü bir bakış açısıyla kapsamlı olarak incelerle, ilmi müesseseleri
durgunluk ve donukluktan, bozukluktan, fesat ve köşesine çekilmişlikten
kurtararak, tarih boyunca İslam'ın düşmanı olmuş kimselerin ve sömürgeciliğin,
aksini arzu etmelerine rağmen, onların karşısına birer çelik kale ve yalçın
siperler olarak çıkmasını sağlarlar. Olur ki dini ilimlerle meşgul olan âlimler
ve İslam milleti, asrımıza yeni bir soluk getiren ve yüce Rabbimi-zin bize değerli bir ihsanı olan büyük İslam
lideri İmam Humeynî'nin değerli ve ustaca rehberliği altında tüm bu
bozukluklardan, çarpıklıklardan, zilletten ve sömürü hayatı yaşamaktan
kurtulurlar. Sömürgenin kara zincirlerini paramparça eder, kaybetmiş olduğu
istiklaline, şerefine ve azametine tekrar kavuşur. Olur ki bu vesile ile yüce
Rabbimiz kendimize gelmemizde, nasihat almamızda ve nefislerimizle Cihad etmemizde hepimize yardım eder. O Dua
edenin duasını işitendir.
Zilhicce-i Haram 1392, Necef
İran
halkının büyük İslamî kıyamının Rehberi Hz. İmam Humeynî, Hicri-Kamerî 1320 yılında Humeyn kasabasında doğdu. Babası, merhum Hacı
Mustafa, eğitimini Necef’te tamamlamış ve içtihat makamına ulaşmıştı. Ulema
yanında saygınlığı ve halk nezdinde de güvenilirliği vardı. Hz. İmam'ın annesi
merhume Hacer Ahmedî, merhum Ağamirza Ahmed Müctehid'in kızı idi. Çok muttaki ve cesaretliydi.
Nitekim kocası öldükten sonra altı oğlunu yalnız başına büyüttü.
İmam Humeynî altı aylıkken babası dünyadan ayrıldı.
Ailenin sonuncu çocuğu olan İmam, küçüklüğünde merhum İftiharu'l Ulema'nın huzurunda eğitim gördü. Onaltı yaşında, eğitimine devam etmek için Erak'a gitti. Orada, Ayetullah Hairî adıyla meşhur olan Şeyh Âbdulkerim'in yanında eğitimini sürdürdü. Tahsil yıllan
boyunca üstadı ile olan ilişkisini sağlamlaştırdı. Hatta bütün seyahatlerinde
üstadına yol arkadaşı olurdu. Ayetullah HairîKum'a gittiğinde ve orada ikamet etmeye başladığında,
İmam Humeynî de O'na katıldı ve üstadının hayatının
sonuna kadar, yani Hicrî-Şemsî 1304 yılma kadar (İmam o sıra 24 yaşındaydı)
O'ndan bir an olsun ayrılmadı.
İmam Humeynî Şemsi 1306 yılında, Tehran'ın meşhur dinî rehberlerinden biri olan
merhum AğamirzaMuhammed Sakafi'nin kızı ile evlendi. Bu evlilikten iki erkek
ve üç kız çocuğu oldu.
Büyük
oğlu şehid Ayetullah Mustafa, babası ve dedesi gibi
ulema dünyasına adım attı ve «ayetullah» makamına ulaştı. Ancak kırk yaşında, Pehlevî rejiminin kuklaları eliyle şehadete ulaştı.
İranlı
Müslümanların rehberi olan ve fakat tüm nüfuzuna rağmen siyasetten uzak duran
Ayetullah Burucerdivefat ettiğinde, dini rehberlerin çoğu, O'nun yerine
İmam Humeyni'yi seçmek için çaba sarf ettiler.
Bu
hedefe sahip kişiler, merhum Burucerdi'nin siyasete karışmamasının İran'da dinin
zayıflamasına yol açtığını, bugün kendisini siyasetten uzak tutmayacak bir
rehbere ihtiyaçları bulunduğunu ve bu kişinin de İmamHumeynî' den başkası olamayacağını söylüyorlardı.
Bu
sahada gösterilen çabalar, İmam-ı Ümmetin o dönemde 59 yaşında olması
nedeniyle bir sonuca ulaşamadı. Bunun üzerine Ayetullah Hakîm, merhum Ayetullah
Buru-verdi'nin yerine seçildi.
Aynı
dönemde, o zamanın Amerika Cumhurbaşkanı Kenedynin emriyle hain Şah tarafından «Ak Devrim»
adı altında bir program gündeme getirildi. İmam-ı Ümmet, kesin bir tavır
takınarak bu Amerikancı harekete karşı çıktı.
1341
yılı Behmen ayında hain Şah tarafından malum devrim
için bir referandum düzenlendiğinde İmam-ı Ümmet bir kere daha, bu referandum
aleyhinde olmak üzere sesini yükseltti. Halktan, bu referandumu boykot etmelerini
istedi.
İmam
referandumu protesto ederek 40 günlük genel yas ilan etti ve 1342 Nevruz'unda
kendi rehberliği altında bulunan Kum Fevziye medresesinde bir yas merasimi düzenledi.
O tarihte devletin memurları medreseye hücum ettiler ve dinî ilimler
talebelerinden pek çoğunu şehid ettiler. Hatta bazılarını medresenin üst katından
aşağıya attılar.
Bu
saldın dini rehberlerden bir grubun siyasetten çekilmelerine sebep oldu. Ama
İmam-ı Ümmet, medresesinin kapılarım sığınmak isteyen herkese açık tuttu.
İmam-ı Ümme, bundan sonra rejimin gerçek yüzünü ifşa
etmek için çaba sarf etmeye devam etti. O günlerde kendisine yöneltilen
tehditler karşısında; «ben,
kalbimi süngü ile delik deşik etmelerine kendimi hazırladım. Hiçbir zaman en
ufak bir korkuya geçit vermeyeceğim. Bana, bu saldırıların ve işkencelerin
Şah'ın emriyle aynen devam edeceğini söylediler. Başımıza gelecek her şeye
karşı hazırım» diyordu.
İmam-ı
Ümmetin, Şah'm komplolarına karşı muhalefeti o kadar yoğunlaştı ki
ülkenin her tarafında büyük karışıklıklar ortaya çıktı. Bunun ardından İmam
rejim tarafından tutuklandı ve rejim, karışıklıkları kontrol altına alabilmek
için İmam'ı idam edecekleri tehdidinde bulundu. Bununla birlikte olaylar devam
etti. Rejim çaresiz; İmam-ı Ümmet'i serbest bırakmak zorunda kaldı... Ancak
henüz birkaç gün geçmeden İmam sürgüne gönderildi.
İmam,
Türkiye'deki sürgün günlerinde faaliyetlerine devam etti. Bu faaliyetler
kendisinin Türkiye'den Irak'a sürgün edilmesine sebep oldu.
O
dönemde Irak ve İran'ın tağuti rejimleri arasındaki hassas ilişkiler nedeniyle
meydana gelen elverişli ortamda İmam-ı Ümmet mücadelesini Irak'tan sürdürdü.
Irak
ve İran arasındaki ilişkilerin iyileştiği 1345 yılında İran devletinin
baskılan sonucu, Irak, İmam-ı Ümmet' in İran rejimini teşhir etme
faaliyetlerini önlemek için sınırlamalar getirdi. Irak rejiminin baskılarına
aldırmadan çalışmalarını sürdüren İmam'ın bu davranışı sonucu Irak'a tahakküm
eden faşist rejim İmam'ı sınır dışı etti. İslam ülkelerine tahakküm eden
rejimlerin, mücadelesine resmen muhalefet etmeleri sonucu İmam Paris'e gitmek
zorunda kaldı. İran'ın Müslüman milletinin mücadelesini oradan yönetmeye
başladı. İran'ın Hizbullah ümmetinin fedakârca mücadelesi Pehlevî rejiminin yıkılmasıyla son buldu.
İmam-ı
Ümmet, daha sonra İslam Cumhuriyeti'nin Rehberliği, Muhammedi (saa) İslam'ın yerleştirilmesi ve Amerikancı
İslam'ın defedilmesiyle fiilî olarak İslam Devrimi'nin evrenselleşmesi yolunda
adım attı.
Mustazaflar dünyasının Rehberinin İmam Humeynî’nin acı kaybı dolayısıyla tüm dünya mustazaflarınatesliyet ve tâziyetimizi sunarız.
Bismillahirrahmanirrahim
Hamd Âlemlerin Rabbı olan Allah'adır...
Salât, yaratıkların hayırlısı olan
Muhammed'e
ve o'nun Âl'ine olsun...
Ömrümüzden
bir yıl daha geçti. Siz gençler yaşlanırken biz ihtiyarlar da ölüme doğru
gidiyoruz. Bu bir yıllık tahsiliniz boyunca, belli bir ilmî birikime sahip
oldunuz. Malumunuz, ne kadar çok eğitim görürseniz ilmi temellerinizi de o
kadar çok yükseltmiş olursunuz.
Ancak,
ahlakın güzelleşmesi, dini davranışın tahsili, ilahi marifetler ve nefsin
tezkiyesi ile ilgili olarak neler yaptınız? Bu yolda ne gibi müspet adımlar
attınız? Acaba hiç aklınıza kendinizi ıslah etme fikri, ahlakınızı
güzelleştirme fikri geldi mi? Bununla ilgili bir program yapmayı düşündünüz
mü?
Üzülerek
belirteyim ki, bu konuda yaptığınız gözle görülür bir şey yoktur. Kendi
kendinizi düzeltme ve terbiye etme yolunda fazla bir adım atmamışsınız.
İlmi
kuruluşlarda, ilmi meselelerin yanı sıra ahlaki ve manevi meselelerin de
öğretilip, öğrenilmesine ihtiyaç vardır. Ahlaki bir öndere, ruhani terbiyecilere,
nasihat meclislerine ihtiyaç vardır. Ahlak, ıslah, terbiye ve ahlakî temizlik
derslerinin Peygamberler (a.s.)'in gönderilişlerinin asıl nedeni olan ilahi
marifetin öğretildiği derslerin ilmi müesseselerin müfredatlarına ders olarak
konulması lazımdır.
Maalesef
ilmi merkezlerde, bu tür gerekli ve lazım olan meselelere daha az önem
verilmektedir. Ruhi ve manevi ilimlerde bir düşüş göze çarpmaktadır. İlmi
müesseselerin, gelecekte ahlak âlimlerini, terbiyeci olabilecek ve ilahi ahlak
ile ahlaklanmış kimseleri yetiştirememe tehlikesi baş
göstermiştir. Klasik derslerin tahkiki ve incelenmesi; Kur'an-ı Kerim'in, Nebi'nin (saa), diğer Nebilerin ve evliyanın
teveccühüne mazhar olan asıl meselelerin incelenmesine imkan bırakmıyor. İlmî camianın teveccühüne
mazhar olmuş büyük fakihler ve otorite olan müderrisler, ahlak dersleri
sırasında, fertlerin ahlaklanmasını ciddi olarak ele almışlar, ahlaki ve manevi
meselelere daha fazla önem vermişlerdir. Aynı şekilde ilmi müesseselerde tahsil
gören talebelerin de, fazilet melekelerini kazanmak için ve nefislerini
temizlemek yolunda gayret göstermeleri gerekmektedir. Omuzlarında yüklü olan
görevlerine ve tehlikeli sorumluluklarına önem vermeleri gerekmektedir.
Sizler
bugün bu ilmi kurumlarda öğrenim görmektesiniz. Yarın toplumun önderliği ve
yol göstericiliği sorumluluğunu yüklenmek istiyorsunuz. Zannetmeyiniz ki,
şimdi sadece bir takım ıstılahları öğrenmekle mükellefsiniz. Sizin bunun
dışında görevleriniz de vardır. Siz bu müesseselerde kendinizi öyle
yetiştirmelisiniz ve terbiye etmelisiniz ki, yarın herhangi bir şehre veya köye
gittiğinizde oraların halkını da doğru yola çağırabilesiniz ve onları ahlaki
andırabilesiniz.
Sizden
beklenen, insanları, İslam'ın ahlak düsturlarına uygun olarak terbiye edip
yetiştirebilmeniz için bu kurumlardan kendinizi yetiştirmiş ve «ahlaklanımş» olarak çıkmanızdır. Fakat Allah göstermesin, eğer
sizler bu ilim merkezlerinden kendinizi düzeltmeden, maneviyat kazanmadan
çıkarsanız, gittiğiniz her yerde —Allah korusun— insanların sapıtmasına ve
İslam'ın, âlimliğin insanlar nazarında kötü görünmesine sebep olursunuz.
Sizlerin
oldukça ağır vazifeleriniz vardır. Eğer bu medreselerde kendi
sorumluluklarınızı yerine getirmezseniz, kendi nefsinizi temizleme işine
girişmezseniz, buradaki çalışmalarınızı sadece fıkıh, usul ve birkaç ilmî
ıstılah öğrenmeye hasrederseniz —Allah göstermesin— ileride İslam ve
Müslümanlar için tehlikeli birer kimse olursunuz. Allah korusun, insanların
sapmasına sebep olan kimselerden de olabilirsiniz. Sizin uygunsuz
hareketlerinizden ve gidişatınızdan dolayı eğer bir kişi sapacak olursa,
İslam’dan dönecek olursa, büyük bir günah işlemiş olursunuz. Bu durumda
tövbenizin kabul olunup olmayacağı bile şüphelidir. Rivayete göre, sizin
vesilenizle birinin hidayete erişmesi, onun üzerine sabah güneşinin
doğmasından daha hayırlıdır. Sizlerin oldukça ağır sorumluluklarınız vardır.
Sizlerin görevi ile sıradan insanların görevi aynı değildir. Sıradan insanların
yapması caiz olurken, sizin için caiz olmayan, hatta haram olması bile mümkün
olan birçok şey vardır. Öyle ki, insanlar sizden bir çok mubah şeyleri dahi yapmamanızı
bekliyorlar. Allah etmesin sizden sadır olacak herhangi gayri meşru ve kötü bir
hareket, insanların, İslam'a ve din âlimlerine karşı kötü gözle bakmalarına
sebep olacaktır.
Problem
buradadır. Eğer insanlar, beklemedikleri bir ameli işlediğinizi görürlerse
dinden soğurlar, din âlimlerinden yüz çevirirler. Mesele, onların sırf bir
şahıstan yüz çevirmeleri meselesi değildir. Keşke sırf bir şahıstan yüz
çevirseler de sadece ona kötü gözle baksalar! (ama mesele şahıs meselesi değildir.)
Ancak herhangi bir din adamının uygunsuz, nezaket
kurallarına aykırı bir hareketini gördüklerinde bir tahlile ve ayırıma
gitmezler: Esnaf arasında dürüst olmayan, haksızlık yapan kimseler olduğu gibi,
yine dairelerde çalışanlar arasında fesatçı ve işinin ehli olmayan kimseler
görülebildiği gibi, din adamları arasında da uygunsuz davranan, ehil olmayan
bir iki kişinin bulunması mümkündür. Bunun içindir ki bir dükkancı gayri meşru bir iş yaptığında ona «Falanca esnaf uygunsuz bir iş yapmış» der geçerler. Ya da bir attar (koku satan) kötü bir iş yapsa «Falan attar kötü bir iş yapmış» der geçerler. Ama bir âlim, bir din adamı
uygunsuz bir harekette bulunacak olursa, «falan din adamı yanlış bir hareket yapmış» demezler de «İşte tüm din adamları böyledir. Kıyamet
hacıdan hocadan kopacakmış» derler. İlim ehlinin oldukça ağır görevleri
vardır. Ulema'nın sorumluluğu diğerlerinden daha fazladır.
Usul-i
kâfi ve Vesail gibi kitapların, âlimlerin vazifeleri ile
ilgili bölümlerine bakacak olursanız, orada ilim ehlinin çok ağır ve tehlikeli
olan sorumluluklarının açıklandığını görürsünüz (11).
Bir
rivayete göre âlimin canı boğazına ulaştığı vakit, onun için artık tövbe etmesi
yersizdir. Bu durumda artık onun tövbesi kabul edilmeyecektir. Çünkü Allah’u Teâlâ ancak cahil olan kimselerin son
dakikadaki tövbelerini kabul edecektir (12).
Diğer
bir rivayette ise âlimin bir günahı (tövbesi sonucu) af edilene kadar cahilin
yetmiş günahının affedileceği bildirilmektedir (13).
Çünkü âlimin günahı, İslam için ve İslam toplumu için oldukça zararlıdır. Avam
ve cahil olanlar günah işlediklerinde ancak kendilerine zarar vermektedirler.
Kendi bahtlarını karartmaktadırlar(14).
Yine
rivayet edildiğine göre Cehennem ehli, ilmi ile amel etmeyen âlimin çirkin
kokusundan rahatsızlık duyacaklardır (15).
Bundan dolayıdır ki, bu dünyada topluma zararlı ya da faydalı olma bakımından
âlim ve cahil arasında büyük farklar vardır. Eğer âlim bozulmuş birisi ise
toplumun da bozulmasına sebep olacak, toplumun kokuşmasına yol açacaktır. Eğer
Âlim edepli ve ahlaklı olursa, İslamî adaba ve ahlaka riayet ediyorsa, toplumu
da ahlaklı bir toplum yapıp hidayete erişmesine sebep olabilecektir.
Eskiden
yaz aylarında (ziyaret için) bazı şehirlere gidiyordum. Oralarda halkın şer'i
adaba sıkı sıkıya bağlı olduklarına şahid oluyordum. Bunun sebebi, aralarında salih ve takvalı olan bir âlimin bulunmasıdır.
Eğer bir şehirde ya da eyalette, muttaki dürüst bir Âlim bulunsa ve fakat zahiren
bir tebliğ yapmasa, o beldelerin halkı, sadece o âlimin varlığı sebebiyle
bile ahlaklı ve hidayete erişen kimseler olurlar (16).
Biz
öyle kimseler gördük ki, onların sadece varlığı bile ibret ve nasihat yerine
geçiyor. Onlara bakıp onları görmek bile öğüt almaya sebep oluveriyor. Şimdi
genel olarak bildiğime göre, Tahran'daki mahalleler bile birbirlerinden
farklıdır: Uyaran, muttaki bir âlimin yaşadığı bir semtte, salih ve imanlı kimseler bulunuyor. Diğer
yandan bozulmuş, fesatçı, kafasında sangı ile cemaate imam olmuşa dük-kancılık
yaparak kendi işi gücü peşinde olan bir kimsenin yaşadığı semtte ise, onun
insanları dolandırdığını, onları saptırdığını ve karışıklık çıkarttığını
görürsünüz. İşte cehennem ehlini rahatsız eden, buradaki bozukluğun kokusudur.
Bu dünyada insanlara kokusu ile yük olan, ilmi ile amel etmeyen sapık ve kötü
bir âlimin bu kokusu, öbür dünyada da cehennemlikleri rahatsız edecektir. Bu
koku ona öbür dünyada ilave edilen bir şey olmayıp, bu dünyada kendi kendisine
hazırladığı bir kokudur. Bize amelimizin karşılığı dışında bir şey vermiyorlar.
Bu dünyada fesat çıkaran ve kötülük peşinde olan bir âlimin toplumu
kokuşturmasının verdiği koku hissedilmez. Ancak ahiret âleminde onun verdiği pis koku
duyumsanacaktır. Fakat sıradan biri İslam toplumunu böyle karışıklığa ve
fesada uğratamaz. Halk hiçbir zaman, imamet ve Mehdi'nin yoluna tabi olmaya
davet eden birinin ilahlık ve peygamberlik iddia etmesine izin vermez. Dünyayı
fesada boğan, fasit âlimdir. «İza fesedel alimu, fesede'l alemu», âlim bozulduğu zaman alemde bozulur.
Birtakım
sunî dinler üreterek toplumun ve grupların sapmasına, bozulmasına sebep olan
kimselerin birçoğu ilim ehlinden olup, bazıları da ilim merkezlerinde tahsil
ve riyazet yapmaktadırlar. Batıl fırkalardan birinin reisi de bizim
medreselerimizden birinde tahsil görmüştür. Fakat tahsilini nefis tezkiyesi ve
terbiyesi ile birlikte yürütmediği, yol alırken Allah'ın yolunda ilerlemediği,
kötülükleri kendisinden uzaklaştırmadığı için rezil rüsva olmuştur. Eğer
insan, pislikleri kendi tabiatından uzaklaştırmamışsa, ne kadar ders okursa
okusun, ne kadar tahsil yaparsa yapsın bir faydası olmadığı gibi zararı dahi
dokunabilir. İlmin merkezine, yani bu köke bir pislik sirayet edecek olursa,
ağaç, dallarıyla, yapraklarıyla birlikte pislenmiş olur.
Bu
tür ilmi mefhumları ahlaklanmamış kara bir kalbe yığdıkça kalbin
kararmasında artış olur. Terbiye edilmemiş bir nefiste ilim ancak kapkara bir
örtü mesabesindedir. «İlim (kalb için) en büyük örtüdür». Bundan dolayıdır ki basit bir âlimin
İslam'a karşı işlediği şer başkalarının şerrinden daha fazladır ve daha çok
tehlikelidir. İlim bir nurdur. Ancak kara bir gönülde, fesada uğramış bir kalbte sadece zulmet ve siyahlık alanını
genişletir. İnsanı Allah'a yaklaştıran ilim, dünya isteklilerinin nefsinde, onları zü'l celal'in dergâhından daha fazla uzaklaştıran
bir' şeye dönüşür.
Aynı
şekilde tevhid (kelam) ilmi de Allah'ın (rızası)
dışındaki şeyler için öğrenilirse (insanın kalbinde)zülmani örtülerden bir örtü olur. Çünkü bu durumda «masiva'llah» (Allah dışı) şeylerle uğraşılmış olmaktadır. Eğer
biri Kur an-ı "Kerim'i Allah1 m rızası dışında bir şey için, ondört kıraata göre de okusa, ezberlese onun hanesine,
Allah ile kendisi arasında Allah'tan uzaklaştıran bir perde olmaktan başka
yazılan bir şey olmaz.
Sizler,
burada tahsil görmüş olabilirsiniz. Hatta bir sürü zahmetlere katlanarak âlim
de olabilirsiniz. Ancak âlim ile, insanları ıslah eden bir müeddib arasında fark olduğunu bilmeniz gerekmektedir.
Bizim üstadımız —Allah ondan razı olsun— şöyle buyuruyorlardı: «bazılarının; 'molla olmak çok kolaydır,
adam olmaksa zordur' şeklindeki sözleri doğru değildir. Bunu şöyle söylemek
gerekir; 'molla olmak çok zordur, adam olmaksa imkânsızdır'.»
İnsani
faziletlerin ve güzel huyların kazanılması ve insani
ölçülerin korunması, omzunuzdaki çok büyük ve müşkül olan görevlerdendir. Şimdi şer'î ilimlerle ve fıkıh gibi değerli bir ilimle
meşgul olduğunuz için kendinizi rahat ve «kendine yönelik teklif ve vazifeleri yerine getiren kimseler» zannetmeyiniz. Eğer ihlâs ve (Allah'a)
yakınlaşma niyeti yoksa eğer sizin tahsiliniz —Allah'a sığınırız— Allah rızası
için değil de, nefsanî istekler, makam ve mevkii, etiket ve şöhret kazanmak
içinse, kendiniz için çalışıp çabalayıp, kendinizi vebalin ağırlığına
bıraktıysanız bu ilmin size hiçbir yararı yok demektir. Öğrendiğiniz bu
ıstılahlar Allah'tan başka bir şey içinse vebali bir ağırlıktır. Bu ilmi
tabirlerin daha fazla öğrenilmesi, eğer ahlaki ve takva gelişimi ile paralel
gitmiyorsa, Müslümanların dünyada ve ahirette zarara uğramalarına yol açar. Bu (ilmî)
tabirleri bilmenin başlı başına bir etkisi yoktur. Kelâm ilminin öğrenilmesi
bile eğer nefsi aklanmayla içice olmazsa sadece bir vebal olacaktır. Kelam
ilminde bilginleşen nice kimseler vardır ki toplumları saptırmışlardır.
Sizin
sahip olduğunuz bilgilere daha iyi yollardan sahip olan öyle kimseler vardır
ki, kendilerindeki «sapma»ve «ıslah olmama» yüzünden, topluma girdiklerinde birçoklarını
saptırmaktadırlar.
Öğrenilen
kurul ilmi ıstılahlar takvadan ve nefsin arındırılışından yoksun olursa,
bunlar insan zihninde yığıldıkça nefis dairesinde kibir ve büyüklenme daha da
yaygınlaşır. Gururun yenilmesini tatmış olan kara yazgılı âlimin kendisini ve
toplumu düzeltmeye gücü yetmez. Ve İslam'a, Müslümanlara zarardan başka bir yük
yüklemez.Şer'î maksatla yıllarca ilim tahsil ettikten sonra, İslamî
haklardan yararlandıktan sonra, İslam'ın ve Müslümanların ilerlemelerine engel
olur. Halkların sapıtmasına sebep olur. Bu derslerden, araştırmalardan, ilmi
müesseselerde bulunmaktan dolayı elde edilen ürün, İslam'ın tanıtılmasına Kur'an'î gerçeklerin dünyaya sunulmasına elverişli
olmamış olur. Hatta onun varlığı, toplumun din âlimlerini ve İslam'ı
tanımasına engel dahi teşkil edebilir.
Ben «tahsil yapmayın», «ders okumayın» demiyorum. Dikkat ederseniz, eğer
istiyorsanız İslam ve toplum için faydalı ve tesirli olan bir «üye» olunuz; halka rehberlik ederek onları
İslam'a yöneltiniz, İslam'ın esaslarım savununuz diyorum. Bunlar gereklidir.
Fakihliğin temelini kuvvetlendirmede katkısı bulunan kimseler olunur. Allah
etmesin, ders okumadan medreselerde kalmanız bile haramdır. Bu durumda şer'î hukuktan ve İslamî ilimleri tahsil etmiş
kimselerden istifade edememiş olursunuz. Elbette ki ilim tahsili gereklidir.
Ancak fıkhî meseleler ve usulü öğrenmede nasıl zahmet
çekiyorsanız, kendinizi ıslah etme yolunda da gayret gösteriniz. İlim tahsili
yolunda attığınız her adımla birlikte nefsanî isteklerin ezilmesi ve manevi
potansiyeli kuvvetlendirmek için, ahlaki güzelliklerin elde edilmesi için, maneviyatın
ve takvanın tahsili yolunda da adımlar atınız.
Gerçekte
bu ilimlerin tahsil edilmesi, nefsin arındırılması ve faziletlerin elde
edilmesi; ilahi adab ve marifet için bir «mukaddime» durumundadır. Ömrünüzün sonuna dek, sonucu «zaferle» noktalamak için«mukaddime»de kalmayınız.
Siz,
Allah'ı tanımak ve nefsi arındırmaktan müteşekkil olan yüce ve mukaddes
hedefiniz için bu ilimleri öğreniniz ve «öz»de, işinizde sonuca ulaşmayı ve
ürün elde etmeyi hedefleyiniz. Esaslarınıza ve gayenize ulaşmak için ciddi
olunuz. Medreseye girdiğinizde her şeyden önce kendinizi ıslah etmeyi ön plana
çıkarınız. Medresede tahsil için bulunduğunuz süre içinde ve medreseden çıkıp
da şehirlere ya da diğer bölgelere dağılarak insanlara rehberlik etme işini
üzerinize aldığınızda, insanların sizin davranışlarınızdan, sizin ahlaki
faziletlerinizden istifade edebilmeleri için, sizden öğüt alabilmeleri, ıslah
olmaları için kendi nefsinizi arıtınız. Toplumla yüz yüze gelmeden önce
kendinize çeki-düzen yeriniz, kendinizi terbiye ediniz. Şimdi üzerinizde yük*
yokken kendinizi düzelterek terbiye etmezseniz, toplumla yüz yüze geldiğinizde
artık kendinizi düzeltemezsiniz. Birçok şey vardır ki insanı öğrenmeden ve
terbiyeden alı-koyar. Bunlardan biri de, bazıları için bu sakal ve sarıktır.
İmame (sarık) biraz büyük olacak olsa ve sakal da uzamış olsa, kişi ise ahlaklı
biri değilse onu tahsilinden alıkor. Onu kayıt altına alır.Nefs-i emmare'yi ayakaltına alarak birinin ilim derslerinde
bulunmak zordur. Şeyh Tusî (rahmet üzerine olsun)elliiki yaşında iken hocadan ders okumaya
gitmiştir. Oysa bazı kitaplarını yirmi ile otuz yaşları arasında yazmıştı. «Tehzib» kitabı da bu dönemde yazdığı kitaplardandır.
O'nu bu makama, elliiki yaşında iken merhum SeyyidMurtaza'nın derslerine katılmış olması getirmiştir.
Allah
etmesin fazilet melekelerini kazanmadan ve manevi potansiyelleri
kuvvetlendirmeden önce insanın sakalı biraz ağaracak olsa ve sarığı da biraz
büyük olsa, bu durum ondan ilmen ve manevi olarak istifade edilmesine ve tüm
bereketlere engel olur. Siyahlıklar beyaza dönüşmeden önce çalışınız. İnsanların
dikkatleri üzerinize çevrilmeden kendi durumunuzu düşününüz. Allah etmesin,
insan kendine çeki-düzen vermeden önce toplumla yüz yüze gelirse ve onlar
arasında belli bir şahsiyet ve nüfuz kazanırsa bu durum onu kendisini
düzeltmekten alı-koyar, kendisini kaybeder. Seçme dizgini elinizden alınmadan
önce kendinizi düzeltiniz ve ıslah ediniz. Güzel ahlakla güçleniniz. Ahlaki
düşüklükleri kendinizden uzak tutunuz. Dersleriniz de ve araştırmalarınızda
ihlâslı olunuz ki sizi Allah'a yaklaştırsın. İşlerde eğer niyet halis olmazsa,
(bu) insan'ı Rabb'in kapısından uzak tutar. Allah'a sığınırız, yetmiş yıl
sonra amel defterimizi açtıklarında yetmiş yıl Allah'tan (c.c.) uzak bir ömür
geçirdiğimizi görmüş olmasınlar.
Şu,
cehenneme yuvarlandıktan yetmiş yıl sonra dahi sesi duyulan taşın hikâyesini
duymuş muydunuz?Resulullah (saa)
şöyle buyurmaktadır: «Yetmiş yıl yaşadıktan sonra ölen yaşlı bir adam, bu
yetmiş yıllık süre içinde cehenneme gidiyordu!» (bu ses o adamın yuvarlanışının sesidir. Çev.)
Dikkat
edin sakın ha elli küsur yıl dirsek çürüttükten ve ter döktükten sonra cehennemi kazanmış olmayın! Devamlı
tefekkür halinde olunuz, nefsin arıtılması, terbiye edilmesi, ahlaken ıslah
olunması hususunda program yapınız! Kendiniz için bir ahlak hocası
belirleyiniz. Vaaz, konuşma ve nasihat meclisleri düzenleyiniz. (Yoksa) kendi
kendinize ahlaklı olamazsınız.
Eğer
medreseler bu şekilde ahlaki mürebbiler-den yoksun olurlarsa bozulmaya terk
edilmiş olacaklardır. Nasıl ki fıkıh ve usul ilmi için bir hocaya ihtiyaç
duyuluyor da (bu hoca öğrencinin) ders okumasını, araştırma yapmasını
istiyorsa, dünyada her ilim ve meslek için de bir hoca ve üstad'a ihtiyaç vardır. Birisi kendi başına
herhangi bir alanda uzmanlaşamaz. Fakih ve âlim olamaz. Ancak Peygamberlerin
gönderiliş nedeni ve en ince, en güzel ilimlerden olan manevi ve ahlaki
ilimlerin öğrenmeye ve öğretmeye ihtiyacı yok mudur?! İnsan kendi kendine hocasız olarak bu
ilimleri öğrenebilir mi?! Bir
çok defa, ahlak ve maneviyat hocası olan Seyyid Celili'nin, fıkıh ve usul alimi merhum
Şeyh Ensari'nin hocası olduğunu işitmişimdir.
Allah'ın
Peygamberleri insanı terbiye etmek için, (insanı) «insan» yapmak için, insanlığı çirkinliklerden,
pisliklerden, fesatlardan, ahlaki rezaletlerden uzak tutmak ve güzel ahlak,
güzel edeplerle tanıştırmak için gönderilmişlerdir. «Ben güzel ahlakı tamamlamak için
gönderildim» (17).
Allah'ın, Peygamberini onun için gönderecek kadar önem verdiği bir ilim bugün
bizim medreselerimizde fazla revaçta değildir ve o'na gerektiği gibi önem
veren biri yoktur. Medreselerde manevi ilimlere ve marifete az yer verilmesinin
etkileri o dereceye ulaşmıştır ki, maddi ve dünyevi meseleler ulemanın yara
almasına sebep olmuş ve birçoğunu âlimlikten ve maneviyattan uzaklaşmasına yol
açmıştır. Aslında âlimliğin dahi ne demek olduğunu, âlim olan birinin
görevinin ne olduğunu, (toplumda uygulanacak) ne gibi bir programının olması
gerektiğini bilmiyorlar. Bazıları, usûl olarak bir kaç kelime ezberledikten sonra
kendi memleketlerine ya da başka yerlere gitme, bir kumum, makam ve şöhret elde
etme ve diğerlerini elleriyle ve pençeleriyle yumuşatma peşindedirler. Tıpkı
şöyle diyen biri gibi; «bırakın beni Lem'akitabının şerhine bakayım ve muhtara karşı
nasıl davranacağıma anlayayım.»
Daha
başından itibaren sizin öğrenim konusundaki görüşünüz ve bundan amacınız,
falanca mevkiye gelmek ve filanca makamı elde etmek, ya da
şu şehrin idarecisi, bu köyün ağası olmak olmasın. Bu tür nefsanî isteklere ve
şeytani arzulara ulaşmanız mümkündür. Ancak kendiniz ve İslam toplumu için
zarar ve kara yazgıdan başka bir şey elde edemezsiniz. İslam tarihinde birçok
kişi uzun süre yöneticilik yaptılar. Ancak kendileri için lanet, nefret ve ahiret azabından başka bir pay ve sonuç alamadılar.
Herhangi
bir topluluğun ya da toplumun başına geçtiğinizde, onları terbiye edebilmeniz
için kendinizi terbiye ediniz. Toplumu ıslah etmek ve onun yapılanmasını
sağlamak için adım atınız. Sizin hedefiniz İslam ve Müslümanlardır. Eğer Allah
(rızası) için çalışırsanız, yüce Allah kalpleri halden hale koyandır.
Gönülleri size yöneltir O; İnanıp faydalı işler yapanlar için Rahman (gönüllerde)
bir sevgi yaratacaktır.» (18).
Sizler Allah'a giden yolda çile çekiniz, fedakârlık ediniz, Allah sizi ecirsiz
bırakmayacaktır. Bu dünyada olmasa bile ahirettekarşılık verilecektir. Eğer sizin ecrinizi
mükâfatınızı bu dünyada vermedikse ne iyi! Dünya önemli değildir, (dünyada ki)
Bu velveleler ve kişilikler bir gün gele-, cek sona erecek ve bir rüya- gibi insanın gözü
önünden geçecektir. Ancak öte dünyadaki ecir sonsuz ve bitmeyen bir türden
olacaktır.
Kirli
emele sahip olanların, kötü amaçlı propaganda ve yayınlarıyla, ahlak ve ıslah
programlarını önemsiz göstermeleri (insanlara) öğüt ve nasihat vermek için
minbere çıkmayı ilmi makama aykırı bulmaları ve minbere çıkanları «minberci» olarak adlandırmaları, ilmi kavramları
düzenlemeye gayret eden büyük ilmi şahsiyetleri bu işlerinden engellemeye
çalışmaları mümkündür. Bugün eğer kimi medreselerde minbere çıkıp hutbe okumayı
utanç verici buluyorlarsa onlar Hazreti Emir'in (r.a.) «minberci» olduğundan ve minberden insanlara nasihat
ettiğinden, onları uyararak bilgilendirdiğinden habersizler demektir. Diğer
İmamlar(a) da aynı şekildeydiler. Belki de bu tür kötülemeleri, medreselerden
maneviyatı ve ahlakı kaldırmak için ve nihayet medreselerde fesada ve düşüşe
neden olmak için; çeşitli gruplara bağlılığı olanlar, kendini beğenmişler,
medreselerin içine nifak ve fitne sokarak (Allah göstermesin) buralarda
çatlamalara yol açmak isteyen gizli güçler yapmaktadırlar. Medresedekiler
birbirlerinin boğazına sarıldılar, birbirlerine karşı saf bağladılar,
birbirlerini aşağıladılar, yalanladılar ve İslam düşmanlarının medreselere el
atarak onları da birlikte fırlatabilmeleri için İslam toplumunda medreseleri
haysiyetsiz bir konuma getirdiler.
Kötülüğü
isteyenler bilmektedirler ki medreseler milletin koruması altındadır ve millet
buraların bekçisi oldukça bunları ezmek ya da ortadan kaldırmak mümkün
değildir. Ancak medreseliler, buralarda tahsil görenler
İslamî ahlak ve adap temelinden yoksun düştüğü, birbirlerinin boğazına
sarıldıkları, aralarında ihtilaf oluşturdukları ve gruplara ayrıldıkları,
terbiyeli ve muttaki olmadıkları, çirkin ve hoş görülmeyen işleri işledikleri
gün, zorunlu olarak İslam milleti, kötü görülen medreseleri desteklemekten ve
onlara bekçilik etmekten geri duracak, sonuçta düşmanın kuvvetlenmesi ve nüfuz
kazanması tekrar söz konusu olacaktır. Eğer farkındaysanız devletler din adamlarından ve taklid mercilerinden korkmaktadırlar ve onlar (bu
insanların) halkın korumasındannasiblerini aldıklarını bilmektedirler. Ve gerçekte (bunlar)
halktan korkmaktadırlar. Eğer bir din âlimine ihanet ederek ona saldırmaya
yeltenecek olurlarsa, halkın kendilerine karşı kıyam edeceğini
varsaymaktadırlar.
Ancak
eğer ulema birbirleriyle anlaşmazlığa düşerler, birbirlerinin adını kötüye
çıkarırlar ve İslam ahlakı ve adabı ile edeplenmezlerse, düşük toplumda
yaşayan millet de ellerinden gider (19).
Milletin, siz âlimlerden beklentisi sizin İslam adabıyla edeplenmenizdir. Sizin Hîzbullah'tan olmanızdır, şaşalı bir hayattan ve yapay
engellerden korunmanızdır. İslamî ülküleri öne almak ve İslam milletine hizmet
etmek yolunda hiç bir şekilde yaptığınız fedakârlıklardan dolayı pişmanlık
duymamanızdır, Yüce Hakkın yolunda O'nun rızası için yürümenizdir. Ve tek bir
yaratıcıdan başka bir şeye yönelmemenizdir. Ancak eğer sizde, beklediklerinin
aksine bir davranış görürlerse, bakışlarınızı tabiat ötesine
yöneltecek yerde tüm gücünüzle dünyaya dört elle sarıldığınızı ve diğerleri
gibi dünyadaki şahsi çıkarlarınızı elde etmek için çırpındığınızı, başkalarıyla
dünyalık ve kötü çıkarlar için çekişmeye girdiğinizi, İslam'a
ve Kur'an'ı —Allah'a sığınırız— kendi oyuncağınız haline getirdiğinizi,
kirli emellerinize, iğrenç gayenize ve utanç verici dünyalığınıza erişmek için
dini, bir dükkân (alış veriş merkezine) çevirdiğinizi ve onu
hurafeleştirdiğinizi gördüklerinde size kötü gözle bakarlar ve siz de bunun
sorumlusu olursunuz. Eğer
medreselerdeki başı sarıklılar, şahsi istekleri ve dünyevi çıkarları uğrunda
birbirlerine düşerlerse, diğerlerini de rezil rüsva ederler, fasık yaparlar, karışıklık çıkarırlar. Bazı
görevlere gelmek için birbirleri ile rekabet ederler, gürültüler kopartarak İslam'a
ve Kur'an'a ihanet ederler, ilahi emanete ihanet
ederler. AllahTebareke ve Teâlâ, İslam dinini bize emanet olarak bırakmıştır.
Bu Kur'an-ı Kerim, bize verilen büyük bir
emanettir. Ulema, Allah'ın emanetçileridirler ve bu büyük emaneti korumakla.
O'na ihanet etmemekle yükümlüdürler. Bu tür çekişmeler, şahsî ve dünyevî
ihtilaflar İslam'a ve İslam' in yüce peygamberine ihanettir.
Böyle
bir kaç cepheye ve teşkilata ayrılarak sürdürülen ihtilafların sebebini
anlayamıyorum. Eğer dünya içinse, sizin dünyanız yok ki! (dünya için birbirinize
düşesiniz). Üstelik eğer dünyanın lezzetlerinden ve faydalı şeylerinden
payınızı alıyorsanız, bu, ihtilaf yapılacak bir konu değildir. Âlim değilseniz
ve âlimliği veraset yoluyla gelen sadece cübbe ve sarıktan ibaret görüyorsanız
o başka. Âlim, tabiat ötesi ile (manevi dünya ile) ilişkisi olan kimsedir. O,
İslam esaslarının ve İslam'ı oluşturan unsurların dipdiri kalmasında emeği
geçen biridir. O âlim, kendisini Ali b. Ebi Talib'in bir takipçisi kabul eder. Böyle bir
âlimin, dünyada iştah veren şeylere ihtilaf çıkartacak kadar yönelmesi mümkün
değildir. En azından bu büyük insanın nasıl bir hayat yaşadığına bakın. Hiçbir
şekilde O'nun izinden gidenlerden olmadığınızı göreceksiniz. Acaba Hazretin zühdünden,
takvasından, sade ve mütevazı yaşantısından bir şey öğrenerek onu hayatınızda
uyguluyor musunuz? Bu büyük şahsiyetin zulümle, adaletsizlikle ve sınıfsal
ayrıcalıklarla savaşımından, mazlumları, haksızlığa uğramışları gözünü
kırpmadan savunmasından ve onları kollamasından, toplumdaki mustazaflara, hor görülmüşlere verdiği destekten bir
şey anlayabiliyor musunuz? Bunları pratiğe aktarabiliyor musunuz?
Müstekbirlerin, bugün dünyanın bir kısmını kan ve ataş gölüne
çevirmeleri, ölümü ve öldürmeyi adetleri haline getirmeleri, halkları
yağmalamaları, sermayelerini ve el emeklerini karınlarına indirmeleri;
birbirlerine karşı üstünlük sağlama, geri kalmış, zayıf milletleri kendi
egemenlikleri altına alma ve onları esirleştirme isteklerinden ileri gelmektedir.
Bundan dolayıdır ki, özgürlük, uygarlık, mamurluk, bağımsızlık ya da ülke
bütünlüğünün savunulması ve diğer aldatıcı isimlerle her gün dünyanın bir
yerinde savaş kıvılcımını tutuşturuyorlar. Milyonlarca ton ağırlığındaki
bombaları ateşleyerek, sığınaksız milletlerin başına yağdırıyorlar. Bu kavga,
dünya ehlinin mantığına göre, o bulaşık beyinlere göre doğrudur ve yerinde bir
kavgadır. Ancak sizin de, onların kafalarında yerleşmiş düşüncelere uygun
olarak, birbirinizle çekişmeniz anlamsızdır. Onlara neden kavga ettiklerini
sorarsanız, mesela şöyle derler: «falanca ülkeyi istila etmek istiyoruz. O ülkedeki
servetin bizim cebimize girmesi gerekir:» Fakat size neden birbirinizle çekiştiğinizi, neden
ihtilafa düştüğünüzü sorarlarsa ne gibi bir cevap vereceksiniz? Sizin
dünyadan alıp veremediğiniz ne ki bunun için kavga ediyorsunuz? Ağaların size
her ay (aylık) adıyla verdikleri maaş başkalarına verilen sigara parasından
bile daha azdır.
Ben
gazetede ya da bir dergi de (şimdi kesin hatırlamıyorum) görmüştüm.
Vatikan'ın, Washington' da bulunan bir papaz için gönderdiği paranın miktarı
oldukça yüksek miktardadır. Hesapladığımda gördüm ki, bugün medreselerin
tamamının bütçesinden daha fazla bir yekûn tutmaktadır!
Şimdi
acaba sizin böyle bir konumda iken ve böyle bir hayat yaşıyorken birbirinizle
çekişerek, birbirinizden uzaklaşmanız ve birbirinize karşı cephe almanız
doğrumudur? Müşahhas ve mukaddes hedeflerin kaybedilmesine yol açan ihtilaflar
dünya sevgisinden kaynaklanmaktadır. Şayet sizler de aralarında bu tür
ihtilaflar olan kimselerdenseniz biliniz ki bu ihtilaflarınız dünya sevgisinin
gönülden uzaklaştırılmamasından ileri gelmektedir. Bir yerde sınırlı bir dünya
çıkarı olduğundan her birisi bunu elde etmek, için diğerleri ile yarışa girmektedir.
Sizin gönlünüzde falan makama geçme sevdası yatmaktadır. Aynı şekilde bu
makamın başka bir isteklisi daha vardır. Burada büyük bir ihtimalle
çekememezlik ve «pay alma» duygusu ağır basacaktır. Ancak dünya sevgisini
gönüllerinden uzaklaştırarak Allah'a yönelmiş olanların Allah rızasından başka
bir gayeleri yoktur. Onlar hiç bir zaman birbirlerini karşılarına almazlar. Bu
tür belaları ve fesatları yüklenmez onlar. Eğer bütün ilahi Peygamberler bugün
bir şehirde toplamalardı, aralarında hiç bir şekilde ihtilaf meydana
gelmeyecekti. Çünkü hedef ve maksatları tektir; gönülleri dünya sevgisinden boşalmış
olarak Hak Teâlâ’ya yönelmiştir.
Eğer
siz amelleriniz ve hayat tarzınız, gidişatınız, kendinize çizdiğiniz yol bugün
görüldüğü gibi ise —Allah göstermesin—, bu dünyadan Ali b. Ebi Talib (r.a.)in takipçilerinden olmayan kimseler
olarak göçmenizden korkunuz. Fırsat elden gitmeden önce durumunuza çareler
düşününüz. Bu adi ve pis çekişmelerden el çekiniz. Bu cepheleşmeler ve
uzaklaşmalar yanlıştır. Yoksa sizler birbirinden ayrı olan iki milletten
misiniz? Yoksa sizin dininizin değişik kolları mı vardır? Neden uyanık
olmuyorsunuz? Neden sizlerin arasında safa, doğruluk ve kardeşlik hüküm
sürmüyor...?!
Bu
ihtilaflar tehlikelidir. Giderilmesi mümkün olmayan bozulmalara yol açar. İlim
kurumlarının düşüşüne sebep olur. Sizin toplumdaki değerinizi bitirmenize
neden olur. Bu tür kutuplaşmalar sadece sizi mahvetmekle, sizin şerefinizin yok
olmasına sebep olmakla kalmayıp, bir toplumun, bir milletin şerefine,
haysiyetine zarar vermekle ve İslam'ın zarara uğramasıyla sonuçlanır. Eğer
sizin aranızdaki ihtilaflar fesatlara yol açar cinstense, affedilmez bir
günahtır ve Allah Tebareke ve Teâlâ’nın dergahında; toplumu fesada verdiği için düşmanın
sulta kurmasına ve etkilemesine yol açtığı için, birçok günahtan daha büyük
bir günahtır. Perde gerisindeki eller, ilmi kurumların bozulması için ihtilaf
ve nifak çıkarıyor olabilirler. Çeşitli yollardan buralara nifak ve ayrılık
tohumları atıyor olabilirler. Düşünceleri ve zihinleri allak bullak ediyor ve
fikirleri zehirliyorlar. Böylece yeni şer'i görevler oluşturup bu görevlerle
İslam'ın geleceği için faydalı olan insanların düşkünlüğüne ve ilerde İslam'a
ve İslam toplumuna hizmet edememesine yol açmak için, medreselerin
bozulmasına gayret etmektedirler.
Akıllı
ve uyanık olmanız gerekmektedir. Kendinizi oyuna koyuvermeyiniz ki şer'i
görevler bu türden olmasınlar. Şer'i vazife öyle de olur böyle de. Bazen
şeytan bile insanlar için vazifeler ve teklifler belirlemektedir. Bazen nefsanî heva ve istekler, insanı, «şer'i vazifeler»
olarak gösterdiği şeyleri yapmaya teşvik etmektedir. Birinin bir Müslüman’a
ihanet etmesi, din kardeşini çekiştirmesi şer'i bir vazife değildir. Bu dünya
sevgisi ve nefis sevgisidir. Bunlar insanı kara günlü yapmak için şeytanın
insana yaptığı telkinlerdir. Bunlar karşılıklı atışma, ateş ehlinin karşılıklı
olarak birbiriyle atışmalarıdır: «Bu mutlaka, gerçektir, ateş ehlinin tartışması-dır.» (20). Cehennemde tartışma, atışma ve çekişme vardır.
Cehennem ehli birbirleriyle kavga ve mücadeleye tutuşmaktadırlar. Birbirlerine
pençe atmaktadırlar. Eğer sizler daha dünyada iken kavgaya tıı-tuşmuşsanız, biliniz ki kendiniz için
cehennemi hazırlıyorsunuz ve cehenneme yönelmiş bulunuyorsunuz. Ahirete taalluk eden işlerde çekişmek yaraşmaz. Ahiret ehli devamlı birbirleriyle barış ve esenlik
içindedirler. Onların kalpleri Allah sevgisiyle de Allah'ın kullarının sevgisi
ile de doludur. Allah sevgisi, Allah'a iman eden kimsenin sevilmesini gerektirmektedir.
Allah'ın kullarına karşı duyulan sevgi, Allah'a duyulan sevgi dolayısıyladır.
Allah'ı sevmek sayesinde olmaktadır.
Kendi
ellerinizle ateşi tutuşturmayınız. Cehennem ateşini alevlendirmeyiniz.
Cehennem insanın kötü hareketleri ve amelleri ile alevlenir. Bunlar, bir inatçı
katır gibi hareket eden insanın, ateşi tutuşturan yapıp ettikleridir. (Örneğin şöyle denilmektedir: «Cezna ve hiye hamidetü» (cehennemden geçtik ancak o sönük bir
haldeydi) Eğer insanlar kendi amellerinde, yapıp ettikleriyle ateşi yakmazsa,
cehennem sönmüş haldedir. Bu tabiatın içi cehennemdir. Bu tabiata yönelmek
cehenneme yönelmektir. İnsan bu dünyadan öbürüne göç ettiğinde görecektir ki: «Bu, sizin ellerinizin yapıp öne
sürdüğünün karşılığıdır, Allah, kullara asla zulüm edici değildir.» (21) «Ve kitap (ortaya) konulmuştur. Suçluların, onun
içindekilerden korkarak; 'vah bize, hu kitapta ne oluyor. Ne küçük ne de büyük
hiç bir şey bırakmıyor, her şeyi sayıp döküyor.' dediklerini görürsün.
Yaptıklarım
hazır bulmuşlardır. Rabbîn kimseye zulmetmez.» (22) «Bu dünyada insandan
sadır olanbütün
ameller o dünyada görülecektir. Onunla beraber şekillenecektir. Artık kim
zerre ağırlığınca hayır yapmışsa onu görür. Ve kim zerre ağırlığınca şer
yapmışsa o'nu görür.» (23).
İnsanın bütün ameli, gidişatı ve sözleri öbür dünyaya yansıyacaktır".
Sanki bizim hayatımız filme alınmaktadır. Ve öbür dünyada gösterilecektir.
Böylece de inkâr edilmesi imkânsız olacaktır. Bizim bütün davranışlarımız
azalarımızın şehadetine ilaveten bize gösterilecektir: «(Dediler): Her şeyi konuşturan Allah
bizi konuşturdu.» (24).
Her şeyi konuşturan Allah'ın karşısında kendi yaptığınız kötü amelleri inkâr
etmeniz ve gizlemeniz mümkün değildir. Biraz olsun aklediniz, düşününüz, işlerin sonunun nereye varacağını
ölçüp tartınız. Tehlikeli «sorgulama» ile karşılaştığınızı aklınızdan çıkarmayınız (25). Kabrin sıkıştırmasından berzah âleminden ve
beraberinde getirdiği müşküllerden kötü durumlardan gafil olmayınız. En
azından cehennemin olduğuna inanınız. Eğer insan bu tehlikeli
cezalandırmaların olacağına gerçekten iman ederse, kendi yaşamında kendini
değiştireceği açıktır. Eğer siz bunlara gerçekten yakin iman ederseniz, öyle
başına buyruk, serbest bir hayat yaşayamazsınız; kaleminizi, gidişatınızı ve
ailenizi, nefsinizin arındırılması ve ıslah edilmesi için koruma altına
alırsınız.
Allah Tebareke ve Teâlâ insanlara önem verdiği için
onlara akıl vermiştir. Kendini arındırma ve temizleme gücü vermiştir. O,
kendini hidayete erdirmesi için ve acı cehennem azabına duçar olmaması için
insana peygamberleri ve velileri göndermiştir. Şayet bu tür önlemler insanın
öğüt almasına ve kendini arınmasına yetmezse şefkatli Allah diğer yollardan
insanin uyarır; değişik belalarla, fakirlik, hastalık vs. musibetlerle onların
dikkatini çeker. Tıpkı işini bilen bir hekim ve maharetli ve şefkatli hasta
bakıcılar gibi, onları yakalandıkları bu tehlikeli ruhi hastalıklardan
kurtaracak bir çare bulmak için gayret göstermektedir. Eğer kul Allah'ın yardımına
mazhar olursa onun için, onu Hak Teâlâ’ya yöneltecek ve muttaki yapacak «denemeler» söz konusu olur. Yol işte bu yoldur.
Bundan gayri bir yol yoktur. Ancak insan bu yolu kendi ayağıyla yürümelidir ki
sonuç alabilsin. Şayet bu yoldan da bir sonuç alınmaz da (sapık insan ruhen tedavi olmuş olmazsa,
cemaat nimetlerini hak edenlerden olmazsa, onu can çekiştirme ve can verme anında, belki kendine gelir
diye sıkıştırmaktadır. Sonra bu da fayda etmezse kabirde ve berzah âleminde
temizlenmesi ve cehenneme gitmemesi için, o azaplardan ve sıkıştırmalardan
sonra çok dehşetli cezalar uygulanmaktadır. Bunların hepsi de insanın
cehennemlik olmasını engellemek için Allah'ın aldığı önlemlerdendir. Allah'ın
bütün bu yardımları da fayda etmediği durumda nasıl olacak? İster istemez son
tedavi olan insanın doğranması safhası geliyor ki daha önceki tedavilerin
etkili olmadığı ve insanı düzeltmediği durumda insan Rahman olan Allah'ın
ateşle ıslah etmesine ihtiyaç duyar. Tıpkı arındırılması ve temizlenmesi için ateşe
sürülen altın gibi. «Orada çağlar boyu kalacaklardır.» (26) ayeti konusunda bize gelen rivayetlere göre bu «çağlar boyu kalmak», hidayete ermiş olan ve asıl olarak
imanlarını koruyabilmiş kimseler içindir (27).
(Yani mü'min olduğumuz takdirde ben ve sizler içindir).
Allah bilir her «çağ» birkaç bin seneden müteşekkildir. Yoksa öyle bir kerteye
varır ki artık bu tedaviler, etkili ve yararlı olmazlar. Daimi bir nimetin
sağlanması ve gerçekleşmesi için başka bir tedaviye ihtiyaç vardır ki; (bu da)
—Allah etmesin— insanın bir müddet cehennemde kalarak orada yanmasıdır. Ta ki
ahlaki rezilliklerden, ruhi pislikler ve kötü şeytani niteliklerden arınsın ve «altından ırmaklar akan cennetler»den pay alma yeterliliğini ve hakkını kazansın.
Bu
(hak), Allah'ın rahmetinin kendilerinden çekilip alınacak kadar günaha ve masiyete dalmayan kimseler için, henüz cennete
girme hakkına sahip olan kimseler için söz konusudur. Allah göstermesin aksi
takdirde insan, günahlarının çokluğu nedeniyle Yüce Allah'ın dergâhından
sürülüp oradan kovulabilir ve ilahi rahmetten yoksun kalır. Böyle birinin
cehennemde ebedi kalmaktan başka bir seçeneği de yoktur. İlahi rahmet ve
inayetten, mahrum kalmanızdan onun azabına ve gazabına uğramaktan korkunuz.
Sakın ha amelleriniz,, yapıp
ettiğiniz ve konuştuğunuz şeyler, başarılarınızın sizden çekilip alındığı ve
size cehenneme gitmekten başka bir yolun kalmadığı bir durumda gerçekleşmiş
olmasın! Şimdi siz bir dakikalığına bile kızgın bir taşı avucunuzda
tutamazsınız. Cehennem ateşinden korununuz. Bu ateşi medreselerden ve ulema
kurumundan kapı dışarı ediniz. Bu çekişmeleri, bu nifakları kalblerinizden atınız. Hayatında iyi bir çizgi tutturmuş
olan Allah'ın kuluna dostça davranınız. Onlara şefkatle ve rahmetle bakınız.
Tabidir ki günahkârlarla isyanlarından ve tuğyanlarından dolayı dost olmayınız.
Onun kötü ve doğru olmayan bir işini, onun yüzüne vurarak onu bundan
sakındırınız. Ancak karmakarışıklıktan, belalardan kendinizi koruyunuz. Allah'ın
iyi ve salih kullarına iyilik yapınız. Âlim olanlara
ilimlerinden dolayı, doğru yolda olanlara iyi amellerinden dolayı, cahillere
ise Allah'ın kullarından olduklarından dolayı saygı gösteriniz, güler yüz
gösteriniz, şefkatli olunuz, doğrulukla ve kardeşçe muamele ediniz. Ahlaklı
olunuz; sizler toplumu ir-şad etmek isteyen ve ahlaklı yapmak isteyen kimselersiniz.
Kendi kendisini ıslah edemeyen, idare edemeyen kimse nasıl olur da başkalarına
önderlik yapıp onları yönetebilir? Şunun şurasında önümüzde Şaban ayından
birkaç günden fazla kalmamıştır. Bu birkaç gün içinde tövbe yapmaya ve nefsi
düzeltmeye gayret gösteriniz. Ve düzgün bir nefisle mübarek Ramazan ayma
giriniz.
Bu
Şaban ay'ında, Şaban ay'ına ait dualardan (28) (ki
bu ayın başından sonuna dek bunların okunması emri bize gelmiştir.) Okuyarak
Allah Teâlâ’ya hiç münacat ettiğiniz, yalvardığınız oldu mu? Ve bu duaların, rubibiyyetinbilinmesi ve ona iman edilmesine dair
yüce ve öğretici içeriklerinden istifade ettiniz mi?
Bu
dualar konusunda bize gelen haberlere göre, Hz. Emir (Ali) (r.a.)'in ve bu
hazretin çocuklarının (İmamların) yaptıkları münacaat (dua)'lardır. Ve bütün pak imamlar(a) bununla Allah'a dua
ettiler. Ay' rica hakkında, «bütün imamlar Allah'a bununla dua ederlerdi» ifadesi bulunan çok az dua vardır. Bu yakarışlar gerçekte, insanın Ramazan ay'ına ait
sorumluluklarına hazırlanışı ve onun bu konuda uyarılması için bir mukaddime
niteliğindedir. Ya da insanın dikkatini orucun hikmetine çekmek ve onun çok kıymetli
oluşunu insana hatırlatmak için de olmuş olabilir. Pak imamlar (a) pek çok
konuyu dua diliyle beyan buyurmuşlardır. Dua dili, yine hükümleri açıklamak
için kullandıkları normal bir dilden çok farklıdır. Ulemaya ait birçok
meseleleri, tabiat ötesine ait meseleleri, marifetullaha ait olan meseleleri dua diliyle beyan
buyurmuşlardır. Ancak biz bu dualardan sonuna kadar okuduğumuz halde, maalesef
bu yönüne hiç dikkat etmiyoruz ve aslında ne demek istediklerini de
anlamıyoruz. Okuduğumuz münacaatta şöyle deniliyor. «İlahi! Bana, sana yönelmenin kemalini
nasip et. Kalplerimizin gözünü parlaklıkla nurlandır. Ta ki o kalp, bakışını
sana çevirsin ve kalbin gözleri nur perdesini yıksın; böylece de azametinin
cevherine ulaşsın. Ve ruhlarımız kudsiyetinin yüceliği ile ilişkiye geçsin.»
«İlahi,
bana, sana yönelmenin kemalini nasip et» cümlesi şu anlama gelmiş olabilir: Allah'ını bilen
insanların, Ramazan ay'ına girip de gerçekte dünya lezzetlerinden uzaklaşma (ki
bu uzaklaşma tam anlamıyla Allah'a yönelmeyi doğurur) olan oruca
hazırlanmasıdır. Allah'a yönelme öyle basit bir şekilde meydana gelmez.
Allah'tan başkasına yönelmemek için, Allah'tan başka şeylerle ilişkiyi
kesebilmek için daha fazla (ruhi) riyazata, amel etmeye, zahmet çekmeye ve istikamet belirlemeye
ihtiyaç vardır. İnsanın «kurtarıcı» özellik gösteren sıfatlarının tamamı, Allah'a
yönelmenin mükemmelliğinde gizlidir. Birisi buna nail olarak büyük bir
saadete erişmiş olabilir. Ancak dünyaya karşı en ufak bir meyille beraber
Allah'a yönelenlerden olması imkânsızdır. Mübarek ramazan ayında kendisinden
istenilen adap üzere oruç tutmak isteyen birinin, misafirleri karşılayan ev
sahibinin konumunu tam anlamıyla bilmesi ve misafir karşılama kurallarını tam
olarak uygulayabilmesi için tam bir yönelikle Allah'a yönelmesi gerekmektedir.
Rasulullah (s)'ın buyurduklarına
uygun olarak (O'na ait olan bir hadis'e göre) bütün kullar mübarek Ramazan
ay'ında yüce Allah'a misafir olmaya çağırılmışlardır. Ve (kul) Rabbının misafiri olmaktadır. Bu konuda O (saa) şöyle buyuruyor: «Ey insanlar, Allah'ın ay'ı (size) geldi...
Şüphesiz siz bu ay'da Allah'a misafir olmaya çağrılırsınız.» (29).
Sizler
Ramazan öncesi şu bir kaç günde düşününüz. Kendinizi ıslah ederek Hakk Tealaya yöneliniz. Nahoş amellerinizden ve
hareketlerinizden af dileyiniz. Allah göstermesin bir günah işlemişliğiniz
varsa, mübarek Ramazan'a girmeden önce tevbe ediniz. Dilinizi Allah'a münacaatta bulunmaya alıştırınız. Sakın ha mübarek
Ramazan ay'ında sizlerden bir gıybet, töhmet, kısaca bir «günah» sadır olmasın ve Rabbin huzuruna Allah'ın
verdiği nimetlerle, yüce Bari-i Teâlâ’nın dergâhında günahlara batmış biri
olarak çıkmış olmayın. Siz bu şerefli ay'da Hakk Teâlâ’nın misafiri olmaya davet edildiniz: «O öyle bir ay'dır ki, siz o ayda Allah'ın misafirliğine çağrılırsınız.» Kendi kendinizi yüce celal sahibi Hakk Teâlâ’nın misafirliğine hazırlayınız. En
azından orucun şeklî, zahirî kurallarına uyunuz. (Gerçek kuralları ise, daimi
zahmeti ve murabekeyi gerektiren diğer bir konudur.) Oruç sadece, kendini
yemek ve içmekten alıkoymak manasına değildir. Günahlardan da kaçınmak
gerekir. Bunlar oruca yeni başlayanlar için başlangıç kurallarıdır. (Yüceliğin
cevherine ulaşmak isteyen Allah'ın adamları için olan kurallar bunlardan
başka kurallardır.) Sizler hiç olmazsa orucun görünürde ki adap ve erkânına
uyunuz ve kendinizi yemekten içmekten kestiğiniz gibi, gözünüzle, kulağınızla,
dilinizle de günah işlemekten çekininiz. Şimdiden dili, gıybetten, töhmetten, koğudan korumak ve kalpten hasedi, kini ve diğer
şeytani sıfatları atmak için temel atınız. Eğer gücünüz yeterse «Allah'a yönelen»lerden olunuz. Amellerinizi, katışıksız ve
riyasız olarak yapınız. «İnsan ve cin şeytanlarından» kopunuz. Fakat sırf görünürde ki
kuralları yerine getirerek bu değerli saadet'e erişeceğimiz konusunda
endişeliyiz. En azından oruçlarınızı haram olan şeylere karıştırmamaya çalışınız.
Bunun dışında eğer sizin orucunuz fıkhi olarak sahih olsa bile ilerleme göstermesi ile, şer'i açıdan «sahih» olması arasında büyük fark vardır. Eğer Ramazan
ay'ının sona ermesiyle sizin gidişatınız da, davranışlarınızda hiç bir (olumlu)
değişiklik belirtisi ortaya çıkmazsa, sizin kendi yaşantınızda, hareketinizde, «oruç ayı» öncesine oranla bir değişiklik olmamışsa
«sizden istenildiği şekliyle» bir orucun tutulamadığı ortaya çıkmış olur.
Yaptığınız şey ise sıradan ve hayvani bir oruç olmuş olur. İlahi misafir evine
davet edildiğiniz bu şerefli ayda, eğer Hakk Teâlâ ile tanışmadıysanız ya da onunla
mevcut tanışıklığınızı daha da iyileştirmediyseniz, biliniz ki, «Allah'ın misafirliği»ne gerektiği gibi'
hazırlanarak çıkmamışsınız ve misafirliğin hakkını vermemişsinizdir. Unutmayın
ki «Allah'ın ay'ı»denilen mübarek ayda rahmet kapıları
kulların yüzüne açılmış ve şeytanlar rivayete göre (30) «zincire ve prangaya» vurulmuşlardır. Eğer sizin kendinizi ıslah
etmeye ve arındırmaya gücünüz yetmiyorsa, emmare(emredici) nefsi kendi gözetim ve
kontrolünüz altında tutunuz. Nefsanî havalarınızı ayağınızın altına alarak, dünya
ve maddiyatla alakanızı kesiniz. Oruç ay'ından sonra bu gibi şeyleri uygulama
safhasına koymanız oldukçamüşkildir. Öyleyse fırsattan istifade ediniz. Ve bu büyük feyiz
geçip gitmeden, kendinizi ıslah etme arındırma ve tesviye etme yolunda gidiniz.
Kendinizi, Ramazan ay'ındaki sorumluluklarınızı yerine getirmek için
hazırlayınız. Ramazan ay'ına girmeden önce (iyi düşününüz) şeytanların zincire
vurulduğu bu ay'da Şeytanın ayarladığı saat gibi otomatik olarak İslami
düsturların hilafına günahlarla meşgul olanlardan olmayınız. Bazen öyle olur ki
şeytanın bile vesvesesine gerek kalmadan Hak'tan uzaklaşmışlığın ve
günahlarının çokluğu nedeniyle asi ve günahkâr insan, cehalete ve karanlıklara
saplanır. Kendisini şeytanın boyası ile boyar: «Sıbğatullah» tabiri «Sıbgatuş-şeytan» tabirinin karşıtıdır (31).
Nefsi isteklerinin peşi sıra giden kimse ve şeytanın izinden giden kimse
yavaşyavaş onun boyasına boyanır. Sizler hiç olmazsa
şu bir ay içerisinde amellerinizi murakebe altına almaya karar veriniz. Allah Tebareke ve Teâlâ’nın hoşnut olmadığı hareketlerden
ve sözlerden kaçınınız. Daha şimdiden hemen şu meclisimizde, Allah'la, mübarek
Ramazan Ay'ında pislikten, töhmetten, koğuculuktan başkalarına nisbetlekaçınacağınıza dair ahitleşiniz. Dil, göz,
el, kulak ve diğer azalarınızı ve organlarınızı kendi iradeniz altına alınız.
Yaptıklarınızı söylediklerinizi kontrol ediniz. Olur ya bu değerli amelleriniz,
Allah'ın size teveccühüne ve inayetine ve sizi başarılı kılmasına sebep olur.
Ve böylece şeytanların zincirlerinden çözüldüğü, oruç ayı sonrası döneme ıslah
olmuş olarak girersiniz. Artık şeytanın oyununa gelmezsiniz ve paklanmış
olursunuz. Bunu bir defa daha, tekrarlıyorum: Bu otuz günlük mübarek ay
boyunca dilinizi, gözünüzü, kulağınızı ve tüm diğer aza ve organlarınızı
kontrol altına almaya söz veriniz. Devamlı duyduğunuz bir şeyin yapmak
istediğiniz bir işin, dile getirmek istediğiniz bir konunun şer'i açıdan
hükmünün ne olduğuna dikkat ediniz.
Bu,
orucun başlangıcında yapılan görünür kurallardır. En azından orucun bu görülen
kurallarına uyunuz. Birinin gıybet yapmaya kalkıştığını görürseniz, onu
engelleyerek şöyle deyiniz: «biz bu Ramazan'ın otuz günü boyunca haram edilmiş
şeyleri işlememeye sözleştik». Eğer onu gıybet yapmaktan alıkoyamıyorsanız meclisi
terk ediniz, ne orada oturunuz ne de (orada konuşulanları) düşleyiniz. (Sizler Müslümanların güvenine sahip
kimselersiniz. Müslümanların; elinden, dilinden, gözünden emin olmadığı kimse
gerçekte Müslüman (bile) değildir(32).
Sadece yüzeysel ve yapay (görünüşte) Müslüman olur ve görünüşte «lailaheillallah» demiş olur.) Allah etmesin siz birine küstahlık,
hainlik yapmak istediğinizde ya da birinin gıybetini yapmak istediğinizde,
Allah'ın huzurunda olduğunuzu, Yüce Allah'ın misafiri olduğunuzu Allah'ın
huzurunda iken onun kullarına edepsizlik yapmakta olduğunuzu aklınızdan
çıkarmayınız. Allah'ın kuluna ihanet etmek, Allah'a ihanet etmektir. Bunlar
Allah'ın kullarıdır. Özellikle de ilim ehlinden olan, ilim yolunda bulunan ve
tak-vah kimselerden iseler. İnsan bazen işlediği bu işler sebebiyle öyle bir
yere varıyor ki, ölüm anında Allah'ı yalanlayabiliyor ve Allah'ın ayetlerini
inkâr edebiliyor: «Sonra kötülük edenlerin sonu çok kötü oldu. Çünkü
Allah'ın ayetlerini yalanladılar ve onlarla alay ediyorlardı.» (33). Bu işlerin gerçekleşmesi ağır ağır olur. Bugün doğru olmayan bir bakış, yarın
bir kelime gıybet ve başka bir gün Müslümanlara ihanet ve... yavaş yavaş kalpte yığılır ve kalbi karartır. İnsanı«marifetullah» (Allah'ı tanımak)'tan alıkor. Bu, her şeyin inkârına ve tüm
gerçeklerin yalanlanmasına kadar böylece devam eder.
Bazı
ayetlere dair yapılan tefsirler konusunda gelen rivayetlerde geçtiğine göre (34), İnsanın yapıp ettikleri, Allah'ın elçisine (s) ve
pak imamlara sunulur ve onların mübarek gözleri önüne getirilir. Onlar sizin
amellerinize baktıklarında, hatalarla ve günahlarla dolu bir yığın
gördüklerinde bundan rahatsız ve müteessir olurlar. O Hazret'in kalbinin kırılmasına
ve O'nun mahzun olmasına razı olamazsınız. O Hazret sizin amel defterinizin,
Müslümanları gıybet etmek, töhmet etmek, onlar arasında dedikodu yapmak;
tamamen dünyaya, maddiyata yönelmeniz gibi şeylerle dolu olduğunu görürlerse ve
gene bu defterlerde birbirinize karşı kalbinizde kin, buğz,hased ve
kötü fikir beslediğinizin kaydedilmiş olduğunu gördüklerinde titreyerek Allah
Teâlâ ve meleklerinin huzurunda, ümmetler ve O'nun yolunda gidenler; Allah'ın
verdiği nimetlere karşı şükretmedikleri, bu şekilde başıboş ve pervasızca
Allah Tebareke ve Teâlâ’nın emanetlerine hıyanet ettikleri için
belki de utanç duyacaklardır.Başka
birine olan bir kişi (örneğin bu bir hizmetçi olabilir) eğer bağlı bulunduğu
kimsenin istediğinin tersini yaparsa, o kimseyi utandırır. Sizlerde Rasulullah (s)'a bağlısınız Sizler ilmi müesseselere
girmekle kendinizi İslam fıkhına, Resuli Ekrem (s)'e ve Kur'an-ı Kerim'e bağladınız. Çirkin bir iş
yaparsanız bunun zararı Peygamber (s)'e dokunur. O'na bu durum ağır gelir.
Hatta —Allah göstermesin— sizden nefret etmesine bile yol açabilir. Allah'ınRasulü (s)'nün ve pak İmamlar (a)'ın mahzun ve meraklı olmasına razı olmayınız.
İnsan kalbi bir ayna gibi saf ve parlaktır. Dünyaya olağanüstü önem verme ve
günahların çokluğu sebebiyle kararır. Ancak insan hiç olmazsa Orucu, sırf
Allah için ve riya karıştırmadan tutarsa (Diğer ibadetler halis olarak yapılmasın demiyorum.
Bütün ibadetlerin riyasız ve sırf Allah için olması gerekmektedir. Ki bu
ibadetler şehvetlerden yüz çevirme, lezzetlerden kaçınma ve Allah'tan
gayrisine yönelmemeyi de beraberinde getirir.) bu bir ay boyunca orucu güzel bir şekilde tutarsa,
ilahi lütfün bürümesiyle kalbinin siyahlıkları silinebilir. Ve onu, tabiat aleminden ve dünyevi lezzetlerden engellemesi ümit
edilebilir ve Kadir gecesiyle müşerref olmak istediğinde evliya ve mü'minler için verilennuraniyetlerden o da nasibini alabilir.
Allah
böyle bir oruca verilecek mükâfat konusunda şöyle buyurmuştur. «Oruç benim içindir ve onun mükâfatını da
ben veririm.» Böyle bir oruca bundan başka mükâfat olamaz. Nimetler
cenneti bile O'nun için tutulan böyle bir orucun karşısında kıymetsiz olurken,
buna verilecek nimetleri hesaplamak mümkün değildir. Ancak eğer insan
kendisinin oruçlu olduğunu varsayarak, ağzım yiyecek şeylere kaparken
insanların gıybetine açarsa ve gece toplantılarının ve sohbetlerinin sıcak
olduğu mübarek Ramazan gecelerinde eline fırsat geçtiğinden dolayı bolca
Müslümanların gıybetini ve töhmetini yaparsa, onlara ihanet ederse bu orucun
sevabından O'na nasip olan hiç bir şey kalmaz. Bu şekilde Oruç tutan biri
Hakkın misafirliğinin kurallarına uygun davranışlarda bulunmamıştır, Kendi
velinimeti üzerinde olan hakkını kaybetmiştir. O öyle bir velinimettir ki, onun
için, yaranması ile nurunu sağlayan tüm gerekli şeyleri var etmiştir. Tekâmüle
sebep olacak şeyleri hazırlamıştır. O'nun doğru yolu bulması için peygamberleri
göndermiş, semavi kitapları indirmiştir. İnsanı «en güzel nura ve yüceliğin cevherine» ulaştırmak için ona kuvvet, akıl ve idrak
vererek ona yardımda bulunmuştur. İnsana kerametler bahsetmiştir. Ve şu anda
da kullarını, O'nun misafirhanesine girmeleri ve nimet sofrasına oturarak
ellerinin ve dillerinin imkânı ölçüsünde ona şükretmeleri için, amel etmeye
davet etmektedir.
Acaba
kulların hem O'nun (Allah'ın) nimet sofrasından faydalandıkları, onların
ihtiyarına verilen ve onların huzur ve sükûnunu sağlayan vasıtalardan istifade
ettikleri ve hem de kendi Mevla ve mihmandarları olan (Allah)'a karşı
geldikleri ve O'na karşı kıyam ettikleri doğru mudur? O (Allah)'ın onlara hibe ettiği aletleri, vasıtaları
O'nun isteğinin aksine kullandıkları doğru mudur? Acaba insanın, mevlasının sofrasına oturması ve kendisinin en büyük
dostu olan mihmandarına küstahça tavırlarla ve edepsiz tutumlarla ihanet ve
kötülük etmesi ve mihmandarının yanında çirkin ve yakışıksız şeyler yapması
şükürsüzlük ve kadir bilmezlik değil midir? Misafirin, en azından mihmandarım
tanıması, onun konumu hakkında bilgi sahibi olması, misafirlik kurallarını ve
adabım tanıması gerekir ki edebe, ahlaka mugayir bir davranışın çıkmaması için
gayret göstersin. Yüce Allah'ın misafirinin ise, Yüce Zülcelâl Hazretlerinin
konumuna dair bilgili olması gerekmektedir. O öyle bir konumdur ki, imamlar (a)
ve büyük ilahi Peygamberleri sürekli o konum hakkında daha fazla bilgi edinme
ve O'nu tam olarak tanıma gayretine düşmüşler ve böyle bir büyüklük cevherinin
yatağına varmak arzusunda olmuşlardır. «Kalp gözlerimizi parlaklıkla nurlandır.
Ta ki o kalp, bakışını sana çevirsin ve kalbin bakışları nur perdesini yaksın
ve böylece büyük cevher yatağına ulaşsın..» Allah'ın misafirliği işte bu büyüklük cevheridir.
Allah Tebareke ve Teâlâ kullarının böyle bir nura büyüklüğe
kavuşmaları için onlara çağrıda bulunmuştur. Ancak eğer kul buna layık değilse
bu derece büyük, ulu ve yüce makama ulaşamaz. Allah Teâlâ, kulları iyiliklere,
hayırlara ve birçok manevi lezzetten tatmaya davet etmektedir. Ancak eğer
onlar bu tür yüce makamlarda bulunmaya hazırlıklı değilseler oraya girmeleri
mümkün değildir. Ruhi süfliliklerle, ahlaki rezilliliklerle, kalbî ve bedeni
günahlara nasıl olur da ve büyüklük cevheri olan Rabb'ının misafirhanesine girilir ve huzuruna
çıkılır? Yeterlilik istenmektedir ve hazırlıklı olmak gerekmektedir. Yüz
karalığıyla ve karanlık perdelerle örtülmüş olan bulaşık kalplerle bu manalara
ve ruhi gerçekliklere vakıf olunamaz. Bu örtülerin parçalanması; kalplerin
üzerinde çöreklenmiş olan ve Allah'a varışı engelleyen ak ya da kara
perdelerin, yüce ve ulu olan ilahi meclise girebilmek için orada
uzaklaştırılması gerekmektedir.
Allah
harici şeylere yönelmek, insanı nurani ve zulmani perdelerle örtülmüş olarak gösterir. Eğer,
bütün dünya işleri, insanın tamamen dünya'ya yönelerek Yüce Allah'tan habersiz
olmasına yol açarsa zulmani bir perde söz konusu olur. Bütün maddi faktörler birer zulmani perde olurlar. Ve eğer dünya, Hakk'a
yönelişe ve Ahiretyurduna (ki burası misafirlik yurdudur) (35) varmaya vesile oluyorsa, zulmani perdeler, nurani perdelere dönüşür.
Ayrışma (m-kıta)nm olgunluğa
erişmesi için, bütün zulmani ve nurani perdelerin yırtılması ve kaldırılması gerekmektedir
ki büyüklüğün cevheri olan ilahi misafir evine girmek mümkün olsun. Bunun
içindir ki (yukarıda geçen) bu münacatta onlar Yüce Allah'tan nurani ölçüyü
parçalayarak büyüklük cevherine ulaşmak için, kalbi görüş ve aydınlama
isteğinde bulunmuşlardır. «Ta ki o kalbin bakışları nur perdesini yaksın ve
böylece büyüklük cevherine ulaşsın.»
Ancak
henüz zulmani perdeleri yırtmamış olan biri, tamamen
tabiata yönelmiş biri —Allah'a sığınırız— Allah'tan yüz çevirmiş olur. Ve
anında, dünya ötesinden ve manevi âlemden habersiz olduğu için, tabiata baş
aşağı olarak yönelmiştir ve kendisini arındıracak manevi-ruhani bir dinamizm ve
güç sağlayacak, kalbin üzerine gölge salmış olan siyah perdeleri ortadan
kaldıracak bir konuma gelmiştir. İşte bu kişi, Âlemlerin Rabbı insanı en yüce bir şekilde ve konumda
yarattığı halde; «Muhakkak biz insanı en güzel biçimde yarattık», süfli bir derecede (esfel-i safilinde) karar kılmaktadır: «Sonra O'nu aşağıların aşağısına çevirdik» (36). Nefsinin hevası tarafından yönlendirilen, kendini tanıdığı
günden beri zulmani âlemin dışındaki tabiata yönelmeyen ve hiç bir zaman
bu süfli ve karanlık dünyadan başka bir yerin ve durağın olduğunu kabul etmeyen
biri zulmani örtülere bürünür, «...Fakat o yere saplandı ve hevesinin
peşine düştü.» (37) ayetinin
canlı örneğidir. O, karanlıklarla örtülmüş olan bu bulaşık kalple ve günahların
çokluğu, sebebiyle Allah'tan uzaklaşan, ruhi karmaşıklıklarla aklını ve onun
hakikati görme gözünü kör eden hevaperestlikler ve dünya bağlılığı ile nurani perdeleri
yıkarak yalnızca Allah'a yönelmesi şöyle dursun, karanlık perdelerden bile
kendini kurtaramaz! İnsan, Allah dostlarının sahip olduğu makamları inkar etmeme inancındadır. Berzah âlemlerini,
sıratı, dirilişi, kıyameti, hesabı, kitabı, cennet ve cehennemi efsane olarak
görmeme düşüncesindedir. Böyle bir insan günahları ve dünyaya bağlılığı
yüzünden yavaş yavaş bu gerçekleri inkar etme yoluna girer. Allah dostlarının
makamlarım inkâr eder. O Allah dostlarının makamları duada ve münacatta
zikredilen birkaç cümleden fazla birşey değildir.
Bazen
bu tür gerçeklerin, bir ilme sahip olmasına karşın imandan yoksun olduğunu
görüyorsunuz. Cenaze yıkayan ölüden korkmaz. Çünkü o kesin olarak bilmektedir
ki, ölü, eziyet etme ve incitme gücüne sahip değildir. Hayatta iken, bedenin
bir ruhu varken onu böyle yıkamazdı. Ancak o şimdi boş bir kalıp halini
almıştır. Ölüden korkan kimselerin korkularının sebebi, bu gerçeğe iman
etmemelerinden ileri gelmektedir. Onlar sadece bilgi sahibidirler. Allah'ı ve
ceza gününü biliyorlar, ancak yakinen iman etmiyorlar. Aklın vakıf olduğu
şeyden kalp habersizdir. Kendilerine gelen delile uygun olarak, Allah'ı,
kıyametin ve meadin var olduğunu biliyorlar. Ancak aynı aklî delilin
kalbin üzerini örtmesi, iman nurunun kalbe girmesini engellemesi de pekâlâ mümkündür. Ta ki yüce Allah
onu karanlık ve zulümden çıkararak nur ve aydınlık âlemine girdirene
kadar. «Allah
insanların dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır» (38). Allah Tebareke ve Teâlâ, onun dostu velisi) olduğu için onu karanlıkların dışına çıkarır.
Artık günah işlemez, gıybet etmez, suç işlemez, din kardeşine karşı kin vehased beslemez. Kalbinde nurlanma olduğunu
hissederek dünyaya ve dünyadakilere değer vermez. Buna ilişkin Hz. Emir şöyle
buyurmuştur: «eğer, bir karıncanın ağzından onun rızk olarak topladığı şeyi zorbalıkla ve adaletsiz
bir şekilde almam şartıyla, bütün dünyayı içindekilerle birlikte bana verseler
bunu kabul etmem»(39). Ancak sizden bazıları her şeyi ayaklar
altına alıyorsunuz, İslam büyüklerinin gıybetini yapıyorsunuz. Eğer başkaları
sokaktaki bakkalın ya da attarın gıybetini, koğuşunu yapsa bile bunlar yakışıksız bir
şekilde İslam âlimlerinin üzerine yıkıyorlar ve böylece onlara küstahlık ve
ihanet ediyorlar. Çünkü iman yakın derecesine ulaşmamış olduğundan kendi yapıp
ettiklerinin karşılığını göreceklerine inanmamaktadırlar. Oysa günahsızlık
(ismet) «kamil iman»dan başka bir anlama gelmemektedir.
Peygamberler
ve Velileri Cebrail onların ellerinden tuttuğu için masum (günahsız)
değildirler. (Elbette eğer Cebrail de onların elini tuttuysa artık
günah işlemezler) İsmet, imanın fazlalığı demektir. Eğer insanınHakk Teâlâ’ya imanı varsa ve kalp gözüyle Yüce Rabb'ı güneş gibi görüyorsa, günah ve masiyet işlemesi mümkün değildir. İşte buna mukabil olarak ismet sıfatıyla,
güç yetiren ve silahlı birisi olarak görülür. Bu korku Allah'ın huzuruna iman
etmekten kaynaklanmaktadır. Ki bu da insanı günaha düşmekten korur. Masum
İmamlar (a), temiz bir şekilde pak olarak yaratıldıktan sonra, riyazetten
nuraniliğin ve fazıl melekelerin kesbedilişine paralel olarak, kendilerini, her şeyi
bilen ve bütün işlere vakıf olan Allah Teâlâ’nın huzurunda görmekteydiler.
İnanmış oldukları «La ilahe illallah»ın manasından yola çıkarak Allah'tan başka
her şeyin ve herkesin fani olduğuna ve insanın alın yazısına müdahale
edemeyeceklerine iman etmişlerdi. «... O'nun yüzü (zatı)'ndan başka her şey helak olacaktır.» (40)
Eğer
insan gizli açık tüm âlemlerin, Rabb'i huzurunda olduğuna ve Hakk Teâlâ’nın her yerde bulunduğuna ve her
yeri gözettiğine iman ederse, Hakk'ın huzurunda ve Hakk'ın nimetinin huzurunda
iken günah işlemesi mümkün değildir. İnsan buluğa erişmiş bir çocuğun
karşısında bile günah işlemiyor, ona ayıp yerlerini açamıyorken, nasıl olur da Rabb'ın huzurunda ayıp yerlerini açabilir? Bunun
sebebi çocuğun karşısına çıkmaya iman etmiş olmasıdır. Ancak Hakk Teâlâ’nın huzuruna çıkacağına dair bilgisi
vardır fakat imanı yoktur. Günahlarının çokluğu sebebiyle siyahlanmış kalbi, bu
tür meseleleri ve gerçekleri asla kabul edemez. Belki bunların doğruluğuna ve
gerçekleşeceğine ihtimal bile vermemektedir. Gerçekte, eğer insan Kur'an da haber verilen şeylerin, yapılanvaadlerin ve korkutmaların doğru olabileceğine
ihtimali de olsa (yakinen bir imana gerek yok) bir imanı olsaydı, kendi
amellerini ve davranışlarını tekrar göz önüne getirir, bu şekilde başıboş ve
pervasızca hareket etmezdi.
Sizler
eğer yürüyeceğiniz yol üzerinde, size zarar verebilecek bir yırtıcı hayvanın
olduğuna ya da size saldırabilecek silahlı bir kişinin olduğuna ihtimal
verirseniz, böyle bir yolculuğa çıkmaktan çekinerek durursunuz ve bu yolun
sıhhatinin, sakatlığının ne olduğunu araştırırsınız. Acaba birinin hem
cehennemin varlığına ve ateşte ebedi kalınacağına ihtimal verip de hem de
bunun aksine şeyler işlemesi mümkün müdür? Acaba birinin hem Allah Teâlâ’yı
hazır ve nazır (gözetleyen) olarak kabul etmesi, kendisini rububiyet makamından
gözetlemesini, kendi yapıp ettiklerinin karşılığını göreceğine ihtimal vermesi,
hesabın ve cezanın olacağına, bu dünyada söylediği her kelimenin, attığı her
adımın, yaptığı her işin kaydedildiğine, Allah'ın gözetici ve kontrol edici
melekleri olduğuna (41) ve onu devamlı gözettiklerine, onun tüm
sözlerini işlerini kaydettiklerine ihtimal vermesi ve aynı zamanda da bunların
hilafına olan amelleri dilediğinden dolayı onun ağlamayacağını söylemek mümkün
müdür?
Problem,
bu gerçeklerin meydana geleceğine dahi ihtimal verilmemesinden
kaynaklanmaktadır. Yaşam
şeklinden, gidişattan ve yürünen yolun türünden dolayı öyleleri ortaya çıkıyor ki bu evrenin ötesinde
başka biralemin olabileceğine dahi ihtimal vermiyorlar. Çünkü insanın
böyle bir ihtimali vermesi için işlediği bir hayli uygunsuz şeylerin olması
yetmektedir.
Ne
zamana kadar gaflet uykusunda kalmak, fesat, sapıklık içinde batmak
niyetindesiniz. Allah'tan korkunuz. İşlerin sonundan çekininiz. Gaflet uykusundan
uyanınız. Sizler henüz uyanmış değilsiniz. Henüz ilk adımı atmış değilsiniz.
Allah'a giden yolda atılması gereken ilk adım, uyanıklıktır. Ancak sizler
hala kafayı vurmuş yatıyorsunuz. Gözleriniz açık, ancak gönülleriniz uykuya
dalmış. Eğer gönüller uykuya bulanmış, kalpler günah işlemekten kararmış ve
pas tutmuş olmasaydı, böyle rahatça ve vurdumduymaz bir şekilde, uygun olmayan
işleri yapmaya devam etmezdiniz. Eğer birazcık olsun uhrevi şeyleri ve orada
ki dehşetli azabı düşünmüş olsaydınız, bugün omzunda bulunan sorumluluklarınıza
ve size yöneltilen tekliflere daha fazla önem verirdiniz. Sizlerin gideceği
başka bir dünya daha vardır. Aynı şekilde kıyamet ve mead da sizin için söz konusudur. (Tıpkı
dirilmeleri ve dönüşleri olmayan diğer varlıklar gibi değilsiniz siz.) Neden
öğüt almıyorsunuz? Neden uyanık ve uslu olmuyorsunuz? Neden böyle rahat rahat diğer Müslüman kardeşlerinizin koğuşunu,
gıybetini yapıyorsunuz veya bunları dinliyorsunuz? Gıybet yapmak için uzanan
dilin kıyamet günü başkalarının ayakları altında linç olacağını biliyor
musunuz? Acaba hiç duymuş muydunuz ki «gıybet, cehennem
köpeğinin yalağıdır» (42) Acaba hiç düşündünüz mü ki tüm bu ihtilafların,
düşmanlıkların, hasedlerin, karamsarlıkların, bencilliklerin, gurur ve
büyüklenmenin akıbeti çok kötü olacaktır? Acaba tüm bu rezalet ve haram
kılınmış hareketlerinizin, sonuçta cehenneme götüreceğini ve —Allah korusun—
ebedi olarak cehennemde kalışınıza sebep olacağını biliyor muydunuz?
Allah
saklasın, insan sızısı olmayan hastalıklara tutulur. Ağrısı sızısı olan
hastalıklar insanı tedavi olmaya, hastane ve doktora gitmeye zorlar. Ancak
ağrısız sızışız hastalıklar vardır ki insan hasta olduğunu hissetmez bile.
Bunlar çok tehlikelidir. İnsan hasta olduğunun farkına vardığında zaten iş,
işten geçmiş olur.
Kalp
hastalıkları aynı şekilde, eğer (insanda hastalığına bir belirti olarak)
insanı sonuçta tedaviye yöneltiyorsa buna şükredilmelidir. Ancak eğer bu
tehlikeli hastalıklar ağzı yapmıyorsa ne yapılabilir ki? Gurur, kendini
beğenmişlik gibi hastalıklar ağrısız ve sızısızdırlar. Yine, ağrı ve sızışız
çekilen diğer günahlar da kalbi ve ruhun (paklığını) bozarlar. Bu
hastalıkların acısız olmaları bir yana, görünüşte insana zevk bile
vermektedirler. Gıybetlerin yapıldığı sohbet meclisleri oldukça sıcak ve tatlı
gelir. Tüm günahların temelinde yatan nefis sevgisi ve dünya sevgisi O lezzet
veriyor, susuz, şarap içmekten mahvolduğu halde son yudumuna kadar şaraptan
lezzet olarak içiyor. İnsan eğer bir hastalıktan lezzet alıyorsa ve onun
sızısını çekmiyorsa, zorunlu olarak da tedavi yoluna gitmeyecektir. Onun bu
tehlikeli hastalığa tutulduğunu hatırlatanlara da pek aldırmayacaktır.
Eğer
insan dünyaperestliğe ve hevaperestliğe müptela olursa, kalbini dünya sevgisi
bürürse, dünya ve dünyanın dışındaki şeylere' ilgisiz kalırsa, —Allah'a
sığınırız— Allah'a, Allah'ın kullarına, Peygamberlere, Allah'ın velilerine ve
Allah'ın meleklerine düşman oluverir. Onlara karşı kin ve nefret besler. Melekler,
Allah'ın emriyle onun canını almak için geldiklerinde onlara karşı şiddetli
bir isteksizlik ve nefret hisseder. Çünkü Allah'ın meleklerinin, onu
sevgilisinden (dünya işlerinden) ayırmak istediklerini görür. Bu durumda Hakk Teâlâ’ya karşı duyduğu düşmanlık ve kin
duygularıyla dünyadan göçüp gitmesi mümkündür. Kazvin (şehrinin) büyüklerinden bir zat (Allah
ona rahmet etsin) anlatıyordu: «Ölmek üzere olan bir adamın başında bulunuyordum. Son
dakikalarda gözünü açarak dedi ki; Allah'ın bana ettiği zulmü hiç kimse etmemiştir.
Çünkü bu çocukları büyütürken ne sitemler çektim. Oysa şimdi beni onlardan
ayırmak istiyor. Bundan daha büyük zulüm olur mu?» Eğer insan kendi kendini arındırmazsa,
dünyadan yüz çevirmezse ve dünya sevgisini gönlünden uzaklaştırmazsa, ölüm
anında Allah'a ve Allah'ın dostlarına karşı duyduğu kin ve buğzdan titreyen bir kalple can verir. İnsanın
önünde (karşılaşması muhtemel) böyle tehlikeli ve kötü bir son vardır. Bu
yaratıkların en şereflisi olan insanın yakasında böyle uğursuz bir el vardır.
Acaba bu baştan çıkmış olan insan «en şerefli mahlûk» mudur yoksa «en şerli mahlûk» mudur? «Asra andolsun ki insan ziyan içindedir. Ancak inanıp iyi
işler yapanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı
tavsiye edenler, başka.» (44). Bu surede sadece «iyi işler» yapan mü'minler istisna edilmişlerdir. Söz konusu edilen «iyi işler»se ruhla alakalı şeylerdir. Fakat gördüğünüz gibi bugün
insanların birçok işleri «madde» ile ilgilidir. «Tavsiyeleşme» uygulanmıyor.
Dünya
ve nefis sevgisi sizin içinizde kökleşir de size üstün gelir ve hakikatleri ve
olayları anlamanıza, kendinizi sadece Allah'a döndürmenize engel olursa, sizi;
hakkı öğütlemekten, sabrı öğütlemekten alıkoyarsa ve sizin hidayete giden
yolunuza set çekerse, kaybedenlerden olmuş olursunuz. Ahirette ve dünyada (kendine) yazık edenlerden
olmuş olursunuz. Çünkü gençliğinizi bu yolda harcadınız. Dünyadan mahrum
kaldığınız gibi, cennet nimetlerinden ve ahi rette (mü'minlere tanınan) ayrıcalıklardan da mahrum kalmış
olursunuz. Diğerlerinin, ilahi cennete bir yolculukları yoksa da, rahmet
kapıları onların yüzüne kapanacaksa da ve cehennem ateşinde ebedi kalacaksalar
da en azından bir dünyaları var onların! Dünyanın ayrıcalıklarından
faydalanıyorlar.. Ya
siz... Nefis ve dünya sevginizin yavaş yavaş artarak, şeytanın, imanınızı elinizden
alabilecek seviyeye gelmesinden sakınınız. Şeytanın tüm çabalarının imanı
çalmak için olduğu söylenir. Gece gündüz tüm yolları kullanarak ciddiyetle
çalışması tamamen insanın imanının çalınmasına yöneliktir. Hiç kimse
imanınızın sabit kalacağına dair senet vermemiştir. İman bizde eğreti bir halde
de olabilir (45).
Sonunda da şeytan onu sizden alır. Ve dünyadan, Allah'a, O' nun velilerine düşman olarak ayrılırsınız. Bir
ömrü Allah'ın nimetlerinden istifade ederek, zamanın imamının sofrasına
oturarak geçirir ve fakat sonunda —Allah korusun— kendi velinimetine düşmanlık
yaparak imansız kalmış olursunuz. Gayret ediniz. Eğer dünya ile bir alakanız,
dünyaya bir sevginiz varsa bunu sona erdiriniz. Dünya, bütün bu şaşasına rağmen, bu yaşamdan dahi mahrum edecek
bir sevgi beslemeyecek kadar önemsizdir. Sizin dünyada neyiniz var ki ona
gönül bağlıyorsunuz? İşte siz ve işte mescit, mihrap, medrese ya da evinizin
köşesi; acaba bu mescidin içinde birbirinizle rekabet ederek ve ihtilaf
çıkararak toplumu fesada boğmak doğru mudur? Eğer sizler dünya ehli gibi
müreffeh ve parlak bir hayat yaşarsanız, (Allah etmesin) ömrünüzü ayyaşlıkla
ve işretle geçirirseniz ömrünüz bittikten sonra yaşamınızın tatlı bir rüya gibi
geçtiğini göreceksiniz. Ancak cezalar ve sorumluluklar devamlı yolunuzda
olacaktır. Bu hayatın, çok çabuk olarak ve görünüşte tatlı olarak geçmesinin
(oldukça tatlı geçmesine rağmen) sonsuz azabın karşısında ne değeri var ki? Bazen
dünya ehlinin azabı sonsuz olmaktadır
Ehli
dünya, dünyada ebedileşeceğini, dünyanın tüm ayrıcalıklarından ve faydalarından
nasibini ala-, cağını hayal etmekle gaflete düşmüşlerdir ve yanlış
yapmaktadırlar. Herkes dünyayı kendi penceresinden ve yaşadığı yerden
seyrediyor. Bu durumda da dünyayı, kendi gördüğü dünya olarak algılıyor (46). Bu
cisimler âlemi, insanın düşündüğünden, elde ettiği şeylerden, keşfettiği
şeylerden daha geniştir. Bu dünyanın, tüm alet ve vasıtalarıyla birlikte ne olduğu,
bir rivayette şöyle geçmektedir. «Oraya (dünyaya) rahmet gözüyle baktı». Böylece dünyaya başka bir gözle; Allah,
rahmet gözüyle bakınca nasıl olduğunu, insanı davet ettiği «büyüklüğün cevheri» nin ne olduğunu ve nasıl olduğunu görmek
gerekir. İnsan bu büyüklük cevherinin ne olduğunu anlamayacak kadar küçüktür.
Eğer
niyetlerinizi halis tutuyorsanız, amellerinizi de «salih» olarak yapınız. Nefis sevgisini, şöhret sevgisini
nefislerinizden uzaklaştırınız. Yüce makamlar ve yüksek dereceler sizin için
hazırlanmaktadır. Allah'ın salih kulları için taahhüd ettiği makamın yanında, dünya ve tüm
içindeki yapıcı cazibelerin beş paralık değeri yoktur. Gayret ediniz ve böylesi
bir yüce makama erişiniz. Elinizden geliyorsa kendinizi olgunlaştırınız. O
kadar ki, bu tür makamlara bile önem vermeyiniz. Allah'a sırf bu tür makamlara
ulaşmak için kulluk etmeyiniz. Allah'ın büyüklüğünden ve kulluk edilmeye layık
olduğundan ibadet ediniz (47)-
O'na yönelip secde ederek, alnınızı toprağa koyup tozlandırınız. İşte o zaman
nur perdesini parçalayarak yücelik cevherine erişirsiniz. Acaba bütün bu
tavrınızla, amellerinizle, yürüdüğünüz bu yolla böyle bir makamı elde
edebilecek misiniz? Acaba ilahi cezalandırmadan kurtuluş, korkunç azaplar
tufanından ve cehennem ateşinden kaçış kolaylıkla gerçekleşecek mi? Sizler,
temiz imamların oğullarının ve Hz. Seccad (a)'ın inlemelerinin insanların ibret alması için mi olduğunu
sanıyorsunuz? Onlar, bütün yüce makamların ve manevi derecelerine rağmen,
Allah'tan korktukları için ağlıyorlardı. Onlar önlerindeki yolun yürünmesinin
ne kadar müşkil ve tehlikeli olduğunu biliyorlardı. Zorluklardan,
sıkıntılardan, karmaşıklıklardan, bir ucu dünyada diğer ucu ahirette olan ve cehennemin içinden geçen sırattan
haberdarlardı. Kabir âleminden, kıyamet berzahından ve onun dehşetli azabından
haberdarlardı. Bu yüzden, hiç bir zaman rahat edemiyorlar, ahiretin şiddetli cezalarından Allah'a sığmıyorlardı.
Sizler
bu korkunç azap hakkında, insanın elini kolunu böyle bırakan azap hakkında
neler düşünüyorsunuz? Bundan kurtulmak için ne tür bir yol buldunuz? Daha ne
zaman kendinizi arındırmak için kolları sıvamak niyetindesiniz? Sizler şimdi
gençsiniz, henüz gençliğin verdiği kuvvet var üzerinizde. Kendi kuvvetlerinize
hâkim oluyorsunuz. Henüz bedeninize zayıflık çökmedi. Eğer şimdi aklınızda
kendinizi arındırmak ve ahlaklandırmakdiye bir düşünce yoksa zayıflık, uyuşukluk, rehavet ve
soğukluğun bedeninizi ve ruhunuzu istila ettiği, irade karar ve mukavemet
gücünüzün elden gittiği, günah ve masiyet yükünün kalbi daha da kararttığı yaşlılık anında nasıl
kendinizi düzelteceksiniz ve arındıracaksınız? Alıp verdiğiniz her nefesle ve
attığınız her adımla ve ömrünüzden geçen her an ile birlikte düzelme daha da
zorlaşmakta ve belki de azgınlık, sapkınlık daha da artmaktadır. Yaş
ilerledikçe insanın saadetini engelleyen şeyler artış gösterirken, insanın gücü
de azalmaktadır. İhtiyarlık yaşma ulaştığınızda artık, arınmada, ahlaklanmada başarılı olmanız, fazileti ve takvayı
kazanmanız çok zordur. Tevbeetmeye bile gücünüz yetmez. Çünkü tevbe «Etubu illallah» (Allah'a tevbe ediyorum) cümlesinden ibaret bir şey değildir.
Bilakis pişmanlık ve kötü filleri terk etmeye azmetmektir. Bu tür pişmanlık ve
işlediği günahları terk etmeye azmetmek, elli ya da altmış yıl gıybet etmiş,
yalan söylemiş, sakalını günah işleyerek ağartmış kimsenin yapabileceği bir
şey değildir. Bunlar ömürlerinin sonuna kadar günah işlemeye müptela oluyorlar.
Gençler
atıl oturmasınlar ki, ihtiyarlık tozu onların da başını ve yüzünü beyazlaştırmasın.
(Bizler ihtiyarladığımızdan, ihtiyarlığın zorluklarının ve sıkıntılarının
neler olduğunu biliyoruz). Sizler genç kaldıkça birçok şeye güç
yetirebilirsiniz. Gençlik gücünü ve iradesini elinizde tuttukça, nefsanî hevaları, dünya servetlerini, hayvani istekleri
kendinizden uzaklaştırabilirsiniz. Ancak eğer gençliğinizde kendinizi ıslah
etmeye ve arındırmaya girişmezseniz, artık ihtiyarlıkta iş işten geçmiş olur.
Gençliğiniz müddetince düşününüz, kendinizi ıslah etmeyi ihtiyarlık ve köhnelik
gününe bırakmayınız.
Gencin
kalbi yumuşak ve güçlüdür. Orada fesada kapı aralayan şeyler zayıftır. Fakat
yaş ilerledikçe, orada günahın kökenleri daha da güçlenir. Sonunda öyle bir
hale gelir ki, artık o günahı gönülden söküp atmak mümkün olmaz. Rivayet edildiğine
göre, insan kalbi başlangıçta tertemiz bir ayna gibidir. Ve nurani bir
şekildedir. İnsanın işlediği her günahın ardından kalpte siyah bir nokta
belirmektedir, Günahlar fazlalaştıkça kalbin üzerindeki siyah noktalarda artış
görülür (48). Sonunda kalbi simsiyah eder. Hatta üzerinden, günah
işlenmemiş bir gün ve gecenin geçmemesi bile mümkündür. Yaşlılık gelip çatınca,
kalbi başlangıçtaki saflığına döndürmek oldukça zordur.
Sizler
—Allah göstermesin— kendinizi düzeltmeden, siyah kalplerle, günaha bulanmış
göz, kulak ve dillerle dünyadan göçerseniz Allah'la nasıl yüz-yüze
geleceksiniz? Tertemiz olarak size verilmiş olan bu emanetleri, rezalete
bulaşmış bir halde nasıl iade edeceksiniz? Sizin ihtiyarınız altında olan bu
göz ve kulak, sizin emriniz altında olan bu el, bu ayak yaşamınızı onlarla
idame ettirdiğiniz bu azalarınızın hepsi de yüce Allah'ın emanetleridirler.
Tertemiz ve saf bir şekilde size verilmişlerdir. Eğer günah işlemeye müptela
olursanız safiyetini kaybederler. Allah etmesin eğer onları haramlara
bulaştırırsanız tam bir rezalet ortaya çıkar. Ve bu durumda da emanetleri
teslim edeceğiniz zaman size soracaklardır: Emanetçilik böyle mi yapılır? Biz
bu emanetleri size bu şekilde mi vermiştik? Sana verdiğimiz kalbi böyle mi
vermiştik? Sana verdiğimiz göz bu şekilde miydi? Senin ihtiyarına sunduğumuz
diğer azaların verilirken böyle pis bulaşık mıydı? Bu sorulara karşılık ne
cevap vereceksin? Sana verdiği emanetlerine bu şekilde hıyanet ettiğin Allah'ın
huzuruna ne yüzle çıkacaksın?
Siz
gençsiniz. Gençliğinizi bu yolda harcadınız. Ne var ki size dünyevi olarak
fazla bir yarar sağlamamaktadır. Eğer bu değerli zamanınızı, gençlik baharınızı,
Allah'ın yolunda ve apaçık olan mukaddes yolda çalışarak geçirirseniz zarar
etmediğiniz gibi dünyanız ve Ahiret'iniz temin edilmiş olur. Ancak durumunuzu şimdi görüldüğü
minval üzere devam ettirirseniz gençliğinizi mahvetmiş olursunuz. Ömrünüzün en
özlü günleri beyhude geçmiş olur. Öbür âlemde de, Allah'ın dergâhında şiddetli
bir sorgulama göreceksiniz ve sorumlu tutulacaksınız. İşlemiş olduğunuz bu
fesat dolu amellerin cezası sadece ahi-retle sınırlı değildir. Ayrıca bu
dünyada da müşküllerle, sıkıntılarla, belalarla yüz yüze geleceksiniz. Belaların
ve kara bahtlılığın girdabına düşeceksiniz.
Geleceğiniz
karanlık. Düşmanlar her taraftan ve her kesimden sizi çepeçevre kuşatmışlar.
Sizleri ve ilmi kurumları yok etmek için şeytani planlar yürürlüğe konuyor.
Sömürgeci güçler sizin çok erin uykulara dalmanızı uygun görmüşlerdir.
İslam'ın ve Müslümanların derin uykulara dalmasını uygun görmüşlerdir. İslam'a
arka çıkmanızla beraber, size çok tehlikeli planlar hazırlamışlardır. Siz
yalnızca, arınmanız, düzenli olmanız ve hazırlıklı olmanız sayesinde ancak bu fesadlarla, zorluklarla baş edebilirsiniz. Onların
sömürgeci planlarını etkisiz hale getirebilirsiniz. Ben şimdi ömrümün son
günlerini yaşıyorum. Er geç sizin aranızdan ayrılacağım. Ancak "sizi
karanlık bir geleceğin ve kara günlerin beklediğini sanıyorum. Eğer kendinizi
düzeltmez, mücehhez olmaz, derslerde ve hayatınızda düzenli ve tertipli olarak
kendinize hâkim olmazsanız —Allah göstermesin— yok olmaya mahkûm olursunuz.
Fırsat
elden gitmeden, düşman tüm dini ve ilmi meselelerinize el atmadan düşününüz,
uyanık olunuz. Kalkınız. Öncelikle nefsinizi-terbiye ve tezkiye etmeye önem
veriniz. Kendinize bir çeki düzen veriniz, ilmi müesseselerde nizamı ve
intizamı sağlayınız. Başkalarının gelip ilmi müesseseleri düzenlemesine
müsaade etmeyiniz. Düşmanların ilmi müesseselere el atmasına ve düzenleme veya
ıslah etme adı altında medreseleri fesada vermelerine, sizi de kendi sultaları
altına almalarına fırsat vermeyiniz. Çünkü bu işe ehil olmayanlar, layık
olmayanlar, ilimden anlamayanlar medreselerde toplanmışlardır. Eğer sizler
düzenli ve arınmış kimseler olursanız, sizin bütün yönelimleriniz de düzenli ve
tertipli olur. Diğerlerinin sizi aldatma fikri de suya düşmüş olur. İlmi
müesseselere ve ulema camiasına sızma imkânı bulamazlar. Sizler kendinizi
donatınız, arındırınız. Kendinizi onların çıkarmak istedikleri fesatları önlemeye
hazırlayınız. İlmi müesseseleri, onların çıkarmak istedikleri olaylara karşı
mukavemet göstermesi için hazırlayınız. Allah etmesin, önünüzde kara günler
vardır. İleride kötü günler göreceğiniz anlaşılmaktadır. Sömürgeci güçler,
İslam'ın bütün haysiyetini ortadan kaldırmak istemektedirler. Sizlerin buna
karşı direnmeniz gerekir. Nefis sevgisiyle, makam sevgisiyle kibir ve gururla
direnmek mümkün değildir. Kötü âlim, dünyaya yönelmiş alim, aklı fikri kendinin «baş»lığını ve
makamını korumada olan bir alim düşmanlarla savaşamaz, üstelik onun verdiği
zarar diğerlerininkinden daha fazladır. Adımlarınızı ilahi çerçevenin çizdiği
sınırlar içinde atınız. Dünya sevgisini gönlünüzden çıkarınız. İşte ancak o
zaman savaşabilirsiniz. Hemen şu andan itibaren şu nükteyi aklınızın bir
köşesine yazınız: Ben ıslah eden bir İslam eri olmalıyım. Ve İslam için
kendimi feda etmeliyim. Ben, ölünceye dek İslam için çalışmalıyım. Bugün bunlara gerek olmadığını söyleyerek
kendinize bahaneler yakıştırmayınız. İslam'ın istikbali için acı çekme yolunda
çabalar sarf etmelisiniz. Kısaca, bir «insan» olunuz.
Sömürgeci
güçler insandan korkmaktadırlar. «Âdem»den korkmaktadırlar. Her şeyimizi yağmalamak
isteyen sömürgeciler, bizim dini ve ilmi üniversitelerimizde bırakmıyorlar ki
insan yetişsin. İnsandan korkmaktadırlar. Eğer bir ülkede «insan» yetişecek olsa, bu onların huzurunu
kaçırmakta ve onların çıkarlarını tehlikeye sokmaktadır.
Sizler
kendi kendinizi düzeltmekle mükellefsiniz. Olgun bir insan olmaya bakın. İslam
düşmanlarının meş'umplanları karşısında dirençli olun. Eğer hazırlıklı ve
düzenli olmazsanız, her gün İslam' m üslerine inen darbelere karşı mücadele
edemezsiniz. Hem kendiniz kaybolursunuz, hem de İslam ahkâmını ve kanunlarını
yok edersiniz. Sizler sorumluluk alacak kişilersiniz, izler ulema, sizler ehl-i ilim ve sizler sorumlu
Müslümanlarsınız. Sizler Ulema ve dinî ilim tahsil edenler olarak, en başta sorumlu
olan kimselersiniz. Öbür Müslümanların sorumluluğu sizden sonra gelir. «Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüğünüz
şeylerden sorumlusunuz.» Siz gençler, her zulüm ve adaletsizliğin karşısında
direnebilmek için iradelerinizi kuvvetlendiriniz. Zaten bundan başka da çareniz
yoktur. Sizlerin onuru, İslam'ın onuru ve İslam ülkelerinin onuru; (sömürgeye
ve zulme karşı) direnmelerine ve mukavemet göstermelerine bağlıdır.
Allah;
İslam'ı, Müslümanları ve İslam ülkelerini yabancıların şerrinden korusun.
Sömürgecilerin ve hainlerin İslam'a, İslam ülkelerine, ilmi müesseselere
uzanan ellerini kurutsun. Allah, İslam âlimlerini yüce merci-itaklidleri, mukaddes Kur'an'ın kanunlarını savunmada ve İslam'ın
mukaddes hedeflerine ulaştırmada muvaffak eylesin. Müslüman âlimlerin şu
zamandaki ağır yükümlülükleri ve tehlikeli sorumlulukları konusunda uyanık kılsın. Allah, ilmi
müesseseleri ve ulema merkezlerini düşmanının eline geçmekten ve düşmanın
nüfuz etmesinden emin eylesin. Genç âlim, üniversiteli neslin ve bütün
Müslümanların nefislerini terbiye etme ve arındırma yolunda onlara yardım
buyursun. Allah İslam milletini, Kur'an'ın nurani, inkılabi öğretilerinden ilham alarak kendilerine gelmeleri
için, kıyam etmeleri için, birlik ve bütünlük sayesinde sömürgecileri ve tarihi
İslam düşmanlarını İslam ülkelerinden kova-bilmeleri, böylece kaybettikleri
özgürlüklerine, bağımsızlıklarına, şeref ve azametlerine tekrar kavuşabilmeleri
için, gaflet uykusundan, uyuşukluk ve rehavetten, fikri donukluktan kurtarsın.
Bize sabır ihsan etsin.
Kâfir
kavme karşı ayaklarımızı sabit kılarak bize nusretini indirsin. Dualarınızı kabul etsin. Âmin.
1- Ebu Abdullah'tan: Hz. Peygamber (saa) bir seriyye hazırlayarak gönderdi. Onlar döndüklerinde onlarışöyle (diyerek)
karşıladı: «merhaba, ey küçük cihad'ı tamamlayıp da üzerlerinde büyük cihad yükü bulunanlar.»Sonra şöyle denildi; «ey
Allah'ın elçisi, büyük cihad da nedir?» O (saa) şöyle dedi; «nefisle cihad'dır». (Vesail c. 6,sh. 124)
2- «Mekarim-i ahlak'ı tamamlamak için gönderildim» (Sefinetü'l Bihar c. 1, sh. 41)
3- Mü'minler'in emiri şöyle dedi- «Allah'ın Besulü beni Yemen'e gönderirken şöyle dedi; 'ey
Ali, (sakın)) onlardan
birini İslam'a davet etmeden önce öldürme. Allah'a yemin olsun ki, Allah'tan,
onlardan birini senin elinle hidayete eriştirmesi, onun üzerine bir güneşin
doğup batmasından daha iyidir. Ve sana da Allah'ın dostluğu yeter ey Ali!.» (Vesail c. 6, sh.
30)
4- «Sizin Allah katında en üstününüz,, en takvalı olanınızdır» (49/13)
5- «İnsan Denen Meçhul» Alexis Carrel sh. 9, 32, 35
6- «Küba'da Şeker Kavgası» J. Paul Sartre sh. 145
7- İslam'ın, İran'da hakim olan bir güç haline
gelişiyle toplumda ilerlemeye, medeniyete ve insanların özgürlüğüne yol açmış
olması ve zalimlerin, saray yerlilerinin başkasının ezilişine sebep oluşu
tarihin ve tarihçilerin tanıklığıyla sabit olup, bu konuda hiç şüphe yoktur.
Hatta İslam düşmanlarının bile bunu itiraf etmekten kaçamadıkları açıktır.
«İran da ki Dünya Görüşleri ve toplumsal hareketler» adlı kitapta (ki bu kitabın yazan İslam karşıtı biridir.
Ayrıca dini bir sihir ürünü olarak görmektedir,) İslam'ın İran'da ki hükümranlığı konusunda şu
görüşlere yer veriliyor: «...Arapların ve yeni dinin tasallutu İran toplumunda
çok derin tesirler meydana getirmiştir. Pehlevi dili yazısını pratik olarak tedavülden
kaldırdı. Zerdüşt dinini yaşam sahnesinden sildi. Aristokrat kesimi (Vezirler,
soylular", seçkinler ve devlet kademesindeki rütbeliler) yaşam
sahnesinden silindiler. Hatta İranlılar sür'atle kendi isimlerini Arapça olanlarıyla
değiştirdiler... İslam'ın ilk dörtyüz yılında ortaya çıkan bu yeni dinini geliştirdiği
ortak medeniyette İranlıların da bir payı vardır. Gazneliler, Selçuklular, Harzemşahlılardöneminde bu pay daha, renk-leşerek ve zenginleşerek devam etti. (!) ...
Müslümanların ve Araplar'ın "İran'a tahakkümlerinin, İran'a maddi ve manevi
(yol gösterici) bir ışık bahşettiği kadar Gazneliler, Cengiz ve Timur'un İran’daki tahakkümleri
de o kadar bir yıkımın başlatıcısı olmuşlardır... İran'a İslam'ı getiren
Araplar taarruzlarıyla İran'ın evrensel bir uygarlığa katılmasını sağlarken
Cengiz'in ve Mahmut'un saldırılan ise tahrip edip orada bir üstünlük kurmak
içindir.» Sh. 25, 28, 29.
8- «İslam'da Hükümet» (Farsça) Ders 6 sh. 37, Ders 11 Sh. 31, Ders 1 Sh. 18
9- Fevziye faciası yaptıkları açıklama Ferverdin 42 (?)
10- İmam bu dersleri Necefte sürgünde bulunduğu dönemde vermiştir. (Yay.)
11- Ebi Basir'den, O'da Ebû Abdullah (a) işittiğini söyledi. O şöyle
diyordu: «Mü'minlerin emiri (a) şöyle diyordu: «Ey ilim isteklisi kişi, ilmin birçok faziletleri
vardır: Baş'ı tevazzudur. Gözü hased'den beri olmaktır, kulağı anlamadır. Dili doğru olmadır,
hafızası incelemedir, kalbi iyi niyettir, aklı işlerin ve eşyanın
bilinmesidir. Eli rahmettir. Ayağı Âlimleri ziyaret etmektir. Gayreti selim
olmaktır. Hikmeti takvadır. Götürdüğü yer kurtuluştur. Önderi afiyettir.
Bineği vefadır. Silahı kelimenin yumuşak söylenmesidir. Kılıcı ise rızadır.
Kalkanı ilmin insanlar arasındaki dolaşımıdır. Ordusu Âlimlerin sohbetidir. Sahip olduğu mal ise edebidir. Hazinesi
günahlardan kaçınmadır. Azığı ve içmek için alınmış suyu ve yol göstericisi hidayettir.
Yoldaşı ise hayırlı şeylere karşı duyulan sevgidir.» Kafi C.1 Sh. 46 Bab'ün nevadir. Hadis 2
«...
Ebu Abdullah (a)'dan, Rasulullah (s) şöyle buyurduğunu söyledi: «Fakihler dünya
(işlerine)'ya girmedikçe Peygamberlerin güvendiği kimselerdir.» Bu sırada
denildi ki «Ey
Allah'ın Rasulü anların dünyaya (işlerine) girmeleri de ne demek?
Peygamber (s): «Onların
mevcut yöneticilere tabi olmalarıdır. Onlar bunu yaptıklarında onları bundan
dininize uymaya (davet ederek) sakındırınız.» Kâfi C. 1 Sh. 46
«...
Ebu Abdullah (a)'dan (O) şöyle dedi «Biz akıllı, anlayışlı, fakih, halim,
ilimde merkez olan, sa^
birli, dosdoğru olan kimseyi severiz.»
«Allah
Peygamberleri güzel ahlakı tamamlamaları için göndermiştir. Kim bu ahlak üzere
hareket ediyorsa Allah'a şükretsin. Kim de bu ahlak üzere değilse Allah'a
yalvararak bunlara sahip olmasını istesin. Ben de dedim ki «Senin yolunda feda
olayım, nedir bunlar?» Dedi ki: «Onlar takvadır, kanaattir, sabırdır, şükürdür,
halimdir, hayâdır cömertliktir, cesarettir, gayrettir, iyilik etmektir, doğru
sözlü olmaktır ve emanetlere riayet etmektir» VesailC. 6 Sh. 155 Bab 6. C. 1
Mü'minlerin Emiri (s) dedi ki.«Allah (aranızdan) ulemayı, onlar
zalimin zulmüne ve mazlumun açlığına rağmen yerlerinde oturmadıkça (çekip)
almaz.» Nehc'ul Belağa. Şakşaki hutbesinden.
12- Cemil
b. Derrac'dan. O'da Ebu Abdullah (a)'dan işittiğini söyledi. O (şöyle) dedi: «(Eliyle boğazını işaret ederek) can buraya
ulaştığı zaman (artık) Âlim için tövbe (etmek) mümkün değildir. Sonra şunu
okudu-. Allah'atevbe etmek ancak bilmeyerek kötülük işleyen kimseler
içindir.» Vafi C. Sh.
53
13- Hafs b. Kıyas'dan O'da Ebu Abdullah (a) 'dan O (şöyle) dedi: «Ey Hafs, Alimin bir günahı affedilmeden önce cahil'in yetmiş günah'ı
affolunur» C. 1 Sh.
52
14- «... Rasulullah (s) şöyle dedi: «Ümmetimden iki kesim vardır ki, onlar iyi
oldukları takdirde tüm ümmet iyi olur.
Onlar fesatçı olduklarında da tüm Ümmet fesada uğrar» Bunların kimler olduğu sorulduğunda ise O
şöyle dedi Bunlar Âlimler ve İdarecilerdir.» Tüh-ful'ukûl, Eski baskı Sh. 13
15- Selim b. Kays el-Hilali'den rivayetle O (şöyle) dedi: Mü'minlerin Emiri (a) işittiğime göre O Nebi (S) kendisine
şöyle dediğini rivayet etti. «İki
tip âlim vardır. Biri ilmi takınan (ilmiyle amel eden) âlimdir ki bu
kurtulmuştur. Diğeri ise, ilmini terk eden âlimdir ki bu da helak olmuştur.
Cehennem ehli ilmini takınmayan (ilmiyle amel etmeyen) âlimin (kötü) kokusundan
rahatsızlık duyarlar.» Kafi C. 1 Sh.
52
16- «... Fazl b. Ebi Kurra'dan O'da Ebu Abdullah (a)'dan: O dedi ki. Rasulullah (s) şöyle buyurdu. «Havariler İsa b.
Meryem'e sordular «Ey Rasulullah biz kimlerin (ilim) meclisinde oturalım?» O dedi ki
«Görünüşüyle sizlere Allah'ı hatırlatan, sizi ameliyle Ahirete özendiren ve mantığı ile sizin ilminizi
arttıran kimselerin meclisinde» Kafi C. 1 Sh.
39
«Ebu Ya'fur'dan. O Ebu Abdullah (a)'in şöyle dediğini
söyledi: «Sizden
namazı, takvayı, içtihatı görmeleri için, insanları, diliniz dışı şeylerle
(İslam'a) çağırınız. İşte gerçek davet budur» Kafi C. 2 Sh. 78
17- Sefinet'ül-Bihar C. 1 Sh.
410
18- 19/96
19- Mü'minlerin Emiri (a) şöyle dedi: «Şayet ilmin amilleri ilmi
hakkıyla taşırlarsa, onları Allah'ta sever, onları melekler de ve
yaratıklardan ona itaat edenlerde. Ancak ilmi dünyalık için taşırlarsa Allah Onlara gazap eder ve insanlara ihanet etmiş olurlar.» (Tuhfu'l-Ukul eski baskı
S. 47)
20- 38/64
21- 3/182
22- 18/49
23- 99/7-8
24- 41/21
25- «Ali (r) arkadaşlarına sürekli şunu söylerdi: «Kendinizi donalttınız ki Allah size rahmet etsin. Şüphesiz siz
sefere çağrıldınız. Dünyaya meylinizi azaltınız. Takvadan hazırladığınız
şeylerle dünyadan salih olarak dönünüz. Şüphesiz önünüzde, oraya girmeniz ve
orada durmanız gereken sarp engel ve korkutucu müthiş duraklar vardır. Biliniz
ki ölümün size doğru gelişi yakındır. Sanki siz onun pençelerindesiniz ve o
size pençelerini batırır. Muhakkak ki orada (dünyada ya da ölüm esnasında)
çirkin işler ve kaçınılması gereken belalar başınıza gelir. Dünya ile
ilişkinizi kesin, Takva azığı ile de yardım dileyin.» Şerh-i Nehc' ül-Belağa bölüm 2 Sh. 209, 199
26- 78/23
27- «Ayaşiden, Hameran isnadıyla rivayet edildiğine göre O
(şöyle) dedi: «Cafer; (a)'dan «Orada çağlar boyu kalacaklardır.» Ayeti konusunu
sordular. O ise şöyle dedi: «Bu cehennemden çıkanlar içindir.» Mecme'l-BeyanZeyl, Söz konusu ayetin açıklaması
28- «Bu münacat Mevlana Ali (a) 'dan rivayet edilmektedir. Onun oğullan (a) bu
duayı Şaban Ayında okuyorlardı. İbn'i Kaleviye (r)'ın rivayetidir: «Allah'ım salat ve selam Muhammed (s)'e ve onun aline
olsun (Allah'ım) sana dua ettiğim zaman duamı işit. Nida ettiğim zaman nidamı
işit. İlahi ben senin zayıf, günahkâr kulunum ve sana yönelmiş (ya da ayıplı) kulunum.
Beni yüzünü senden çevirenlerden ve gafleti senin affını engelleyenlerden
kılma. İlahi! Bana sana, yönelmenin kemalini nasip et. Kalplerimizin gözünü
parlaklıkla nurlandır. Ta ki O (kalp) bakışını sana çevirsin ve kalbin gözü nur
perdesini yaksın. Böylece de azametin cevherine de ulaşsın ve ruhlarımız,
kutsiyetinin yüceliği ile ilişkiye geçsin. İlahi! Beni çağırdığında davetine
icabet eden, nazar ettiğinde senin celalin için (buna dayanamayarak) mahvolan,
senin gizlice ona fısıldadığın ve sana açıkça ibadet edenkimselerden kıl.
İlahi! Ümitsizliklerimin hüsn-i zannıma galip gelmemesini sağlıyorum., ve senin kereminin güzelliğinden ümidimi
kesmiyorum. İlahi! Eğer hatalarım beni senin dergâhında gezden düşürdüyse,
bunlardan sana olan güzel tevekkülümle beni arındır. (Af et) İlahi! Eğer
benim, lütfunun güzelliği olarak günahlarını işlememi sağladıysan, muhakkak bana
affının keremimde gösterdin. İlahi! Eğer beni seninle kavuşma konusunda gaflete
düşürdüysen, beni mesajının keremiyle uyardın. İlahi! Her ne kadar sen beni
cehenneme büyük cezana çağırdınsa da gene sen beni bol iyiliğinin olduğu yere
cennete de çağırıyorsun. İlahi! Yalnızca sana dua ediyor, yalnızca sana
yalvarıyorum ve Senden Muhammed (s) 'e ve onun ehline rahmet etmesi ve beni ahdini
bozanlardan, şükründen bigâne olanlardan ve emrine aldırış etmeyenlerden
değil, senin zikrinin müdavimlerinden kılmam istiyorum, İlahi! Beni senin en
güzel olan izzetine kavuştur ki ben yalnızca seni bileyim. Senin dışındaki
şeylerden yüz çevireyim. Ve senden korkup senin gözetimin altında olayım! Ey
Celal ve ikram sahibi ve salâtı selam onunRasulû Muhammed (s)'e ve onun temiz al'ine olsun. Ve sellim teslimen kesira. (Biharü'l-envar C. 19 ikinci cüz eski baskı. Babü'1-ed-yiye ve'l-münacat Sh. 89-90)
29- Ali
bin Hasan ibn-i Faddal'dan O'da babasından O'da Rıza (a)'dan O'da babaları (a)' Onlar'da Ali (a)'dan O'nun şöyle dediğini rivayet
etmişlerdir: «Rasulullah (s) bir gün bize hitap ederek şöyle dedi. «Ey insanlar (nihayet) Allah'ın ayı
(Ramazan) da bereketle, rahmetle ve mağfiretle geldi. O, Allah indinde (diğer)
aylardan daha üstün bir aydır. O (ay)'ın günleri en üstün günlerdir. Ve geceleri on üstün
gecelerdir ve saatleri en yüce saatlerdir.»
O
öyle bir ay'dır ki, siz o ayda Allah'a misafir olmaya çağrılırsınız. Siz bu
ayda Allah'ın kerametinin ehlinden kılınırsınız. Sizin o ayda ki nefes alıp
vermeniz teşbihtir. O ayda uyumanız ibadet, ameliniz makbuldür. Duanız kabul
olunan (dualardan)'dır. Rabbınız olan Allah'tan samimi bir niyetle ve temiz
kalple sizi, orucunuz da veKur'an tilavetinizde muvaffak kılması için dua ediniz...» (Vesaillü'ş-şia İsla-miye baskısı C. 4 Kitabus-savm Bab 18 Hadis 30)
30- Cabir
(r)'den Ebi Cafer (a)'den O (şöyle) dedi: «Rasulullah (s) insanlara yönelerek şöyle diyordu: «(Ey) insanlar topluluğu, Ramazan Ayı
hilali doğduğunda azılı şeytanlar zincire vurulur. Cennetlerin ve göklerin
kapıları, rahmet kapılan açılır. Cehennem kapıları kapanır. Dualar kabul
olunur... Nihayet Şevval hilali doğar veMü'minlere «mükafatlarınızı (almaya) koşunuz» diye" hitap edilir.
O gün karşılığı alma günüdür.» (Vesail«İslamiye» baskısı C. 4 Sh. 245)
31- «Allah'ın
boyası (ile boyan). Allah'ın boyasından daha güzel boyası olan kimdir? Biz
ancak O'na kulluk ederiz.» 2/138
32- «Sadık
(a) (şöyle)
dedi: Rasulullah (s) dedi ki: «Size mü'min (göründüğü halde) mü'min olmayanın kim olduğunu haber vereyim mi?
İnsanların nefisleri ve mallan hususunda kendisine güvenmediği kimsedir. Sizemüslimin kim olduğunu haber vereyim mi? Müslüman, müslümanların elinden ve dilinden (bir kötülük
çıkmayacağına) emin olduğu kimsedir.» Safine İman bölümü.
33- 30/10
34- «De ki yapın (yapacağınızı); yaptığınız işleri,
Allah'ta görecek, Resulü de, mü'minlerde, sonra görülmeyeni ve görüleni bilen (Allah'a)'e döndürüleceksiniz.
O size yaptıklarınızı bir bir haber verecek.» (9/105) «... EbiBusayr'dan (O da) Ebi Abdullah'dan (a) (O şöyle) dedi: Kulların iyi olan ve
kötü olan amelleri her sabahRasulullah (s)-'e sunulur. Bu konu da onla (kulla)'rı uyarınız. Buna ilişkin ayet şudur: «De ki
yapın (yapacağınızı); yaptığınız işleri Allah'ta görecek Rasulü'de, Mü'minler'de...» sonra (Hazret) sustu.
«...
Abdullah (a)'dan O (şöyle dedi: O'nu (?) şöyle derken işittim: «Size ne oluyor
da Allah'ın Rasulü' ne kötülükte bulunuyorsunuz.» Oradaki bir adam dedi
ki «Biz nasıl olur da O'na kötülük yapabiliriz ki?!» O dedi ki: «Bilmiyor musunuz ki
amelleriniz O'na (Rasulullah) sunulur. O orada günahların olduğunu görürse bu ona
kötülük yapmak olur. Rasulullah'a (s) kötülük etmeyin onu sevindiriniz.» (Vesail C. 6 Sh. 387 bab 101 Hadis 1-4)
35- «İşte ahiret yurdu; onu yeryüzünde böbürlenmek ve
bozgunculuk yapmak istemeyenlere veririz. (Güzel) sonuç sakınanlarındır.» (28/83)
36- 95/4-5
37- «Dileseydik
elbette onu o ayetlerle yükseltirdik, fakat o, (dünya) yere saplandı ve
hevesinin peşine düştü. O'nun durumu tıpkı şu köpeğin durumuna benzer. Üstüne
varsan da dilini sarkıtıp solur, bıraksan da dilini sarkıtıp solur. İşte
ayetlerimizi yalanlayanların durumu budur. Bu kıssayı anlat belki düşünürler.» (7/176)
38- 2/257
39- Şerh-i Nehcü'l-belağa.(Abduh)
cüz 2 Sh. 245 Kelam 219
40- 28/88
41- «(İnsan) hiç bir söz söylemez ki yanında (onu)
gözetleyen, dediklerini zapteden (bir melek) hazır bulunmasın» (50/18)
42- Rasulullah şöyle dedi: «Gıybet yapmak insanların etini yediği halde,
kendisinin saygıdeğer biri olduğunu zanneden kimse yalan söylemektedir. Çünkü
gıybet cehennem köpeklerinin yalağıdır.» Camiu's-saadet Cüz 23 Sh. 234
43- Mü'minlerin Emiri (a) dedi ki: «Ey insanlar dünya sevgisinden sakının.
Dünya sevgisi her günahın başıdır. Her bela(ya açılan) kapıdır. Her fitneye
yol açandır. Ve her türlü zararı çağırandır.» Tuhefu'1-ukul Sh. 5
44-103/1-3
45- Şu Ali (a) 'm sözlerindendir : «İman için
kalpte yerleşmiş olmak vardır. Gene iman için kalple göğüs arasında belli bir
süreye dek eğreti olmak durumu vardır.» Şerh-i Nehcü'l-Belağa Abdah Cüz 3 Sh.
152
46- Yeşillikler
içinde gizlenmiş bir böcek için/Yer de orasıdır, gök de orasıdır.
47- Mü'minlerin Emiri Şöyle dedi: «Allah'a cennet amacıyla ibadet eden
topluluğun kulluğu tüccar kulluğudur. Allah'a (ondan) korktuğu için ibadet
eden topluluğun kulluğu ise köle kulluğudur. Allah'a şükran duygusuyla ibadet
edenlerin kulluğu ise gerçek hür-erin kulluğudur.» Şerh-i Nehcü'l-Belağa Abduh Sh. 204 C. 3
48- Zerrare'den. O'da Ebi Caferden (a) O şöyle dedi: «Hiç bir kul yoktur ki, (başlangıçta)
kalbinde beyaz noktalar bulunmasın. Bir günah işlediğinde bu noktalardan biri
siyah pas haline gelir. Eğer tövbe ederse bu siyahlık kaybolur. Günahlara devam
ederse bu siyahlıklar artar. Nihayet beyazların tümünü kaplar. Beyazlıklar
tamamen kapandığında bu kalbin sahibi artık ebedi olarak hayr'a dönemez. Bu Allah'ın şu ayetinde de
geçmektedir.: «Hayır
onların işleyip kazandıkları şeyler kalplerinin üzerinde pas olmuştur.» (Vesail C. 11 Sh. 239, 83/14)
Akademi Yayınları 3
Özgün adı
Cihad-ı Ekber
Dizgi - baskı
Başaran Matbaası
Kapak:
Aycan Grafik
Kapak baskısı:
Orhan Ofset
Tashih:
Ahmet Yıldız
akademi
Fevzipaşa Cad. No. 57 Kat 4
Tel : 521 20 21 Fatih/İSTANBUL
CİHAD-I EKBER
Nefsle Mücadele
İMAM HUMEYNÎ
Çeviri:
Ali Nurhah
akademi
İstanbul - 1989
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder