Taksim’de 19 gün boyunca yaşanan ve İstanbul başta olmak üzere yurt çapına organize ve planlı bir şekilde yayılan gerginlik, aynı zamanda dünya kamuoyunun yanlış yönlendirilmesiyle olduğundan çok farklı boyutta dış basında yer aldı.
Türkiye aleyhindeki faaliyetleriyle mimli ülkelerin başında gelen, ‘Almanya, İngiltere, Amerika, İsrail ve Fransa’ içindeki bazı basın organları ve siyasiler, Taksim olaylarını çarpıtarak, dünya çapında bir kara propaganda malzemesi olarak kullanmakta gecikmediler.
Türkiye aleyhindeki faaliyetleriyle mimli ülkelerin başında gelen, ‘Almanya, İngiltere, Amerika, İsrail ve Fransa’ içindeki bazı basın organları ve siyasiler, Taksim olaylarını çarpıtarak, dünya çapında bir kara propaganda malzemesi olarak kullanmakta gecikmediler.
Devletler ve güvenlik birimleri açısından en zor olanı,
provokasyonlarla bezenen ve profesyonel organizatörler tarafından koordine
edilen geniş katılımlı eylemleri engellemektir. Çünkü devletin, ağır ve
bürokratik yapısına karşın, çok hızlı ve kanun dışı illegal provokatif
eylemlere imza atmayı başaran organize gruplar ilk etapta toplumu çok yoğun bir
şekilde etkilemeyi başarırlar.
Bununla birlikte, eyleme destek vermesi için kullanılan medyadan
sanat camiasına, hukukçulardan siyasilere kadar uzanan çok geniş ve halkı çok
iyi etkileyen yelpazedeki kişiler vasıtasıyla organize eylemler, bir çığ gibi
yayılma eğilimi gösterebilmektedir.
Bu nedenle, provokasyonları önlemede devletin yanında
sivil toplum kuruluşlarının, hatta halkın ve sağ duyulu çok dinamik bir yapının
da fitneyi “fikri mücadele” ile durdurma amaçlı seferber edilmesi elzemdir.
Şu çok iyi bilinmelidir ki, organize olamamış ve
dolayısıyla görüşünü belirtme imkanı, haksızlığa dur deme fırsatı ve fitneyi
dindirme yöntemi bulunmayan çoğunluklar karşısında, çok iyi örgütlenmiş, etkin,
caydırıcı ve provokatif araçlara sahip küçük azınlıklar daima üstün
gelecektir.
Dünya tarihi birçok azınlık diktatörlüğüne, azgın ve sesi çok
çıkan azınlıkların geniş halk kitlelerini caydırarak hedefine rahatlıkla
ulaştığına şahit olmuştur.
İstanbul Taksim’de denenen ihtilal provası, pek yakında daha
kapsamlı, daha geniş bir organizasyonla bu sefer gerçekleştirilmek
istenecektir. Bu yüzden bugünden tüm tedbirlerin alınması gerekmektedir.
Sokak ihtilali ve ayaklanmalarını önlemede sürat ve bilinç çok
önemlidir. Daha toplum neyin ne olduğunu anlayıp kavrayamadan ortaya çok
profesyonelce dökülen yalan haberler, toplumu ajite eden gerçek dışı
spekülasyonlar ve konunun uluslararası boyuta sokulması kamuoyunun
hassasiyetini derinden etkiler.
Bununla birlikte, dur durak bilmeyen kışkırtmalar, yoğun
fitne propagandası, sokaklarda estirilen terör, vandalizm, anarşizm, komünist
slogan ve pankartların kullanılması da toplum üzerinde hem etkili, hem de uzun
süreli bir şok etkisi yaratabilir. Bu noktada insanlar ne yapacağını
bilemezken, sokaklardaki şiddeti önlemede polisin etkisiz kalmaya başlaması
görüntüleri, yazılı, görsel basın ve sosyal medyayı çok iyi kullanan
provokatörlerin halkı, siyasileri hatta devlet kademelerindeki insanları yese
düşürmesiyle eylem karşısında yenik düşülmüş hissiyatını doğurabilir. Bu
ise çok tehlikelidir. Geri dönüşü olmayan yıkımlar, bu psikolojik yenilgiden
sonra başlayacaktır.
İşte bu nedenle provokasyonlara karşı halk bilinçlendirilmeli ve
eğitilmelidir. Bunun için:
1. Provokasyon tip ve modelleri Türk halkına detaylıca
öğretilmelidir. Psikolojik harp metotlarına karşı koymanın akılcı metotları
insanlara öğretilmelidir. Örneğin, yaygınlaştırılan yalan bir içeriğin, sahte
bir resmin, çarpıtılmış bir bilginin, yalan bir haberin nasıl deşifre
edileceği, bir söylentinin nasıl önleneceği hususlarında bilgiler
verilmelidir. Provokasyonlar sürerken polisimize ve devlete nasıl yardımcı
olunacağı konusunda çok geniş anlatımlar yapılmalı, halkımız eğitilmelidir.
Bununla birlikte, bir fitne anında kimler nasıl kullanılıyor, hangi eylemlerle
ne hedefleniyor, hangi hareketler simge haline getirilmek isteniyor gibi
hususlarda halkımız çok net bilgilendirilerek çok uyanık hale getirilmelidir.
2. Toplumun tamamını anında doğru bilgilerle yoğun bir
şekilde bilgilendirebilmek ve moral destek sağlamak için halkı hazırlamak
gerekmektedir. Hatta sadece Türk kamuoyu değil, dünya kamuoyu da sağ duyulu ve
seri bir şekilde sürekli bilgilendirilmelidir. Bir provokasyon anında, dünya
üzerindeki hangi basın kuruluşlarının, hangi siyasilerin, hangi kurum ve
kuruluşların nasıl bilgilendirilmesi gerektiği çok detaylıca insanlarımıza
öğretilmelidir. Bu bilgilendirilmeleri STK ve halkın bizzat kendisinin
yapabileceği şekilde herkes bilinçlendirilmelidir. Herkes kendi sosyal ortamını
en akılcı, makul ve seri bir şekilde bilgilendirebilmeli, yatıştırabilmeli ve
sağ duyulu bir ortamı tesis edebilmelidir. Sessizlik fitnenin
büyümesine neden olacak, samimi bir üslupla herkesi sağ duyuya davet etmek ise
fitneyi kökünden kurutacaktır.
3. Provokatif haberlere sürekli ve çok kapsamlı olarak cevap
vermek en mühimidir. Bol delil, ilmi ve akılcı bilgilendirme çok önemlidir.
Eğer provokatif haberlerin cevaplanmasında zayıflık hissediliyorsa acilen tv,
radyo, gazete ve internet sitelerinden olağanüstü yayın şartlarına geçip, bu
provokasyonlara cevap verilmesi sağlanmalıdır.
4. Fitneye karşı anında cevap vermek önemlidir. Bunun için
sosyal medyanın, internetin, yazılı ve görsel basının en hızlı bir şekilde
nasıl devreye sokulacağının tatbikatı da önceden yapılmalıdır. Provokasyonu
deşifre etmek için internet üzerinden hangi sitelerden, hangi forumlardan,
hangi yazışma şekillerinden yararlanılıp, neler yapılabileceği hususunda
halkımız bilgilendirilmelidir.
5. Bir karışıklık anında birleştirici, bütünleştirici ve
yatıştırıcı bir üslubun kullanılması gerekmektedir. Bu üslup, konuşma ve
yazışma tarzı insanlarımıza öğretilmelidir. Kucaklayıcı, sevecen, akılcı ve
kararlı bir üslup milletimize tam hakim olmalıdır. Bununla birlikte toplumu
yatıştırıcı diğer tüm eylem tipleri konusunda da bilgilendirici olmak
gerekmektedir. Ortalığı sakinleştirmenin yöntemleri anlatılmalıdır.
6. En köklü ve kalıcı çözüm ise, toplumda yoğun bir
şekilde bilimsel ve kültürel hazırlığın yapılmasıdır. Teröre ve
şiddete neden olan Marksist veya faşist tüm ideolojilere karşı milletimiz
bilinçlendirilmeli, bilimsel bir hurafe olan diyalektik materyalizm, yani
çatışmayla tarihin ilerlediği safsatası ilmen çürütülmelidir. Mamafih, bir
yandan antimateryalist bir eğitimle gençlerimize ulvi ve manevi değerler
aşılanırken, diğer yandan da çok modern, kaliteli, kültürlü ve özgürlükler
içinde yaşayan bir toplum hedeflenmelidir. Kaliteli, aklı başında,
ülkü sahibi, maneviyatlı ve çok modern bir görünüm, dünya çapında Türkiye
aleyhinde yürütülen kara propaganda tuzağını daha kurulmadan bozacaktır.
Yavuz Sultan Selim Köprüsüyle İslam Ülkeleri Birliği’ne
Yavuz Sultan Selim denilince,
“İttihad-ı İslam
ülküsünü şiar edinmiş,
Mekke ve Medine’yi,
Hicaz’ı, dolayısıyla kutsal mekanları Osmanlı’nın kanatları altına alarak
korumaya almış,
Kutsal mekanların hakimi
değil, hadimi olacağını belirtmiş,
Kutsal emanetleri, çok
daha güvenli olan İstanbul’a taşımış,
Halifeliği de Osmanlı
padişahları üzerine alarak Müslümanları birleştirmeyi hedeflemiş” olması akla
gelmektedir.
Yavuz Sultan Selim Han’ın bir diğer önemli özelliği de, Kürtleri
kucaklaması, onlarla birlik kurması ve Kürt lider İdris-i Bitlisi’ye Diyarbakır
yöresinin yönetimini vermesidir. Yavuz Selim döneminde Kürt aşiretleri
Osmanlı’yla birleşip bütünleşmiştir.
Çözüm süreci ve Ortadoğu’da yeniden barışı tesis etme arifesinde,
Yavuz Sultan Selim’in isminin yad edilmesi, bu yönden de anlamlı ve çok
isabetli olmuştur.
Özetle, Yavuz Sultan Selim isminin önemli bir köprüye verilmiş
olmasının iki mesajı vardır:
1. Türkiye, İslam coğrafyasındaki tüm ülkeleri birleştirme
ülküsü içindedir. Elbette bu birlik bir padişahlık sistemi olmayacaktır
ancak “Yeni Osmanlı” adıyla konuşulan, AB modelli, üye tüm devletlerin üniter
yapılarını korudukları, demokrasi ve hukukun üstün olduğu bir birlik olacaktır.
Türkiye, İslam Ülkeleri Birliği’ni kurarak Batı ve Doğu bloklarıyla bir köprü
oluşturmayı, dünyada savaşların ve terörün ortadan kaldırılarak barış ve
adaletin tesis edilmesini arzulamaktadır. Bu göreve soyunmuştur.
2. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, temelinde kalbi bir inanç
ortaklığı, yüzyıllara dayanan bir hars birliği ve yoğun akrabalık bağları olan
Kürt, Arap, Alevi, Sünni, Şii, Nusayri, Rum, Ermeni, Laz, Çerkes ve diğer tüm
unsurlarla yeniden el ele verme hedefi içindedir.
Yavuz Sultan Selim dendiğinde Alevi kardeşlerimizin tedirgin veya
rencide olmalarına gerek olmadığı gibi Fatih Sultan Mehmet denince Rumların,
Barbaros deyince Akdeniz ülkelerinin, Atatürk denince Yunanlıların rencide
olmasını gerektirecek bir durum da yoktur. Çünkü bu saydığımız isimlere
milletimizin verdiği değer, kimsenin zorlama yapmasına gerek bıraktırmayacak ve
kalbimizden geçtiği şekliyle devletimize, vatanımıza ve dünya barışına
yaptıkları katkıdır. Onların vicdan ve iman şuuruyla ulvi davalarına olan
hizmetleri ve güzel icraatlarıdır.
Fatih Sultan Mehmet isminin, tüm milletimiz ve İslam alemi
açısından önemi, peygamber efendimiz (sav) tarafından, Konstantiniye’yi
fetheden kutlu kumandan olmasıdır.
Atatürk denilince akla gelen, dünyanın en zor coğrafyası ve
belki de en zor şartları altında demokratik laik bir hukuk devletini kurup
bizlere hediye etmesidir.
Tekrar etmek gerekirse, Yavuz Sultan Selim denilince de akla
gelen halifeliği ve tüm Müslümanların birleştiriciliğini, koruyuculuğunu ve
hadimliğini üstlenmiş olan bir devlet adımı oluşudur.
Tarihimiz
Zaferler, Hoşgörü ve Büyük Ülküler Tarihidir
Ülkelerin tarihleri elbette birçok istenmeyen ama mecbur kalınan
savaşlarla doludur. Bizim de 2.500 yıllık devlet tarihimiz boyunca Anadolu’nun,
devletimizin ve milletimizin korunması için canını ve malını vermekten
çekinmemiş yüz binlerce kahramanımız olmuştur.
Geçmişin hatalarından ders çıkarmak kadar, geçmişin
güzelliklerinden ders çıkarmak da bir o kadar önemlidir.
Bizim tarihimiz, gittiği her ülkeye hoşgörü, sevgi, anlayış,
zenginlik, imar ve barış götüren bir tarih olmuştur. İstenmeyen olayların veya
hataların yaşanmış olması, ulvi ve manevi değerlerle 3 kıtada huzurlu bir
ortamda insanları yüzyıllarca yaşatmayı başarmış olan milletimizin, gelecekte
de bunu hedeflediğinin bir göstergesidir.
Devletimiz yüzyıllar boyunca, Museviler, Hristiyanlar gibi
farklı inançtan insanları zor anlarında mutlaka kanatları altına alarak
korumaya almıştır. Onları en güzel şehirlere, en güzel imkanlar altında
yerleştirmiştir. Aynı şekilde kendisine sığınan insanları hiçbir zaman geri
çevirmemiş, her zaman haklının ve mazlumun yanında olmuştur.
Taksim olayları, komünist organizasyonlar karşısında devletimizin ne derece hazırlıksız olduğunu göstermesi açısından çok önemlidir.
Gezi Parkı protestosu, yeşile, sanata, estetiğe ve doğal yapının korunmasına karşı duyarlı vatandaşlarımızca başlatılmış, ancak bu hassasiyet, devrim hayaliyle yaşayan ‘profesyonel organizatörler’ce anarşi ve vandalizme, sözde bir devrim kalkışmasına rahatlıkla çevrilebilmiştir.
Marksist Felsefe Yeryüzünün Çoğunluğuna Hakimdir
Komünizm, sanıldığı gibi öyle çetrefilli bir felsefi inanç sistemi değil. Marksistler de, tasavvur edildiğinin aksine belirli kalıp ve görüntülerde ortaya çıkan insanlardan müteşekkil değil.
Hayatın ve tarihin akışının diyalektik materyalizmle gerçekleştiğini düşünen herkes, Karl Marx’ın bu temel felsefesini aslında kabul etmiş demektir. Hayatın sadece dünyadan ibaret olduğunu düşünen, yeryüzünde haşa Allah’ın gücü, ilmi ve adaletinin değil, tesadüflerin ve insani müdahalelerin tarihin akışını şekillendirdiğine inanan Marksistler için hayat bir sınıf mücadelesinden ibarettir.
Bu düşünce içerisindeki insanları, yani bilerek veya bilmeyerek komünist felsefeyi kabullenmiş insanları doğruya ikna etmek zannedildiği kadar basit değildir. Ciddi bir ilmi ve felsefi faaliyetle yapılacak bilimsel çalışmalar gerektirmektedir.
Marksist Felsefe Referandumu Kabul Etmez
Komünizme göre, haksızlığa uğrayan ve ezildiklerine kanaat getiren sınıflar, haklarını hiçbir zaman demokratik süreçlerle alamadıklarına inanırlar. Yaşamın kısalığını da göz önüne aldıklarında bu hak arayışı onları tedirgin ve saldırgan bir üsluba doğru sürükler.
Onlara göre devlet faşist bir baskı aracıdır. Komünizmin nihai hedefinin devletsiz, ailesiz, baskısız bir komün toplumu oluşturmak olmasının gerekçesi de budur.
Marksist felsefede, egemen burjuvazi, sağ görüşlü ve komünizme karşı çıkan iktidarların gerektiğinde kanunları, demokrasiyi de kullanarak özgürlükleri baskıladığı düşünülür. Bu sebeple demokratik yöntemlerle ülke meselelerine karar verenler, seçim ve referandumlarda her ne oyu alırlarsa alsınlar, eğer Marksistlerin düşüncesine aykırı bir görüşü elde ediyorlarsa bu seçim sonucu onlar tarafından kabul görmeyecektir.
“Referandumu kabul etmeyiz, halkın seçmesini kabul etmeyiz, biz ne dersek o olur, bizim dediğimiz olmazsa da eylemlerimize sonuna kadar devam ederiz” mantığının altında yatan “karşı çıkış”işte bu komünist felsefeden kaynaklanmaktadır.
Marksizm Beraberinde Müthiş Bir Bilmişliği Getirir
Marksist felsefeyle hayat ve yaşamın anlamını bulduğuna inananlar, diğer insanları olayların özünü anlamamış, boşuna yaşayan, akıl ve zeka yönünden kendilerinden çok geri olan kişiler olarak görürler. Bu husus, bazı komünistlerde, kendi fikirlerini savunurken alaycı, saldırgan ve ütopik konuşmalar yapmasına neden olmaktadır. Laf anlamaz, demagojiyle konuşan, tartışmacı, karşı tarafa değer vermeyen ve karşıtı görüşü asla dinlemeyen tavırları da işte bu bozuk ruh hali nedeniyledir.
Sokak Çatışmacıları Moral Destek Arar
Marksizme en büyük destek ‘moral’dir. Morali, fikri desteği zayıflayan sözde devrimciler, arkalarında kendi fikirlerini savunan sanatçı, medya, siyasetçi bulamamaya başladıklarında yılgınlaşmaya ve geri plana çekilmeye başlarlar.
Son Gezi Parkı kışkırtmaları ve desteğinin Batı üzerinden, tüm dünya sosyalistlerinden ve ülkemizde çok geniş bir yelpazeye yayılmış medya, akademisyen ve siyasetçi çevresinden gelmesi, sokak çatışmalarına gelen komünist örgütlere büyük bir moral kaynağı olmuştur.
Sokak çatışmalarının çok profesyonelce, bir ordu operasyonuna destek verircesine organize bir şekilde lojistik, psikolojik ve politik destek alması eyleme katılan kitlelerin heyecanını arttırmıştır. Zafere yakınlaşıldığının kitlelere hissettirilmesi ve insanların bu heyecana kavuşturulmasının sonucu olaylar etkisini kaybetmeden çok uzun bir süre devam ettirilebilmiştir.
Gezi Parkı eylemlerine;
- Avrupa’nın tüm sosyalistleri,
- Amerikan şahinleri ve neoconları,
- İslamofobi’yi kışkırtan tüm lobiler,
- İsrail lobileri ve siyasileri,
- PKK ile Doğumuzda devrim hedefleyerek bağımsız ayrı bir devlet kurmak isteyenler,
- On yıllardır ülkemizde rejimi terör ve şiddet yoluyla devirmek isteyen illegal komünist, Marksist, Leninist, Maoist parti ve örgütler,
- İddia edilen Ergenekon Terör Örgütünün yeniden güçlenip, halkın üzerinde diktatörlüğünü tesis etmesini isteyenler,
- Ortadoğu’da güçlenmemizi istemeyen Nato’sundan Şanghay’ına kadar tüm oluşumlar,
- Suriye ve İran’ın derin oluşumları,
- Hükümeti seçim yoluyla deviremeyeceğini düşünen tüm oluşumlar,
- Türkiye’nin, çocuklarına “Eylem, Devrim, Deniz, Mahir” adlarını vermiş, devrimci hayalleri bitip tükenmeyen bazı aileleri ve tüm sosyalist-komünistler de destek vermektedir.
Dünyanın bir çok yerinde olduğu gibi Türkiye’nin de zayıf yönlerini bulup oradan ülkemizi zarara uğratmak isteyen karanlık organizasyonlar tarafından, ülkemizin hassas noktaları çoktan keşfedilmiştir. Taksim’de de, toplum hassasiyeti üzerinden gizli servislerce bir ayaklanma kalkışması provası denenmiştir.
Gezi Parkı protestolarına katılan tertemiz, nur gibi vatandaşlarımız, işte bu sokaklarda görülmeyen karanlık organizasyonlarca kullanılmaya çalışılmaktadır.
Bizim siyasilerimiz ailelere “çocuklarınızı eylemlerden uzaklaştırın”çağrısı yaparken birçok ailenin “küçük çocuklarımız da devrim görsün, devrimci yetişsin diye meydanlara getirdik” sözleri, bu taleplerin aslında hiç etkili olmayacağının bir başka göstergesidir.
Her fırsatta sokak eylemlerine destek veren bazı gazeteci ve köşe yazarlarının, devrimi çok içten istedikleri için bu eylemlere canı gönülden destek verdikleri, şiddeti sözde bir ilmi Marksist gerçeklik olarak gördükleri için önemsemedikleri de bilinmelidir.
Neden Komünist Sıfatı Kullanılmıyor?
SSCB ve Çin komünizmi, on milyonlarca insanın katledilmesine, insanların robotlaştırılmasına ve ruhsuzlaştırılmasına sebebiyet vermiştir. Aynı şekilde Kamboçya, Laos, Kuzey Kore ve Vietnam gibi ülkelerdeki komünistler de vahşi birer diktatörlük rejimlerine dönüşmüştür. Komünizmin bu uygulayıcıları, komünist sıfatının adeta bir hakaret olarak algılanmasına neden olmuştur.
Ülkemizde özellikle maneviyatlı milletimizin komünizmi bir bela olarak görmesi, 12 Eylül darbesinin komünizme karşı mücadelesi sonucu komünist sıfatı insanlarımızca kötü olarak algılanmaktadır.
Aynı şekilde komünizmin Avrupa’ya getirdiği belalar, Almanya başta olmak üzere Doğu Blokuna üye Avrupa ülkelerinde yaşanan tüm olumsuzluklar, Stalinizmin despot ve yıkıcı yaklaşımları komünist kelimesine karşı rahatsızlığı arttırmıştır.
Tüm bu sebeplerden ötürü komünist kelimesi yerine sosyalist, sol görüşlü veya marjinal ifadeleri kullanılmaktadır. Ancak bu yeni sıfatlar Marksizmin yeni bir kılıfla aynen sunulması ve önemsenmemesine, dikkate alınmamasına yol açarsa işte asıl tehlike budur.
Önemli olan Marksistlere takılan sıfatlar değil, pusuda bekleyen komünizmin, dünya çapında çok büyük destekçilerinin olduğunu bilerek bu insanın fıtratına ve bilimselliğe ters olan bu sapkın felsefeye karşı fikri, ilmi ve felsefi önlemler almaktır.
Ülkemizde komünizmi önemsiz görenler, “nerede komünizm, komünizm mi kalmış” diyenler 17 gün boyunca Türkiye’nin en hayati meydanlarından birinde toplanan eylemcilerin işgal ve vandalizm eylemlerinin bir türlü engellenemediğine şahit olmuşlardır.
T.Tezel
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder