“Cumhuriyet”i ilk duyduğumda üç-dört yaşlarındaydım…
Bir “saltanat
çocuğu” olan rahmetli
babam, cumhuriyet kutlamalarına katılacağını söyleyip evden çıkmıştı.
Denizciydi. Rejimlerle pek işi olmazdı. Ama belli ki, cumhuriyeti benimsemişti.
Ne çare, Başöğretmenim Hikmet Bey(çocukluğumun ilkokullarını müdür yerine başöğretmenler yönetirdi)
babamı, bu özelliğine rağmen, hiçbir zaman benimseyemedi…
Namazında-niyazında bir adam olmasıyla her söylenene kafa
sallamayıp itiraz etmesi, ardından sorgulamaya başlaması, babamı “mimleme”si
için yetti.
Hikmet Bey’in tarifine göre, cumhuriyetçi babam “cumhuriyet düşmanı” sayılıyordu: Bunu hiçbir zaman anlayamadım.
Neden sonra fark ettim ki, istenen şey “cumhuriyeti benimsemek”
değil, cumhuriyet adına yapılan dayatmaları hiç sorgulamadan, yani “kayıtsız-şartsız” sineye çekmekti.
Güya “hâkimiyet
kayıtsız-şartsız milletin”di. Aslında ise ülkede egemen güçlerin “kayıtsız-şartsız” hâkimiyeti vardı. O kadar ki, Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi bile bunu değiştirememiş, ülkeyi tek parti
kodamanlarının sultasından ve bürokrasi cephesindeki keyfiliklerden
kurtaramamıştı.
Zaman içinde pek çok iktidar gördüm. Bazıları hiçbir iz bırakmadan
kaybolup gitti. Bazıları pek çok yatırım yaptı, ama hiçbiri şu soruları
soramadı:
“CHP’nin altı okunda simgelenen ‘ilke’lerin anayasada ne işi
var?..”
“Neden her iktidar ille de ‘Cumhuriyetçi’, ‘Milliyetçi’,
‘Devletçi’, ‘Halkçı’, ‘İnkılâpçı’, ‘laik’ ve de kesinlikle ‘sözde değil özde
Atatürkçü’ olmak zorunda?”…
Öyle olunca her şey düzeliyor mu? Neden düzelmedi peki?
“Bir Türk dünyaya bedeldir!” ya da “Ne mutlu
Türk’üm diyene” diye
bağırta bağırta büyüttüğümüz nesillerin bir bölümü neden “terörist” olup
yıllar boyu askere ve polise kurşun sıkıyor?
Sloganlar, niyetler, nutuklar ve şiirler ne yazık ki, karın
doyurmadı.
Belki de bu yüzden, “Cumhuriyet/ Hürriyet” kafiyeli böbürlenmelere sinir oluyorum!..
“Cumhuriyetimizi ve demokrasiyi CHP’ye borçluyuz” diyenlere de “hadi ordan!”çekiyorum.
Çünkü, borçlu yaşamayı sevmiyorum… Çünkü, bu iddianın doğru
olmadığını biliyorum… Ayrıca da, o borcu çoktan kapattığımıza inanıyorum.
Cumhuriyeti kuranlardan kimisine “Ebedi Şe”lik,
kimisine “Milli Şef”lik, kimisine bakanlık makanlık verdik, ödeştik!
Düşünün ki, İnönü, kesintisiz ve de muhalefetsiz 27 yıl süren iktidarında hiç
bir başarı gösteremedi… Hiçbir eser veremedi… Milleti açlığa, yokluğa,
yoksulluğa, ezansızlığa, Kur’ansızlığa mahküm etti… Buna rağmen iktidarda
kaldı…
Yani borç kapandı, millet alacaklı duruma geçti!
Hem zaten 1923’te ilân edilen cumhuriyet de bir “demokratik cumhuriyet” değil, İttihad
ve Terakki mantığının “cumhuriyet” kılıfıyla
kılıflanmış şeklidir.
Çünkü 1950’ye kadar şeklen bile “demokrasi” yoktur.
Çünkü (hileli 1946 seçimini saymazsak), siyasi partiler ve seçim yoktur…
Vatandaşa yöneticilerini seçme hakkı tanımayan bir cumhuriyete, “demokrasi” demek,
olsa olsa demokrasiye iftira olur…
Cumhuriyet bir mecburiyetti: Zira saltanatın
ve hilafetin devam etmesi demek, Mustafa Kemal Paşa’nın en fazla genelkurmay başkanlığına, İsmet Paşa’nın
da kuvvet komutanlığına razı olması demekti. Ama sistem değişir, meşrutiyet
yerine cumhuriyet ilân edilirse, Kemal Paşa padişah
yetkilerini aşan yetkilerle donatılmış “Ebedi Şef”, İsmet Paşa ise “Milli Şef”olacaktı.
Nitekim de öyle oldu… Bu da son derece normaldir: Zira
politikada, “vefa” denen kavramdan eser yoktur.
YENİ AKİT / Yavuz Bahadıroğlu